ABD İstismarı mı? Ermeni Diasporası mı?
Her 24 Nisan geldiğinde Türkiye’de bir papatya falı açılmaya başlar. Diyecek… Demeyecek… ABD başkanlarının sözde soykırımı ifade eden “genocide” kelimesini kullanmamaları, Türk dış politikasının şanlı bir zaferi olarak kutlanır.
Türkiye üzerine bir kâbus gibi çöken bu 24 Nisan sendromu gerçekten nedir? Ermeni diasporasının büyük bir gücü mü ya da ABD’nin hümanizmi mi? Eğer böyle bir güçleri varsa diasporanın, Ermenistan’ın küçük bir İsrail olması beklenmez miydi? Oysa Ermenistan’ın hali pür melali Ermeni diasporasının gücünün ne olduğunu ortaya koyuyor. Öyle ki kerameti kendinden menkul bu diasporanın tarihi vesikalar konusunda eli o kadar zayıf ki, sözde soykırımı kabul edin demekten başka hiçbir kanıtları da gözükmüyor.
ABD’nin hümanizmi ise tam bir fiyasko. Yedi milyon Kızılderili’den üç yüz binine yaşama hakkı tanımalarını bir kenara bırakın, son Irak işgalinin faturası; 1,5 milyon sivilin ölümü, 2 milyon Irak’lının zorunlu göçüdür.
Bu gerekçeler dikkate alındığında bu 24 Nisan falının arkasında başka gerçekler var da biz mi anlamak istemiyoruz acaba? Daha açıkçası 24 Nisan, Ermeni diasporasının değil, aslında Amerikanın Anadolu üzerindeki tarihi emellerinin bir dışa vurumu değil midir? Amerika sözde Ermeni soykırımı tezine sahip çıkmasaydı ve bu teze lojistik destek sağlamasaydı bu gün bu noktalara gelinir miydi? Elbette Hayır.
Amerikanın Ermeni tezlerine sahip çıkmasının derin bir geçmişi bulunmaktadır. Anadolu’da Protestan misyonerlerin Ermenilerle dansının uzun tarihi geçmişi dikkate alınmadan, 24 Nisan’ı yalnızca Ermeni diasporasının gücüne hasretmek tarihsel bir miyopluk örneğidir.
Osmanlı imparatorluğunun Ermenileri zorunlu iskâna tabi tutmak zorunda kaldığı politikalara nasıl gelindiği ve Ermeni isyanların arkasında Amerikalı misyonerlerin tarihsel rolleri dikkate alınmadan 24 Nisan’ı anlamak mümkün olabilir mi?
Amerikalı Protestan misyonerlerin 1820’de Osmanlı topraklarına ilk gelişleri ile başlayan mücadelelerinin ilerleyen dönemdeki hedef kitlesi Ermeniler olmuştur. Zira American Board teşkilatının misyonerleri, ilerleyen süreçte Yahudilerin ve Müslümanların din değiştirmeyeceği konusunda ikna olmuş gözükürler. Bu nedenle de teşkilat Yahudileri ve Müslümanları bir kenara bırakarak Hıristiyanlığı ilk kabul eden millet olarak bilinen Ermenileri hedef kitle olarak seçmişti.
Ne kadar ilginçtir ki, Osmanlı devleti yöneticileri o yıllarda Rusya’nın emperyal emellerine karşılık Amerikalı misyonerlerin Ermenilerle irtibata geçmesini büyük bir hoşnutlukla karşılamışlardır.
Gregoriyen Kilisesi'nin katı uygulamaları altında ezilmekte olan Ermeniler de kendilerine ana dilleriyle ve insancıl biçimde yaklaşan Amerikalı misyonerlerin sunduğu yumuşak ve yalın Protestanlığı hızla kabule başladılar.
American Board tarafında Eli Simith ve H.G.Otis Dwight “Ermenistan” adını verdikleri bölgeye gönderildi. Bu iki misyonerin İzmit, Ankara, Tosya, Merzifon, Amasya, Tokat, Sivas, Erzincan, Erzurum, Kars, Arpaçay, Tiflis, Şuşa, Datev, Nahçivan, Erivan, Eçmiyazin, Tebriz ve Urmiye’yi ziyareti sonrasında hazırladıkları rapor, Ermeniler konusunda nasıl bir misyon izleneceğinin temelini oluşturmuştur.
Amerikalı misyonerlerin Osmanlı topraklarında açtıkları kolejler, Ermenilerin eğitimi ve Ermeni milliyetçiliğinin yaygınlaştırılması için oldukça verimli olmuştur. Ermeniler Amerika’ya götürülerek eğitilmiş ve bu okullara geri gönderilmişlerdir. 1895 yıllarında Anadolu’da bulunan Rus miralaylarından Potiyat’ın hazırladığı bir rapor, bu okullarda Ermeni ayrılıkçı fikirlerin ve bağımsız Ermeni Krallığı propagandasının nasıl yapıldığını ayrıntılı olarak ifşa eder.
Amerikan kolejlerinin öğretim kadrolarının büyük kısmını elinde tutan Ermeni öğretmenlerin, Ermeni Krallığı kurulduğunda önemli memuriyetlere getirilecekleri düşüncesinde oldukları söylentileri bile işitilmekteydi. Potiyat’a göre, bu yeni yaşam tarzı Ermeni öğrencilerini mezuniyet sonrası dönemde gerçek hayatla yüz yüze kaldıklarında ciddi bir sosyal çatışmaya ve “husumet” psikolojisine sevk etmiştir.
Misyonerler ekonomik ve siyasi güçlerini kullanarak Ermenileri himaye etmiş, onlara Osmanlı devletine karşı ayaklanmaları için uygun bir alt yapı hazırlamış, ayaklandıkları sırada da maddi ve manevi yardımlarını esirgememişlerdir.
İlk ciddi ayaklanma 18932’de Sivas vilayeti’ne bağlı Merzifon kazasındaki meydana gelmiştir. Merzifon’la beraber Amasya, Çorum, Ankara, Tokat, Yozgat, Diyarbakır’ı kuşatan ayaklanmalar sonrası yapılan tahkikatlar oldukça ilginçtir.
Yapılan tahkikat sonucu, ayaklanmanın merkez üssünün Merzifon’daki Amerikan koleji olduğu ortaya çıkmıştır. 4’ü Amerikalı, 5’i Ermeni 8 ya da 9 öğretmenin olayın tahrikçisi olduğu ifade edilmektedir. “Tahrikin başı” ise kolejin önde gelen öğretmenlerinden Garabet Tomayan ile Ohannes Kayayan idi. Tomayan, olayın her safhasında etkili olan “Küçük Ermenistan İhtilal Komitesi”nin başkanı, Kayayan da sekreteriydi. Tomayan’ın bir ihtilal örgütünün şefi olduğu Sivas ABD konsolos vekilinin Merzifon’daki konsolos yetkilisine gönderdiği 11 Ağustos 1893 tarihli bir mektubunda da kanıtlanmıştır.
Tarihte yaşananlar göstermektedir ki, sorun Türk-Ermeni sorunu değil, Türk-Fransız, Türk-İngiliz, Türk-Amerikan ve Sovyet-Ermeni sorunudur. Bu sorunu bu günde yalnızca Ermenistan ile ilişkilerin geliştirilerek çözülebileceğini düşünmek doğru değildir. Bu gün anlaşılması gereken gerçek, Türk dış politikasının Ermeni disporası ile değil aslında stratejik ortağı Amerikan dış politikası ile mücadele etmesi gerektiğidir. Türkiye’nin anlaması gereken ikna etmek zorunda olduğu güç Ermenistan ya da Ermeni diasporası değildir. Aksine Amerikan devletinin tarihsel hafızasıdır.
* Doç. Dr. Hilmi Demir, Hitit Üniversitesi Öğretim Üyesi, Türk Ocakları Çorum Şubesi Başkanı
*
Bu e-posta adresini spambotlara karşı korumak için JavaScript desteğini açmalısınız