Selin Vurduğu Muhafazakâr Siyaset ve Ölümü Bekleyen Şehirler

Hilmi DEMİR

İstanbul tarihinin en acı felaketlerinden biriyle karşı karşıya. Tabiat kendi eliyle kendi sonunu hazırlayan tamahkâr, habis, kutsalı olmayan insana en ağır cezalardan birini verdi. Kapitalizmin, finans dünyasının merkezine yapılan bu saldırı, paranın, gücün ve iktidarın tabiat karşında nasıl değersiz ve çaresiz olduğunu bir kez daha gösterdi.

Muhafazakârlığın, kültür ve medeniyet merkezli Türk milliyetçiliği için olmazsa olmaz olmadığını, siyasetin muhafazakârlaştıkça ortaya neye benzeyeceği belli olmayan garip bir ucubenin çıkacağını öğretmek için bundan daha büyük bir ders olamazdı, benim için. Zira bir geleneğe ait olma ve o geleneği sürekli kılacak ilke ve değerlerin üretimine katkı sağlama ile kapitalizme eklemlenmiş bir siyasi retoriği muhafaza etme arasında ciddi bir fark bulunmaktadır.

Maalesef uzun yıllardır kendini sağ, muhafazakâr ya da İslamcı muhafazakâr olarak adlandıran siyasi kadrolar, kapitalizmin taşeronluğunu yapmayı, rantı kendi kadrolarına paylaştırmayı milli bir siyaset tarzı olarak benimsetmeyi başardılar.

Büyük alış veriş mekânlarıyla süslü şehirleri, boydan boya kesen asfalt yollar ve alt geçitler, üst üste yığılmış beton bloklar, işte muhafazakâr siyasetin kutsadığı şehircilik! Topraksızlaştırılmış, tarihsizleştirilmiş, dereleri ıslah edilmek için kapatılmış, aç gözlülüğün doymak bilmez sarhoşluğuyla yok edilmiş ormanlar…

Bu felaketi tabiatın bir uyarısı olarak kabul etmek, yıllardır bu şehri yönetenlerin sorumluluğunu gizleyebilir mi? Rant üretmeye ayarlı ve her şeyi piyasanın metaı yapmaktan zerre kadar çekinmeyen muhafazakâr belediye başkanları sel felaketinden de, bu felakette hayatını kaybedenlerden de sorumlu değimlidir.

Rant uğruna Ayama deresini kapatan, İkitellide yolları ve kanalları tıkayarak, devasa alış veriş merkezi dikerek hızlandırılmış yapılaşmayı maharetmiş gibi savunan muhafazakâr politikaların geldiği bu noktada biraz durup düşünme zamanı gelmedi mi?

Tarih, kültür, sanat, zanaat, dil ve din gibi muhafazakâr temalar, özellikle de soğuk savaş döneminde hızla estetik değerini kaybetti kabalaştı ve politikleşti. Soğuk savaş sonrası ise bu modern muhafazakârlık iktidar olmanın sarhoşluğuyla küresel kapitalizme sevdalandı. Muhafazakar liberal çizgi millet, din, yerlilik, gelenek gibi kavramları küresel kapitalizm, piyasa ekonomisi, hukuk devleti ve formel liberal haklarla harmanladı. Modern muhafazakârlık tarihe ve doğaya karşı lale devri özentisiyle küresel kapitalizmin köşklerinde gelenekten bir kopuşu temsil eder. Bu nedenle İstanbul’un dokusunu insafsızca yok eden muhafazakâr sağ politikacılardır.

Muhafazakar zihin, çevresine ve dış dünyaya kâr, rant, gelir getirici imkan ve fırsat olarak bakar. Maddi dünyanın nimetlerini görünürde değersiz kabul eden buna karşılık daha üst manevi değerler peşinde koştuğunu varsayan muhafazakâr siyaset daima halka, halkın içinden çıkmış bir siyasi kadro imgesi vermek ister.

Oysa metanın ve maddi olanın muhafazakâr siyasetteki kullanımının tahlili, aslında onun metafizik incelikler ve teolojik süslerle dolu pek garip bir şey olduğunu gösterir. Marx’ın dediği gibi asıl mesele metanın niteliğindeki kullanım değeri ve değişim değeri arasındaki ayrımda gizlidir. Muhafazakâr siyaset için maddi olanı elde etmek, iktidarın nimetlerinden faydalanmak kaçınılmaz biçimde kullanımla değil değişim değeri ile ilgilidir. Kendi zihinlerinde kutsala doğru bir değişim için maddi olana karşı baştan çıkarılmış bir fetişizmle duyulan arzu bunun yansımasıdır.

Bu nedenle onun gözünde her şey alım satımın konusu edilebilir. Tarih, kültür, sanat, kültürel hafıza, şehrin ruhu, şehirli davranış vs. gibi kategorilerin muhafazakâr siyasetteki değeri, ancak seçmenin sandığa giderken değişimi gerçekleştirecek şekilde motive edilmesiyle koşulludur. İktidar değiştikten sonra köylü köyüne evli evine…

Modern muhafazakârlığa ‘rasyonelleştirilmiş gelenekçilik’ de denilebilir. Aydınlanmanın dönüştürdüğü ve modernizmin terbiye ettiği bir gelenekselciliktir bu. Bu anlamda modern muhafazakârlık, bütünüyle aydınlanmaya değil, onun radikalizmine ve “aşırılıklarına” karşıdır. Kapitalizmin aşırılıklarının maskelendiği ve iktidarın yalnızca sermayeyi yeniden düzenlediği bir aracıdır. Manevi değerler adına yola çıkarken maddi olana karşı köleliği toplumsallaştırmanın ve iktidarı tanrılaştırmanın bir diğer adıdır muhafazakârlık.

Bu bağlamda Türkiye muhafazakârlığının ve Anadolu sermayesi adı altında yeni zengin İslami burjuvazinin Protestanlıkla ilişkilendirilmesi hiç de yanlış değildir. Anglo-sakson sekülerliğini temellük etmiş bir zihin dünyasının kodlarıyla çalışır bizdeki muhafazakârlarda. Şehrin kimliğini oluşturan öğeler ve bunların tarihsel, kültürel ve toplumsal süreklilik üzerindeki çok önemli etkilerinin, üretimin ve sermayenin yoğunlaşması ve merkezileşmesi adı altında tarumar edilmesi aynı kodların iş başında olduğunu gösterir.

Kapitalist kentleşme ve kentin küreselleşmesi süreci de bilinçli toplumsal bir varlık olan insanı, derin bir yıkımın; dizginsiz bir insani yabancılaşmanın, ağır ahlaki ve moral çöküntünün, depresif nevrotik bir kişilik yapısının girdabına atmıştır. Çünkü kapitalizmde “insan” yoktur, tek değer artı değer sömürüsü, kar ve daha fazla kardır.

Bu gün sel felaketinin ardından yağma yapan Anadolu insanına bakıp durumu kabullenemeyenler, kendi eserlerine bakıp nasıl bir dünya inşa ettiklerini anlamalıdırlar. Metropoller servetin ve iktidarın yoğunlaştığı mekânlardır. Muhafazakâr siyasetin elindeki metropollerde din, servet ve iktidar sağlayan bir araca indirgenir.

Trajedilerin en fazla yaşandığı yerdir şehirler. “Şehirliler münafıklıkta ileri gittiler” (Tövbe 9: 101) ayeti ile de işaret edilen bu trajedi kapitalizmin egemenliğinde en üsten en aşağı tabakalara kadar yayılır.

İnsanlar arası ilişkiler metalar arası ilişkilere, ilişkilerin nesneleşmesine (meta fetişizmi) dönüşmüştür. Dini, milleti olmayan sermaye akışkanlığı ve geçişi her şeyi, metaya; alınıp satılan tüketim nesnesine dönüştürür. Bireycilik, bencillik tüm toplumsal yaşama damgasını basar ve şekillendirir. Medeniyetin, kültürün, insani değerlerin başkenti Fatih’in İstanbul’u artık ölü bir şehirdir; Beldetün meyyitetün (Zuhruf 43: 11). Ölü şehir, insanlığı ayağa kaldıracak değerleri üretemeyen, daha kötüsü var olan değerleri kötürümleştiren insanların yaşamaya mahkûm oldukları yerdir.

Kim insanlık için yahut kendi toplumu için bir değer üretemiyorsa, böyle bir endişesi ve gayesi yoksa onlar “Kimin değerleri hafif gelirse cehennem gibi bir hayat sürmeye mahkûmdur” (Kâri’a 101: 8-9).

Bir şehrin yaşamaya değer bir alana dönüştürülebilmesinin yolu, orada yaşayan insanların kendilerine değer yaratacak bir misyon biçmelerinden, hayata kendi değerleriyle müdahale etme iradesini göstermelerinden geçer. İşte böyle bir şehir hayat veren, canlı bir şehirdir; Beldetün Tayyibetün.

Beldetün Tayyibetün, insanın özgür iradesine bırakıldığında yaşamayı tercih edeceği kadar insani olan, hakkın ve hukukun üstün tutulduğu, işlerin adalet çerçevesinde yürütüldüğü, kimsenin haksızlığa uğrayacağına dair endişe taşımadığı şehri temsil etmektedir. Bir şehrin bu niteliğe kavuşabilmesi için oraya ilkelerin ve değerlerin hakim olması gerekir. Kur’an’ın ifadesiyle “Kimin değerleri ağır basarsa onlar insani bir yaşam sürerler” (Kâri’a 101: 6-7).

Öldürdüğümüz, kendi ellerimizle toprağa, suya gömdüğümüz şehirlerimiz yeniden dirilebilecek mi? Muhafazakâr siyasetin dışında, yasasızlığa karşı adalete, daha fazla kâr elde etme hırsına karşı tabiata, bencilliğe karşı paylaşmaya, asfalta karşı toprağa, rüzgâra, suya kulak verecek ve arkasına değişim iradesini alacak bir siyasetin elinde şehirler beldetün tayyibetün olabilecektir.

Şaban Ali Düzgün, “Dinlerin Şehirleşme Kabiliyeti”, KELAM ARAŞTIRMALARI 7:2 (2009), SS.1-10.