Selefiliğin Yayılışı ve İslam Düşüncesinin Geleceği

Son günlerde Libya’da sufi mezarlarına, medreselerine karşı Selefilerin saldırıları ile Suriye meselesini bir birinden ayrı düşünmek doğru gözükmüyor. Zira Suriye meselesinin bölgedeki güçler tarafından gittikçe bir Sünni Şii çatışması olarak algılanmaya başlandığı konusunda çok güçlü veriler gelmeye başladı. 1980’den beri İslam düşüncesinin Ortadoğu ve Türkiye’de iki mezhep tarafından motive edilmesinin, elbette bu noktaya gelinmesinde önemli bir payı vardır. X. Yüzyıldan itibaren İslam dünyasının kaderinde etkili olmaya başlayan Türklerle beraber Hanefilik ve Matüridilik, Selçuklu ve Osmanlı ile beraberde felsefe, hikmet, irfan ve riyazi ilimler, bu coğrafyalarda nazari düşüncenin güçlenmesini sağlamıştı. Modernleşme ile birlikte terk edilen bu gelenek maalesef yerini 1960’lardan itibaren körfez eksenli selefi hareketlere bıraktı. 1979 İran devrimi ve Afganistan işgaliyle birlikte de Müslüman coğrafyalarda gelenek belki de en ölümcül darbeyi aldı.

Marks “katı olan her şey buharlaşır demişti” bu yüzden İslam düşüncesinde Hanefi gelenek içtihad, te’vil ve rey’ yoluyla dini düşüncenin katılaşmasına engel olmaya çalışmıştı. Ama olmadı. Hanefilik sürekli hırpalandı ve örselendi. Buna karşılık Türkiye’de İslami düşüncede körfez etkisi her zaman yerli ve Hanefi düşünceye tahakküm edebilmiştir. Çünkü bizim Vahhabi dediğimiz aslında Selefilik olarak bilinen körfezin büyük enerji kartellerinin  mezhep anlayışı sahip olduğu finans kapital ile her zaman güçlü bir lobi olarak Türkiye ve Batı dünyasında etkili olmayı başarmıştır.

ABD’nin gerek Afganistan’da gerek Kafkasya’da Rusya’ya karşı Selefiliğin cihat anlayışını nasıl desteklediği artık meçhul değildir. İran’a karşı Kuveyt, Katar, Bahreyn ve Suudi Arabistan her zaman ABD’nin en güçlü müttefiki olmuştur. Zira el-Kaide lideri Usame’nin ittifakları ve finans kaynakları üzerine Batı’da yazılan yüzlerce eser dikkatle incelenirse Batı dünyasının selefilerle oldukça sıkı aynı zamanda karmaşık ilişkiler ağı dikkatlerden kaçmayacaktır. Çünkü Batı ve ABD’de hükümetlerden ve sivil toplumdan daha güçlü olan savaş lobisidir. Bu lobinin Ortadoğu’da en güçlü müttefiki ve tabi en karlı ortağı da selefi yönetimlerdir.

Dünyada küresel ekonomik krizin devam ettiği bu günkü süreç de petrol ihraç eden körfez ülkelerinin 2000'den bu yana yaklaşık dört trilyon dolar ticaret fazlası verdikleri düşünülürse, Selefiliğin borç krizi ile boğuşan ABD ve Batı’ya karşı çok güçlü bir avantaja sahip olduğu görülür. Buda bize özgürlük ve demokrasi havarisi Batı dünyasının nasıl olup Selefi rejimleri hala desteklemeye devam ettiğini açıklamaktadır.  Zira Selefilik uzun yıllardır özellikle ABD ve İngiltere ile o kadar çok alanda ittifaklar kurmuştur ki, artık ABD’nin kılcal damarlarına kadar Selefiliğin ulaşabildiğini söylemek abartı olmayacaktır. Hasan el-Benna’nın torunu çağdaş İslam düşünürlerinden Tarık Ramazan’da aynı konuya dikkat çekerek şöyle demektedir: “ABD ve Avrupa ülkeleri, pek çok petromonarşide bulunan literalist Selefilik’in teşvik ettiği tipte İslamcılık ile uğraşmak konusunda sorun yaşamıyorlar.”

Yahudi olduğundan dolayı ön yargılı olduğu düşünülse bile, “Khalil Marrar, The Arab Lobby and US Foreign Policy, çalışması, Suudi Arabistan’ın ABD’nin sivil toplum, finans, ve akademik çevrelerde ne kadar etili olduğunun verilerini gözler önüne sermektedir. Belki de bizim bu Selefi lobisinin Türkiye’de nasıl ve hangi kurumlar aracılığıyla politikamızı yönlendirdiğini sorgulamamızın zamanı gelmiştir bile. Zira Pew Research Center’ın Ağustos 2012’de yayınlandığı ve basında da yer bulan, The World’s Muslims: Unity and Diversity araştırması bize Ortadoğu ve Türkiye’de Müslüman kimliği konusunda oldukça önemli veriler sunmaktadır. Bu araştırmada önemli gördüğüm birkaç başlığı tartışmak isterim:

A. Mezhepsel farklar: Mısır’da %42 lik bir kesim Şiileri Müslüman görmüyor, %44 lük bir kesim de Sufileri Müslüman görmüyor,
B. İslam yorumu: soru çok ilginç İslam’ın tek bir yorumu mu vardır yoksa farklı İslam yorumları mümkün müdür? Türkiye %66; Mısır % 78 evet İslam’ın tek bir yorumu vardır. İslam için bir tek hakikat vardır diyerek katı bir mezhepçilik tutumu göstermektedirler.

Bu araştırma aslında 2009’da yapılan Sabancı Üniversitesi Başkanlığında hazırlanan, Türkiye’de Dindarlık: Uluslararası Bir Karşılaştırma, adlı araştırmayı teyit etmektedir. İkisi birlikte bize açıkça şunu göstermektedir ki, sadece Türkiye’de değil tüm İslam ülkeleri hızla katı bir Sünni- Şii ayrışmasına doğru yol almaktadır. Elbette Sünnilikle kastettiğimiz o zengin Hanefi, Maliki, Hanbeli ve Şafi zenginlik değil artık daha katı bir Selefliktir.

Görülüyor ki artık Türkiye’de ve genelde İslam dünyasında dini düşüncede genel bir selefilik hakim olmaya başladı. Bununla dini düşüncenin donuklaşması, entelektüel derinliği kaybetmesi, batı karşısında alternatif olma imkân ve yeteneğini de kaybetmesini kastediyorum. Yoksa Türkiye’de ulusalcı öngörüsüzlerin baktığı ve anladığı gibi şeriatın geleceğini çıkarmamız doğru değildir. Aksine uzun yıllardır ısrarla savunduğum gibi Müslümanların parçalanmış bir benlikle aşırı kapitalistleşmesi, din ile dünya arasındaki ayrımın başımıza gelen. Bu bir çelişki değildir. Yeni Selefi İslamcılık aşırı kapitalist bir yaşantı içinde İslam’ın kendi içindeki çoğulculuğu, hoşgörüyü yitirmesi anlamına geliyor. Yoksa kadının sosyal hayattan dışlanması, evine kapanması ya da yaşam tarzlarına müdahale edilmesi anlamını taşımıyor.  Tam aksine Bu kapitalist Selefilik de, bizatihi tesettürlü kadın da görünür olmalıdır, ama kapitalist bir yaşamla uyumlu olarak. Bunun en güzel örneğini de Katar emiresi Sheikha Moza Bint Nasser sunmaktadır. Her gün yeni bir sosyal proje ile basında görünen, sağlık, kadın ve çocuklarla ilgili birçok yatırımın ortağı ve destekçisi olarak boy gösterirken, bize aslında İslam’ın kapitalizmle nasıl uyuşacağını da göstermiş olmaktadır. Dünyanın en şık ikinci kadını seçilmesi boşuna değildir.

Aslında bu gün Suriye’de olacakları ve gelecek de bölgemizde karşılaşacaklarımızı doğru okumanın yolu Selefiliğin bu yayılışını ve lobi faaliyetlerini dikkate almaktan geçiyor. Çünkü Selefiliğin canlanması hem Sünniler arasında hem de Sünni ve Şii Müslümanlar arasında sorun ve gerilimin daha derinleşmesini ve bölgesel çatışmanın yayılmasını sağlayacaktır. Bu aynı zamanda İslam düşüncesinin ihyası adına büyük bir tehdit oluşturacaktır. Batı dünyası için Selefilerle ittifakın kabul edilmemesi için hiçbir neden yoktur. Hatta bu ittifak Ortadoğu’yu kontrol altında tutmanın en etkili yoludur. Böylece Batı dünyası bir yandan Şiiliği geriletirken bir yandan da Hanefi Türk Müslümanlığının geleneği ihya imkânını ortadan kaldırmaktadır. Bu ikinci sorun için Selefiliğin sosyal ve teolojik dindarlık yapısına bir göz atmak doğru olacaktır:

  1. Selefilik dinin anlaşılmasında te’vil denilen yorum mantığına değil lafzi-literal anlama bağlıdır. Buda onun dini daha sabit ve statik bir biçimde anlamasını sağlar. Dinin farklı yorum biçimlerine müsaade edilmez. Bu yorum biçimleri bazen aşırı biçimde din dışı (Şiilik ve Alevilik gibi)  kabul edilir. Felsefeye, eleştirel düşünceye, tasavvufi tefekkür biçimine, din adına karşı kor.
  2. Dini salt formel ve biçimsel kalıplarla tanımlar böylece de dini düşüncenin felsefi, estetik ve ahlaki alanlardaki açılımlarına müsaade etmez. Estetikten anladığı şaşa, gösteriş, cüsse gibi unsurlar taşıyan aşırı modern, lüks tüketimdir. Giyim ve mimaride buna düşkünlük her yerde temaşa edilebilir.
  3. Otoriterdir. Bu yüzden otoritenin selefi inançları uyguladığına inandığı sürece onun sorgulanmasına, eleştirilmesine ve de değiştirilmesine asla kalkışmaz. Selefi şekilsellik korunduğu sürece, otoriteye mutlak itaat eder.
  4. Dine ait her türlü tefekkür ve yorum süreçlerini modernizm olarak reddederken, dini olmadığını düşündüğü nefsi ve arzuya dayalı her türlü pratiği de kolayca içselleştirebilir. Ama aynı zamanda koyu bir dindarlık tutumumu içinde olduğuna da inanır. Yeni selefi İslamcılık azametli olana, iri olana, cüsseye, şaşaya meftundur. Oysa İslam mütevazi olana, tenasübe, zarafete önem verir.

Muhtemelen bu yukarıdaki sosyal ve teolojik dindarlık biçimi ile Türkiye’deki dindarlık arasında ne kadar yakın bir benzerlik olduğunu şimdiden düşünmeye başlamalıyız. Ayrıca Ortadoğu’daki Şii-Selefi denkleminde Kürtlerin nerede yer alabileceği bu çerçevede dikkate alınmalıdır. Bu denklemde hem ideolojik hem de stratejik olarak Selefilerin yanında yer alacakları düşünülürse, bu durumda Şiilerle Selefiler arasında bir tampon bölge görevi üstlenecek Kürt devleti en çok kimlerin işine yarar dersiniz? Bir de Suriye meselesine bu gözle bakmak yerine olmaz mı?...
Not: Bu yazı aynı zamanda USGAM’da yayımlanmıştır. http://www.usgam.com/tr/index.php?l=800&cid=1186&bolge=0&konu=

Hasan Köni, “Saudi Influence on Islamic Institutions in Turkey Beginning in the 1970s”, Middle East Journal, Cilt. 66, no: 1 (2012), ss. 97-110.