Ortadoğu’da Yeni Denklem: Prometheus
Zeus insanlar kendisine zarar vermesinler, tahtını ele geçirmesinler diye bütün besinleri toprağın altına, en önemli silah olan bilgi ateşini de bir dağ zirvesindeki mağaraya saklamış. İnsanların bilgi ateşini bularak bilgilenmelerini, kendine karşı ayaklanmalarını istemiyormuş. Prometheus, bu bilgi ateşini insanlara götürmeye karar vermiş. Böylece insanlar zalim Zeus ’la başa çıkabilirlermiş. Bir sabah erkenden yola çıkmış. Yanına “narteks” çiçeğini almış. Bu narteks çiçeği, ateşe çok benzermiş. Gizlice bilgi ateşini alıp, yerine narteks çiçeğini koymuş. Hemen insanların yanına dönmüş. İnsanlara bilgi ateşini getirmiş işte! Artık bu ateşi korumak ve büyütmek insanların göreviymiş. Zeus bunları görünce çıldırmış. Prometheus’u bir dağa zincirlemiş. Ona korkunç bir ceza vermiş. Her gün bir kartal geliyor ve Prometheus’un karaciğerini yiyormuş. O gece yeniden karaciğeri oluşuyormuş. Mitolojiye göre onu kim kurtarmış dersiniz? Prometheus, Kafkas kayalıklarındaki bu işkenceden Zeus'un oğlu yarı tanrı ama ölümlü Herakles (Herkül) kurtarmış. Bu efsanenin kıssadan hissesi : "Zeus tahtından düşmedikçe benim işkencelerimin sonu yoktur”.
II. Dünya Savaşı sonrası bağımsızlığını elde eden ülkelerin komünizme yöneleceğinden çekinen Truman'ın başkanlığındaki Birleşik Devletler haber alma servisleri, Sovyetler Birliğine karşı anti-komünist bir sefer düzenleyebilecek karizmatik bir İslamcı lider arayışı içindedir. NSC-68 belgesiyle psikolojik operasyonlar için bir görev emri çıkarmayı onaylayan Truman, bir yıl sonra da Nisan, 1951’de, Psikolojik Strateji Kurulu (PSB)nu kurma kararını verir. Bu belge komünizmle mücadele etmek için bir araç olarak dinin sahip olduğu imkanlarının muazzam bir şey olduğuna dikkat çekmektedir. Zira Din, insanın en güçlü duygularını harekete geçiren temel bir etkiye sahiptir.[1]
Aslında Alman istihbaratının işbirliği içinde olduğu Promtehus’un üyeleri çoktan işe başlamıştır. 1949 yılında Müslüman Kardeşlerden Sait Ramazan ve Kudüs baş müftüsü Muhammed Emin el-Hüseyni’nin çabalarıyla 1951 yılında Pakistan’ın Karaçi şehrinde Dünya İslam Konferansı toplanır. Ramazan, Konferans'ın seçilmiş üç sekreterinden biridir. Konferanslarda öne çıkan husus ise dinsiz komünizmle mücadele edilmesi gerektiğidir. Ne kadar ilginçtir ki, 1951 yılının başlarında Psikolojik Strateji Kurulu Orta Doğu ile ilgili olarak yeni bir programı benimsemiştir. Daha sonra Eisenhower'in psikolojik savaş uzmanlarından (American Psychological Operations) biri olarak görev yapacak olan Edward P. Lilly, "Din Faktörü" adıyla bir not yayınlamıştır. Notta, Birleşik Devletlerin ruhani avantajına sahip çıkması ve dini daha etkin bir biçimde kullanması önerilir.[2]
Gerçekte ABD’nin din faktörünü kullanarak Ortadoğu’ya yönelik ilgisi çok eskilere dayanıyordu. 1800’lerin başında izlerine rastlanmaya başlanılan ABD’li Protestan misyonerler, Anadolu dışında Osmanlı’nın Irak, Lübnan ve Suriye gibi bölgelerinde çalışmaya başlamışlardı. Bu çalışmaları yönlendiren ve yöneten kuruluş ise Amerikalı Protestanların misyoner örgütü olan American Board of Commissioners for Foreign Missions (ABCFM) olmuştur. Misyonerlik faaliyetleri, Osmanlı topraklarını hedef kitle olarak belirlemiş olmasına rağmen Osmanlı idarecilerinin bu faaliyetleri büyük bir sorun olarak gördükleri söylenemez.
Her neyse, Truman’dan başkanlığı devralan Eisenhower da dini inançları kullanarak, Soğuk Savaşın etkin olduğu ülkeleri hem manevi hem de ekonomik olarak bölebileceğini düşünüyordu.[3] Hatta Eisenhower yönetimi bu çalışmalara daha önem verir. Çünkü İslam’ın komünizme karşı bir silah olarak kullanılması fikri büyük heyecan uyandırmıştır. 1954 yılında "Din Faktörü" Bilim Güvenlik Konseyine (NSC) getirilmiştir. NSC’de ve kamuoyunda 162/2 olarak bilinen belgeye göre İslam, Sovyetler Birliğine karşı yoğun bir karşı saldırı konsepti olarak kullanılacak şekilde inşa edilecektir. Karar verilmiştir, Nazilerin Sovyetlere karşı kurduğu Müslümanlardan oluşan örgüt yeniden diriltilecekti: Prometheus geri dönüyordu.
Başkan Eisenhower, Soğuk savaşı dini terimlerle tanımlamak ve din üzerinden bir soğuk savaş propagandası yapmak için ihtiyaç duyulan rüzgârı sağlamıştı. Eisenhower’ın ikinci güvenlik planını ortaya koyan NSC 162/2 belgesi, Sovyet tehdidiyle baş edebilmek için gerekli olan maddi ve manevi kaynakların harekete geçirilmesi gerektiğinin altını çiziyordu.[4]
Tim Weiner’in, Legacy of Ashes – The History of CIA, adlı eserinde verdiği bilgilerle yukarıdaki bilgileri birlikte düşündüğümüzde daha ilginç bir tabloyla karşı karşıya kalıyoruz. CIA’nın kurucusu sayılan Allen Dulles Rockefeller’in damadı ve aynı zamanda Londra’daki J. Henry Schoeder Bankasının da yöneticiydi. Bankanın Nazilere yönelik desteğinden söz edilir.
Dulles’ın CIA içindeki en önemli yönlerinden biri Komünizmle mücadele için kurduğu İslamcı ve aşırı milliyetçi bir terörist ağı yönetmesidir. Moskova’nın bu coğrafyadaki etkisini zayıflatmak amacı ile CIA, yönetimdeki liderleri parayla ve danışmanlık hizmetleriyle ayartıyordu. Eisenhower, “Kutsal Savaş” sloganı ile, Allahsız komünistlere karşı “İslâmi Cihat” fikrinin benimsetilmesi için ne mümkünse yapılması gerektiğini düşünüyordu. CIA nezdinde “gizli bir görev gücü” oluşturulacak ve bu güç vasıtasıyla Suudi Arabistan Kralı Suud, Ürdün Kralı Hüseyin, Lübnan Başkanı Kâmil Şamun ve Irak Başkanı Nuri Sait silâhla, parayla ve istihbarat yardımı ile desteklenecekti. Bu ayak oyunlarından biri Suriye hükümetini devirmek için tezgâhlandı ve tam on yıl sürdü.
CIA ajanları vasıtasıyla Irak, Lübnan ve Ürdün’de bazı komplolar, sabotajlar tertipleyip suçu Suriye’ye atarak Şam’daki Müslüman Kardeşler örgütünü rejim aleyhine ayaklanmaya tahrik etmek, bu faaliyetlerden biriydi. İstikrarsızlıklar ve İngiliz/Amerikan istihbaratınca yaratılan sınır çatışmaları ülkeyi sarsacak, Batı yanlısı Irak ve Ürdün ordularının Suriye’yi işgaline zemin hazırlanacaktı.
Irak’taki CIA ajanları ülkenin siyasi ve askerî liderlerine silâh ve para sağlıyor karşılığında komünizm karşıtı bir cephe oluşturmaya çalışıyordu. Ne var ki, 14 Temmuz 1958 gecesi Büyükelçilik uykudayken Amerikan yanlısı Nuri Sait’in başkanı olduğu Irak monarşisi, bir silahlı kuvvetler çetesinin darbesiyle devrildi. Olayın sonrasında bir Amerikalı diplomat “Bu bizim için tam bir sürprizdi” diye yazacaktı.[5]
Mısır’da da benzer oyunlar oynandıysa da, Cemal Abdülnasır’a düzenlenen 1954 tarihli suikast girişiminin başarısız olması sonucu, Müslüman kardeşler ağır darbe aldılar. Birçoğu Ülkeyi terk ettiler. Bu süreçte Müslüman kardeşlerin bir çok üyesi Suudi Arabistan’a sığındılar. Bunun sonucunda, 1960 başlarında Selefiler ile Müslüman kardeşler ABD ve İngilizlerle birlikte bölgede Komünizme karşı güçlü bir ittifak kurdular.
Köprünün altından çok sular akar ve 1991 yıllarından itibaren soğuk savaşın bittiği söylenir. Buna rağmen Ortadoğu’da sıcak çatışmalar hiç durmaz. Tarihin ilginç bir cilvesi midir bilinmez ama Soğuk savaşın en önemli aktörleri Ortadoğu ve İslam dünyasında şimdi çok daha güçlü bir biçimde geri dönerler. İnsan sormadan edemiyor, Rusya ve Çin’e karşı yeni bir selefi kuşak mı kuruluyor? Ya peki Türkiye, bu kuşağın bir parçası mıdır yoksa Kürt ve Selefi kuşakla kuşatılacak mıdır? Mısır’da Mursi’nin yelkenleri son Gazze barışıyla hızla şişirilirken, Türkiye bir kez daha Ortadoğu’dan uzaklaştırılıyor mu dersiniz?
Not: Bu yazı aynı zamanda www.usgam.com sitesinde yayımlanmaktadır.