Diyanet Camisinde Selefi Vehhabi Propaganda
İslam dünyasında Osmanlı’nın yıkılışı ile birlikte yalnızca siyasal bir boşluk oluşmadı aynı zamanda İslam düşüncesinin merkezinde de önemli bir boşluk meydana geldi. Osmanlı egemenliği altındaki Bağdat, Şam, Kahire, Konya, Bursa ve İstanbul gibi merkezler ve bu merkezlerde yüzyıllardır var olan ilmi kurumlar Sünniliğin önemli epistemik merkezlerini oluşturuyordu. Bu merkezlerdeki medreselerin çoğunda Eş’ari-Şafi ya da Hanefi-Matüridi sistematiğine bağlı dini ve ilmi bilgi üretiliyordu. Bunun yanında Felsefi ve Tasavvufi düşüncede büyük ölçüde bu Sünni paradigmanın içinde kabul ediliyordu. Dolayısıyla Osmanlı egemenliği altındaki Sünnilik tüm bu eğilimleri içinde barındıran geniş bir çerçeve sunuyordu.
19. Yüzyılda Vehhabiliğin çıkışıyla başlayan Sünni kırılma, Suriye’de Cemaleddin Kasimi’nin Selefiliği, Kahire’de Afgani ve Reşid Rıza’nın Islahçı Selefiliği Hindistan alt kıtasındaki Ehl-i Hadis Selefiliği ile yeni ve farklı bir yönelime evirildi. İslam dünyasında artık Medine ve Mekke’de yeni bir Selefi Vehhabi merkez oluşmuştu. Anadolu’da çöken epistemik merkezler yerini İslam dünyasında Bağdad, Kahire, Şam, İslamabad gibi İslamcı hareketlerin yeni merkezlerine bırakmıştı. 60’lara doğru bu Selefilik, Mısır’da İhvan-ı Müslimin ve Seyyid Kutup, Pakistan’da Mevdudi ile ideolojik bir aşıya tabii tutuldu.
Bununla birlikte Türkiye Cumhuriyeti İslam dünyasında merkezi bir aktör olmak gibi bir iddia taşımıyordu. Ayrıca Cumhuriyet Hanefi-Matüridi bir gelenekten de tamamen vazgeçmedi. Gerek Diyanet gerek ise ilahiyat fakültelerinde bu gelenek kısmen de olsa varlığını sürdürüyordu. Özellikle toplumsal tabanda güçlü bir din anlayışı olarak kabul gören Nakşi-Hanefi-Sünni gelenek Anadolu’da İslamcı hareketlerin modern ve ıslahçı Selefiliği ile Körfez eksenli Selefi Vehhabiliğe karşı ciddi bir direnç hattı oluşturdu. Gerek Yeniden Milli Mücadeleciler, gerek Türk Milliyetçileri gerek ise Milli Görüş hareketi farklı siyasal duruşlara sahip olsalar da, Hanefi Nakşi Sünni bir damarı hep korudular.
80 sonrası dış konjonktürde İran Devrimi ve Afgan Cihadı iç konjonktürde ise 12 Eylül darbesiyle tasfiye edilen ve cezaevlerinin ağır koşullarında radikalleştirilen Hanefi Nakşi Sünni damar Anadolu’daki din anlayışında ikinci bir kırılma yaşadı. Artık hemen hemen tüm İslam dünyasında İran Şiiliği ve Selefilik Siyasal dini ideolojiyi etkisi altına alan iki ana akım olarak yerini almıştı. Burada Selefiliğin bir ana akım olarak Selefi Davetten Selefi Çihatçılığa kadar geniş bir yelpazede farklı akımları içinde barındıran genel bir tanımlama olduğu unutulmamalıdır.
12 Eylül askeri darbesi Türkiye’deki resmi din eğitiminde yeni bir yöntemin benimsenmesine yol açtı. Nedendir bilinmez darbeyle birlikte “mezhepler üstü din eğitimi” şeklinde bir yöntem hayata geçirildi. Bu yöntem hem orta ve lise din kültüründe hem de Diyanet ve İlahiyatlarda genel bir çerçeve olarak benimsenmeye başlandı. Hem İmam hatip ders kitaplarında hem de diyanet yayınlarında hem de İlahiyatlarda Eş’ari-Şafi ya da Hanefi-Matüridiliğin merkezinde yer aldığı geleneksel Sünnilik terk edilerek Selefiliğin başrol oynadığı bir din anlayışının tercih edildiğini görürüz.
Buna karşılık İran Şiiliği ile ana akım Selefiliğe bağlı olan Selefi din anlayışının aktörleri Türkiye içinde alan kazanmak için rekabet ediyorlardı. Özellikle 2000’li yıllarda başlayan dini düşünce alanındaki geniş imkânlar basın, medya ve STK’larda bu iki akımın gittikçe güç kazandığını ve Türkiye’deki din anlayışında daha etkili olmaya başladıklarını söylemek yanlış olmayacaktır.
Türkiye’de resmi din eğitimi yapan kurumların ise bu iki akıma karşı ne bir stratejileri nede bunların yaygınlık kazanmasından kaynaklanan bir endişeleri vardır. Özellikle Irak ve Suriye’de yaşanan krizle birlikte Türkiye’nin hem içerisinde hem de dışarısında İran Şiiliği ile körfez eksenli Selefiliğin aktörleri arasındaki günden güne artan bir rekabet gözlemlenmektedir. Bu rekabet özellikle içeride bu aktörlerin vasallarını daha aktif hale getirmişken Türkiye hala bu hareketlere alan sağlayacak din eğitim modeline devam etmektedir.
Çevremizde artan radikalleşmeye karşı farklılıkları bir arada yaşatmanın, çoğulculuğu sağlamamanın ve farklı mezhepleri hoş görmenin yolu Eş’ari-Şafi ya da Hanefi-Matüridiliğin merkezinde yer aldığı geleneksel Sünnilikten geçmektedir. Buna karşılık Türkiye’de hem sivil hem de resmi kurumlar bu geleneksel Sünniliğin altını oyan, onu zayıflatan her türlü propagandaya ve yapılanmaya karşı adete sessiz kalmaktadır. Bunun en son örneğini bir sempozyum için gittiğim Türkiye’nin büyük şehirlerinden birinde şahit oldum. Konuyla ilgilendiğimi bilen öğrenciler yoğun olarak gittikleri bir cami kütüphanesinde bulunan ve ücretsiz olarak dağıtılan bir eserden bahsettiler. Meslektaşlarımla birlikte cami kütüphanesinde bu eserin iki nüshasını tespit ettik. Sonrada bu eseri aynı zamanda internet sitesinden de ücretsiz olarak indirilebileceğini tespit ettim.
Kitap körfez devletlerinden biri tarafından basılarak ücretsiz olarak 32 ülkede dağıtılan bir el kitabıydı. Kitap aynı zamanda Hac ibadeti sırasında gelen hacılara da ücretsiz olarak dağıtılmaktadır. Kitaba oldukça masum bir isim verilmişti: Son Üç Cüzün Tefsiri. Kitap Kur’an’ın son üç cüzünde yer alan surelerin mealleriyle başlıyordu. Fakat bildiğimiz Kur’an çevirilerinden farklı olarak satır aralarında ayetlerin kısa tefsiri de yapılıyordu. Kur’an meal ve tefsirlerinin sonunda ise Müslüman Hayatında Önemli Sorular başlığı ile kitabın yaklaşık yarısını kapsayan dini bilgiler veriliyordu. Kitabın meal ve tefsirlerinde çok dikkatlice bakmadan anlaşılamayacak yazılış amacı bu ikinci bölümde oldukça açık biçimde kendini gösteriyordu.
- İman Nedir?
- Tevessül Kaç kısımdır?
- Ölülere ve gâipteki kişlere dua etmenin hükmü nedir?
- Tevhid kaç kısımdır?
- Dinde bid’ati hasene, bid’ati seyyie (yani iyi bid’at, kötü bid’at) var mıdır?
- Adakta bulunmanın hükmü nedir?
Bu başlık altında yer alan açıklamalar Kitabın aslında Eş’ari ve Matüridi Sünni gelenekle ilgisi bulunmayan Selefi Vehhabi bir çizgide hazırlandığını açıkça ortaya koymaktadır. Kitabın 62 soruyla görüşlerini açıkladığı bu bölümü, adeta Hanefi Maturidi geleneği temsil eden Hakîm es Semerkandi’nin yine 62 başlık altındaki Sevadu’l-A’zam adlı eserine karşı yazılmış gibidir. Bu soruların devamında kitapta Abdunnebi ve Abdullah adında temsili iki kişinin tevhid, şirk tartışmasına yer verilir. Abdunnebi Allah’a değil nebiye tapan müşrik kimseyi temsil ederken Abdullah Allah’a tapan tevhid ehlini temsil etmektedir. Bu tartışmada Abdunnebi’nin görüşleri daha çok Selefi Vehhabi olmayanların görüşlerini yani geleneksel Sünni çoğunluğu ifade eder. Dolaysıyla kitap kendi görüşlerini benimsemeyenlerin müşrik olduğunu ima etmektedir.
Diğer önemli bir başlıkta İslam’a Aykırı Olan Şeyler adıyla aslında dinden çıkaran diğer bir ifadeyle kişiyi kafir yapan hususların sayıldığı bölümdür:
- Allah ile kendisi arasına vasıtalar koyup onlara dua eden, onlardan şefaat isteyen ve onlara tevekkül eden/güvenip dayanan kimse icma ile kâfirdir.
- Müşrikleri kafir saymayan veya onların kafir olmasında şüpheye düşen ya da tuttukları yolun doğru olduğunu söyleyen kimse kâfir olur.
Burada tevessüle yer veren tasavvufi ekoller ile Selefilerin şirk tasavvurunu kabul etmeyen diğer Müslümanların açıkça kafir sayıldığı anlaşılır. Zira bu bölümde el alınan müşriklik bildiğimiz anlamıyla Allah dışında ikinci bir ilah kabul etmeyi içermeyip, ölülere dua etme, kabirleri ziyaret etme, tasavvufu kabul etme, adak adama gibi Sünnilikte şirk kabul edilmeyen bir çok davranışı içermektedir.
Kitabın 130. Sayfasından itibaren ise ibadet ve ameli konulara yer verilir. Burada yer alan açıklamalar ise Hanefilikle bağdaşmayan Hanbeli Fıkhına ait olan açıklamalar içermektedir. Söz gelimi iki kulle suyun temiz kabul edilmesini Hanefiler kabul etmezken kitap bunu temiz kabul etmektedir. Kadınların başörtüsü üzerine mesh etmelerinin caiz görülmesi de buna örnek verilebilir. Ve asıl en önemlisi namazın kılınış şeklindeki tariflerdir. Bu tarifler tamamen Hanefi Fıkhının kabul etmediği uygulamalardır. Özellikle son zamanlarda internette Hanefilerin namaz kılma şeklinin Hz. Peygamberin kıldığı namaza uygun olmadığı ve bid’at bir uygulama olduğu şeklinde onlarca videonun yer aldığı düşünülerse kitaptaki bu açıklamaların neden önemli olduğu daha iyi anlaşılır. Dolayısıyla bu kitap namaz gibi temel bir ibadet üzerinden açıkça Hanefiliğin sahih bir mezhep olmadığı ve uygulamalarının bidat olduğunu zihinlere yerleştirmektedir. Kitabın açıkça zikretmediği ama aslında dikkatle incelendiğinde fark edilecek asıl amacı Hanefi ve Matüridilikle mücadele etmeye yöneliktir.
Kitapta ayrıca tefsir ve meal kısmında yer yer kendini gösteren Türkiye’de önemli bir taraftarı bulunan bir mezhebe karşı ötekileştirici bir dil kullanılmaktadır. Bu dil kitabın tamamında ise açıkça Hanefiliği ve özellikle de Hanefi-Matüridi itikadi düşünceyi hedef almaktadır. Kitabın hem itikadi hem de Fıkhi görüşleri ise Selefi Vehhabi bir temele dayanmaktadır. Bu temel aynı zamanda bu gün Suriye ve Irak’da çatışan radikal örgütlerinde temel dini ideolojisidir. Bu kitabın ücretsiz olarak ne kadar camiye girdiğini ve Türkiye’de kimlere kadar ulaştırıldığını tam olarak bilmiyoruz. Fakat en azından bu kitabın üniversite öğrencilerinin gittikleri camilerde gençler arasında dağıtılması Türkiye’deki Eş’ari-Şafi ya da Hanefi-Matüridi geleneğin aşındırılması açısından düşündürücüdür. Bu kitap da yer alan düşünceler eğer benimle aynı hassasiyeti taşıyorsanız şu hususlar açısından problemlidir:
- Hanefiliğin aşındırılmasını ve Hanefi mezhebinin tercih edilememesine yol açacaktır.
- Dolayısıyla Sünniliğin aşındırılmasına ve terk edilmesine neden olacaktır.
- Eş’ari ve Matüridi itikadı sorunlu hale getirecektir.
- Tasavvufa karşı düşmanlık oluşturacaktır.
- Selefi Vehhabi düşünceyi meşrulaştıracaktır.
- Sonuç olarak Türkiye’de radikalleşmenin önünü açacaktır.
Burada asıl üzüntü verici olan bu kitabın diyanet camisine girerken ve kütüphanesinde yerini alırken o caminin imamı tarafından bu kitabın ideolojisinin fark edilmemesidir. Türkiye’de muazzam ihtişamlı camiler ve yüze yakın İlahiyat Fakültesi açarken burada görev alacak imama Anadolu’da bin yıldır var olan Eş’ari-Şafi ya da Hanefi-Matüridi geleneğe karşı olan Selefi Vehhabiliği öğretemeyişimiz üzerinde durulması gereken bir mesele olmalıdır. Ve asıl önemli olan, bu konuda İmamı bilgisiz kılanın bu kurumlardaki eğitimin yetersizliği mi yoksa uzun yıllardır sürdürülen bilinçli bir tercihin sonucu mu, olduğudur. Kuşkusuz birincisi de oldukça vahimdir ama telafi edilebilir. İkincisi ise körfez ülkeleriyle birçok alanda ittifak kuran Türkiye’nin dini ideolojisinde de büyük bir devrime hazırlandığının habercisidir. Uzun zamandır bu iki kurumu dizayn eden aktörlerin eğer böyle bir tercihi varsa Eş’ari-Şafi/ Hanefi Matüridiliğin son kalesi düşmek üzeredir.