Postmodern Liberalizm, Din ve Müslüman

Süleyman ERYİĞİT

İslam geleneği kendisini şu beş esas üzerine bina etmiştir: Aklın, malın, neslin, canın ve Din’in korunması. Tüm Kur’an okumaları, tüm tefsir çalışmaları, tüm fıkıh usulü ve külliyatı bu beş esasın tesisi ve korunması cihetinden yapılmıştır. Çağdaş/modernist Kur’an okumaları ve fıkıh çalışmaları dahi-geleneğin hilafına birtakım sonuçlara ulaşmış olsa da- ümmetin maslahatının gözetilmesi bağlamında meşruiyetlerini bu beş esasın tahakuku üzerinden üretmek zorunda kalmışlardır.

Bu beş esasın tahakkuku, İslam öğretisine göre aynı zamanda insanlığın korunması anlamına gelmektedir. Çünkü bu beş esasın tamamı, hangi din ya da kültür coğrafyasına ait olurlarsa olsunlar insanı ve insanlığı korumaya matuftur. Ama mesele bundan ibaret değildir. İslam öğretisi bu genel çerçevenin içerisinde bu korumayı Müslümanlar için özelleştirir; bu koruma eylemini hem bir görev hem de sorumluluk olarak Müslüman Mü’mine yükler. Bu görev her asra ve her şarta dairdir; tarihsel değildir.

Dolayısıyla, bu beş esastan hareketle şu soruların cevaplanması gerekmektedir. Akıl, mal, nesil, can ve Din’i;

  • Kim koruyacaktır?
  • Kime karşı korunacaktır?
  • Nasıl korunacaktır

Klasik İslami öğreti “kim koruyacaktır?” sorusunun cevabını kişinin kendisi ve “Ulul Emr”; yani devlet olarak cevaplar. Kişi kendisine ait olan tüm bu alanları hem kendisine hem de diğerlerine karşı korumakla mükelleftir. Kişinin bu koruma eylemi imani sorumluluğunun bir gereğidir. Kişinin bu alanları kendisinin korumaya gücünün yetmediği/yetemeyeceği durumlarda bu koruma işi Ulul Emr (devlet/kamu otoritesi) tarafından yerine getirilmek zorundadır. Bu o kadar önemlidir ki, Ulul Emr’in meşruiyet şartlarındandır. Yani Ulul Emr bu görevi yerine getirdiği müddetçe meşrudur. Çok kolay anlaşılacağı üzere bu görevi yerine getirecek olan Ulul Emr, adil ve muktedir olmalıdır.

“Kime karşı korunacaktır?” sorusunun cevabı esasen yukarıda birinci sorunun cevapları içerisinde öz itibariyle bulunmaktadır. Ancak biraz açmaya ihtiyaç vardır. Bu soruya hemen herkes tarafından ilk olarak verilecek olan cevap, muhtemelen kişinin kendi dışından tehditlere karşı bu alanların korunması olacaktır. Tabii olarak bu da kamu otoritesi, onun yasaları ve kurumları tarafından yerine getirilecek bir iştir. Yani devlet denilen teşkilata ve onun otoritesine ihtiyaç vardır. Klasik İslami Öğreti bununla yetinmez. Klasik öğretinin bu soruya çok önemli addettiği bir cevabı daha vardır: Kişinin kendisine karşı da bu alanların korunması gerekmektedir. Örneğin Klasik İslami öğretiye göre kişi kendi aleyhine cürüm işleme özgürlüğüne sahip değildir. Çünkü kişiyi varlık aleminde insan kişi olarak var eden tüm sahip oldukları onun özde mülkü; yani kayıtsız şartsız maliki olduğu zenginlikleri değildir. Mesela insan kendi canına kıyamaz. Mesela Allah’ın sınırlarını belirttiği alanlarda(evlilik, cinsellik, iktisadi/ticari faaliyet vs.) Allah’ın koyduğu sınırları aşamaz. Mesela benimdir diye iktisadi bir varlığı yakamaz, yıkamaz, tahrip edemez. Çünkü “her zenginlikte başkalarının derece itibariyle hakkı varıdır”. Bir başka şekilde verili olan veya kendisinde var olan yeteneklerle elde edebileceği ne kadar zenginlik varsa hepsi Allah’ındır; insan bunların hepsinin emanetçisidir. Bu emanetçilik çok yüksek bir sorumluluk bilincine de tekabül eder; bu tekabüliyet imtihan sırrını mündemiçtir.

İşte burada ifade edilmeye çalışılan insanın hem dışarıdan, hem de kendisinden gelecek olan, tüm tehdit ve sapmalara karşı, bizzat mü’minin imanının gereği olarak kendisinin kendisini koruması gibi ahlaki bir yükümlülüğü bulunduğunun yanında, bu korumanın sadece insanın kendisine bırakılmayacak kadar önemli olduğu ve bu nedenle kamu otoritesinin işin içine katılması mecburiyetinin bulunduğu, tüm fıkıh tarihinin en temel konularından birisini teşkil etmiştir. Bu durum bizi üçüncü soruya; yani “nasıl korunacaktır?” sorusuna götürür ki bu soru artık bu gün için biz tüm Müslümanların en hayati sorusu haline gelmiş bulunmaktadır.

Çünkü günümüzde “Postmodern Libaralizm”, Klasik liberalizmin sınırlarını çok aşarak, insanın “metafizik özgürlük meselesi”ni İlahi bağlamından kopartarak, insanın kutsallığı argümanı etrafında sekülerleştirmiş bulunmaktadır. Artık bu halde herhangi bir ilahi kaynaktan neşet etmeyen, sadece ve sadece insanın kendi aklı ve insiyaklarından doğan arzu, istek ve eğilimlerini, birer sosyal model, kültürel gerçeklik, insani taşma/oluş kabul ederek hemen hemen tamamıyla normalleştirmiş ve meşrulaştırmış bulunuyor. Bu meşrulaştırmaları sadece özel alanlarda da bırakmıyor; bunları hukuki sistemin normal alanları haline getiriyor. Özellikle Klasik İslami Öğreti’nin neslin ve Din’in korunması alanına dair ahlakla ilişkili hususlarında, Din’in bırakınız içtihatlarını, icma ya da kıyaslarını, nasslarını işlevsiz kılmak için yoğun bir kültürel bombardıman yapıyor. Tüm bunların sonucu olarak sokaktaki Müslüman’ın farkına varamayacağı biçimde onun bilinçaltına empozelerde bulunuyor. Ve ne yazık ki bu bombardımanda İslami medya ve entelekteller de lojistik destek sağlıyorlar. Ve bu enetelektüeller bunu “zamanı doğru okumak” olarak görüyorlar.

Yukarıda bir kavramlaştırma yaptık: “Klasik liberalizm”, “Postmodern Liberalizm”. Bu kavramlaştırmayı yaparken şu farklılıklara yaslandık: Liberalizm öteden beri kendisini “özgürlük” kavramı etrafında tanıtmakla beraber içinde bulunduğumuz yüzyıla gelinceye kadar giderek azalmakla beraber hep bir muhafazakarlığı da özünde taşımıştır veya en azından ima etmiştir. Nitekim, Batı kültür ikliminde Liberalizm hep muhafazakarlıkla beraber anlaşılmış ve hatta çoğu zaman sadece teşebbüs hürriyeti olarak görülmüş, geleneğin ve ahlakın alanına fazla tecavüz etmesine izin verilmemiştir. Bu nedenle olsa gerek bizdeki “sağ” partilere de bu yaklaşım hep sıcak gelmiştir; kendilerini “muhafazakar liberal” olarak takdim etmekte bir sakınca görmemişlerdir. Bu anlayışa en tipik örnek olarak Özal’ın ANAP’ı gösterilebilir. AKP’de kendisini zaman zaman böyle tanımlamaktadır.

Liberalizm içinde bulunduğumuz yüzyılda artık tamamen kendisini sadece iktisadi alanda değil, kültür ve özellikle ahlak alanında da hakim kılmış bulunmaktadır. İnsandan başlayarak insana dair her alanı aklın ve arzuların kurallarını koyacağı bir alana çevirmiş bulunmaktadır. Bunun sonucu olarak insana dair tüm eğilim ve tercihler, Klasik İslami Öğreti’nin insanın kendisine karşı da korunması hakikatini berhava etmiş bulunmaktadır. Tüm büyük anlatıların öldürülmek istendiği bu havada, asıl büyük anlatı olan dinlerin ve özellikle teslim bayrağını çekmemiş olan İslam’ın yine Müslümanlar eliyle “Postmodern Liberalizm’e eklemlenmeye çalışılmasının korkunç travmalarını yaşıyoruz.

“Peki Postmodern Liberalizm” nedir diye sorulacak olursa; Allah’ın sınır koyduğu ya da yasakladığı her ne var ise onları bir şekilde hayatın ve insanın tabii görünümleridir sayan her şeydir.