Mehmet Akif Demagoji ve Tertip
Yeni Şafak’ta Rasim Özdenören (10.10.2010); “demagoji ile yapılan şey son tahlilde mantık oyunlarıyla fikir canbazlığı yapmaktır…böylece, aslında doğru olan bir önerme mantık oyunuyla yanıltıcı bir fikir aletine dönüştürülmektedir” dedikten sonra şöyle devam ediyor:
“Mesela bir de Argumentum ad hominem kavramı var. Bu da belli bir fikri kanıtlamakta zorluk çekildiğinde kişisel özelliklere başvurmayı dile getiriyor. Bu yöntem Türkiye’de İkinci Meşrutiyet’ten bu yana oldukça sık müracaat edilen tertiplerden biridir. Milliyetçilik fikrini kullanarak Osmanlı devletinden ayrılmak isteyen/ayrılan anasıra karşı Türk ırkçılığının dermeyan edilmesi bu cümleden sayılır. Böylece Türk’ün İslam’ın çekilmiş kılıcı olduğunu işitmek çoğu kimsenin hoşuna gidecek bir önerme haline getirilmiştir. Mehmet Akif’in ‘ebediyen sana yok,ırkıma yok izmihlal’ deyişi o günlerin hatırasına dayanır.”
Lugatler, eski adı mugalata olan demagojiyi, “yanıltmak için söz söyleme; yanıltacak yolda söz söyleme, ağız kalabalığı” olarak tarif ediyorlar. Yani; pek tabii, var olan bir hakikatin suistimal edilerek yanlış bir fikri sonuç istihsal etmek için kullanılması.
Yazarın yukarıda iktibas ettiğimiz ifadeleri lugatlerin tanımladığı çerçeve içerisinde mugalata kapsamına girer mi girmez mi tartışılır ama, konumuz bu olmadığı için işin bu tarafının üzerinde durmayacağız. Bizim hareket noktamız Yazar’ın beyanları olacak. Bu nedenle kendimizi Yazarın ifadeleriyle sınırlayarak devam etmek istiyoruz.
Yazar kendi tarifinden hareket ederek biz okuyucuları şu mantıksal sonuçları kabule ulaşmaya zorluyor:
- Türkiye İkinci Meşrutiyet’ten bu yana mantıktaki “argumentum ad hominem” kavramının ifade ettiği anlamda Türk Milliyetçiliği fikrine sahip olanlar tarafından bir tertiple karşı karşıya bırakılmaktadır.
- Milliyetçilik fikrini kullanarak Osmanlı Devleti’nden ayrılmak isteyen/ayrılan anasıra karşı Türk Irkçılığının dermeyan edilmesi bu cümledendir. Böylece Türk’ün İslam’ın çekilmiş kılıcı olduğunu işitmek, çoğu kimsenin hoşuna gidecek bir önerme haline getirilmiştir. (Yani yazara göre aslında bunun bir önerme haline getirilecek kıymette tarihsel bir gerçekliği de bulunmamaktadır. Yani, geride bırakılan bin yılda Türkler’in yarattığı tarih aslında başka bir şeydi ama bizi kandırmışlardır.)
- Mehmet Akif’in ‘ebediyen sana yok, ırkıma yok izmihlal’ deyişi o günlerin hatırasına dayanır.
Yukarıda, Yazarın ifadelerinden çıkan ve maddeler halinde daha anlaşılır kılmaya çalıştığımız görüşleri üzerine o kadar çok şey söylemek mümkün ki; bu mümkûnîyet söylenecek şeyleri hakikaten zâid kılıyor. Çünkü şimdiye kadar bu hususlar üzerinde aslında söylenmedik bir şey kalmadı desek yeridir.
Ama bir husus var ki, insaf, vicdan ve iman mecburiyeti olarak belirtilmesi gerekiyor.
Yazar, kendi tarifinden hareketle bir mantık örgüsü içerisinde müthiş bir mugalata örneği göstererek bize; “bakmayın siz öyle Akif’in İslamcı/milli bir şair olarak tanındığına, Mehmet Akif de ‘argumantum ad hominem’ in tarif ettiği bir tertip adamıydı. Irkçı/Türkçü tertibin bir parçasıydı. Onun için “ebediyen sana yok, ırkıma yok izimihlal” derken, Hz. Peygamber’in “kişi kavmini sevmekle kınanamaz” Hadis-i şerifini de sui istimal etmiştir” demeye getiriyor.
Bu söz tezgahı karşısında ne denir bilemiyorum; çünkü insafımız, vicdanımız ve imanımız bizi bir mümin karşısında yine de dikkatli ve ölçülü olmaya mecbur kılıyor. Ama şu hususları belirtmenin de yine insaf, vicdan ve iman gereği olduğunu düşünüyoruz:
Akif’in tüm hayatı “maveraya yolculuk”tu: Kendisinin ihtiyacı varken sırtındaki paltoyu bir muhtaca verirken de, Necid çöllerinde Halife-yi Ru-yi Zemin’e İngilizlerin iğvası sonucu isyan eden/etmek üzere olan İslamla ilk müşerref olmuş Arapları “Allah’ın yoluna ikna” etmeye çalışırken de, Taceddin Dergahı’nda, Yahya Kemal’in “Galip et ya Rabbi son ordusudur bu İslam’ın “dediği Türk Ordusu’nun milli mücadele için cephelerde verdiği o amansız mücadeleyi desteklerken de maveraya yolculuk yapıyordu. Tefsir çalışmasına başlayıp, “ben ısmarlama tefsir yapmam” derken de, ortaya dünyanın hayalini kurduğu dünya olmadığını gördüğünde çıktığı hicrette ve gurbet hayatında da maveraya yolcuydu. O birilerinin irfanı yetmediği için anlayamadığı ve tenkid ettiği, Hakk Teala’nın ancak mümin şairlere verdiği teşbih ruhsatını (kıyas değil) kullanarak “Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor tevhidi/ Bedr’in arslanları ancak bu kadar şanlı idi” derken de maveraya yolculuk yapıyordu. O bu yolculuğunu dünyaya sırtını dönerek yapıyordu, gününün medya imkânlarını elinin tersi ile iterek; yani şöhret olmamak için ne gerekiyorsa öyle yaparak gerçekleştiriyordu.
Üstelik Akif, Yazar’ın anladığı ve yazısında olumsuzluk yükleyerek kullandığı Türk ırkından da değildi; ama Türk’tü. Çünkü İslam şairi Akif’e göre Türk olmak bir soya, sopa, ırka intisabı değil, ehl-i salibe karşı bin yıldır tüm Müslümanların onur mücadelesi veren, Allah’ın Dinini tebliği eden kültürel kimliğin adıydı. Onun için Türk’e ve bayrağına, “ebediyen sana sana yok ırkıma yok izmihlal” derken bunları kastediyordu ve bunu yaparken asla bir kompleks de duymuyordu. Çünkü ona göre Türk Müslüman demekti ve bu kültürel akış zaman zaman yolunu şaşırsa da er ya da geç asıl mecraını bulurdu; buna inanıyordu. Ancak Akif bu çizgisiyle artık günümüz “İslamcılar”ını kesmiyor.
Günümüz “İslamcılar”ının zihni teşekkül kodlarında arızalı bir damar var: Bu damar, içinde Türk adı geçen her ne var ise bunu duyduğunda şiddetli bir tepkiyi tetikliyor. Ama ne çare ki en azından son bin yıllık Tarih, Türk ismini(veya sıfatını) ifade etmeden okunamıyor.