BİLİM VE ÖFKE
Newton’un evren anlayışından, Einstein’ın “izafiyet teorisi”nden ya da “kuantum fiziği”nden, doğrudan doğruya bir ahlak anlayışı, bir hukuk sistemi veya bir anlam dünyası çıkartamazsınız. Çünkü; anlam ve değere dair bir takım sonuçlara ulaşmak için bilim ve bilimsel bulgular bize doğrudan yardımcı olamazlar. Bilimin teorileri veya ulaştığı sonuçlar, bize ancak felsefe yoluyla değer alanına ilişkin işe yarar bir takım sonuçlar sunabilirler.
Çünkü bilimsel bilginin hiçbir teorisi, hiçbir modeli, hiçbir buluşu bize neyin iyi neyin kötü, onun doğru ve yanlışları bilimseldir; ahlaki olarak neyin doğru neyin yanlış olduğunu söylemez. Bilimin sonuçları hayatımızı renklendirir, şenlendirir, kalitesini artırır ama neyin iyi neyin kötü olduğuna dair bir değerler dünyası sunamaz. Bir başka şekilde, ışığın farklı ortamlardan kırılarak yoluna devam etmesi, kaldıraç formülü veya su cenderesinin işleyişi ya da “dinamiğin temel prensibi”, veya maddenin aynı anda hem dalga (yani ışık) hem de parçacık (yani foton) olması, doğrudan doğruya bize, değer anlamına gelecek bir veri sunmaz. Biz insanlar eşyanın; yani maddenin bu kendine özgü dilinden anladıklarımızı, kendi subjektif yanımızla yorumlayarak bir anlam dünyası, bir değerler toplamı elde ederiz. Yani bu verilerden hareket ederiz ama aslında yaptığımız şey, eşyanın kendi kanunlarının bizde uyandırdığı düşünceleri, bizde önceden bir şekilde var olmuş olan anlam dünyamızla; zihni kodlarımızla; yani kendi “subjektivite”mizle yoğurarak ve yorumlayarak anlam dünyamızın verileri ve aletleri haline getirmemizdir. Buradan da eğer olabiliyorsa düşünme, felsefe yapma eylemlerimizle değer oluşturmaya çalışırız.
Örneğin, kuantum fiziğindeki gözlem ve tespitlere gelinceye kadar, özellikle makro alemde “deterministik” bir ilişki içerisinde meydana geldiğini gördüğümüz olaylara bakarak, bu ilişki/illiyet biçiminin sadece maddi alemde değil, tüm kainatta ve mikro alem olan insanın psikolojisinde ve sosyal olaylarda da aynı şekilde olabileceğini düşündük ve araştırma yöntemlerimizi bu istikamette kullanmaya başladık. Buna bağlı olarak örneğin insan ruhuna dair olup bitenleri, maddi olan beynin, yine maddi fonksiyonlarının sonucu olarak ortaya çıkan bir kısım kimyasallarla izah etmeye çalıştık. Aradığımız; maddi alemdeki katı sebep sonuç ilişkilerinin her yerde geçerli olacağıydı. Keza sosyal olaylarda ve toplum bilimlerinde de deterministik bir ilişki aradık. Çünkü makro alemde işler böyle yürüyordu. Şuna inanıyor ya da şunu kovalıyorduk: Eğer hayatın her alanında geçerli olan bir takım yasalara ulaşırsak, hayatın ortaya çıkışını, anlamını, hakikati bulacak ve varsa varlığın gayesini de buradan çıkartabilecektik. Bunları yaparken bizi aşan ve bizim dışımızda olan hiçbir otoriteyi kabul etmeyecek ve böylece, zaten böyle bir gerçekliğin olmadığını da teşhis ve tespit etmiş olacaktık. Nitekim pozitivizmin önemli bir şahsiyeti olan Laplace, makro alemdeki sebep-sonuç ilişkisine ve matematiğe o kadar güveniyordu ki “siz dünyadaki zerreciklerin bu günkü hareketlerini belirleyin, ben insanlığın geleceğini kesin olarak haber vereyim” diyebilmiştir.
İnsanlık tarihinin yaklaşık iki asrı bu imanla geçirildi. Aklın ve bilimin vardığı sonuçlar, ulaştığı yasalar, elde ettiği veriler ve bunların sonucu olarak “yarattıkları”, bizlere bilinemez (yani gayb) olan hiçbir şeyin olamayacağını, sadece şimdilik bilinemediğini gösteriyordu. Öyleyse bilim her şeydi. Bilimden ve onun çok başarılı aleti olan akıldan daha değerli yol gösterici yoktu; olamazdı. Bu bakış açısı, içinde bilfiil yaşadığımız uygarlığın başta çevre felaket verileri, yaşanan iki büyük savaş, beyaz olmayan ırkların köleleştirilmesi ya da yok edilmesi, sömürü gibi insanlığın yüz karası olayları görmezden gelirsek, bu günkü uygarlığımızı yaratmıştır.
Klasik fiziğe bu iman devam ederken, 20’nci yüzyılın başında mikro alemde işlerin hiç de makro alemdeki gibi yürümediğine dair bazı gözlem sonuçlarına ulaşıldı. Örneğin, atomaltı alemde atomaltı alemi oluşturan nesneler, hiç de deterministik bir bağımlılık içerisinde hareket etmiyorlardı. Hatta bu parçacıklar bazen kütle bazen enerji olarak görülüyorlar ama bir disiplin altına girmiyorlardı. Yani sanki kafalarına göre takılıyorlardı. Bu nedenle ne şimdiki konumları ne de gelecekteki konumları kestirilebiliyordu. Üstelik kendileri nasıl iseler öyle değil, biz nasıl görmek istiyorsak öyle görünüyorlardı. Örneğin biz onları parçacık olarak görmek istiyorsak bize kendilerini parçacık, dalga/ışık olarak görmek istiyorsak öyle gösteriyorlardı.
Mikro alemin bu özelliği, çok ciddi felsefi çağrışımlara ve çıkarımlara neden oldu. Çünkü determinizm çok ciddi bir darbe alıyordu ve buradan hareketle sosyal hayatı da determinist bir mekanik ilişki içinde tanzim etmeye çalışan, pozitivist, ateist ve materyalist muhitin eli zayıflıyordu ve zayıflamıştır.
Yukarıda bir miktar sıkıcı addedilecek konulara, Üniversiteler Arası Kurul’a aday gösterilen yer bilimci Prof. Dr. Celal Şengör’ün, aday gösterilmesine teşekkür bağlamında Kurul üyelerine yazdığı mektupta dile getirdiği görüşleri okuyunca, zorunlu olarak girdik.
Celal Şengör, geçtiğimiz ay basın marifetiyle, kamuoyunun da malumu haline gelen mektubunda şu görüşleri dile getirmişti:
“Din, belirli dogmalar çevresinde kurulmuştur ve yanılmaz olduğu iddia edilen bir veya birkaç tanrının vahiyleri olan dogmalarından vazgeçemez. Bilim ise sürekli olarak gerçeği arayan ve gerçekle bağdaşmayan hiçbir şeyi kabul etmeyen bir düşünce sistemidir. Bilim, bitmeyen bir deneme-yanılma süreci içerisinde daima yanlışları eleyerek hakikate asimptotik olarak yaklaşır. Ancak hepinizin bildiği gibi, tek bir ters veri en ihtişamlı teoriyi çöpe atmaya yeterlidir. Dinin pek çok dogması bilimin isbatları karşısında bu şekilde çöpe gitmiştir. Bugün artık ne dünyanın yedi günde yaratıldığına, ne Nuh Tufanına, ne de Havva ile Âdem masalına inanmak mümkündür.”
Evet yukarıdaki yaklaşımlar bu anlı şanlı profesörümüze ait.
Şimdi işe hemen şu soruyla başlamak gerektiği kanaatindeyiz: Çünkü Hoca’nın mantık silsilesinin temel iman noktasını burası oluşturuyor:
“bitmeyen bir deneme yanılma süreci içerisinde daima yanlışları eleyerek hakikate asimptotik olarak yaklaşan” bilimin, hakikati bulduğunun, bulabileceğinin garantisi nerededir? Karl Popper’in “hipotezin her denemede doğrulanması, doğruluğunu ispat etmez; yani yanlış olmadığını göstermez. Ama bir kere yanlışlandı mı artık yanlış olduğu ispat edilmiş olur” biçimindeki yaklaşımını kullanmış Şengör. O zaman “tek bir ters verinin en ihtişamlı teorileri dahi çöpe atmaya yeterli olduğu” bir süreç içerisinde, hangi durumda, hangi noktada, ve ne zaman hakikati bulduğumuzdan emin olacağız? Her ne kadar Batlamyus dünya merkezli evren modeli yerine, güneş merkezli evren modelini getirerek, gökbilimsel bir olguyu olduğu şekliyle bilim dünyasına hediye etmişti ama Copernicus, gezegenlerin yörüngelerinin elips biçiminde değil, daire biçiminde olduğunu da söylemişti. Oysa biz bugün yörüngelerin elips biçiminde olduğunu biliyoruz.
Yine aynı şekilde bu gün klasik fiziğin yerini alan kuantum fiziğinin yerini, yarın bir başka teoriye terk etmeyeceğinin garantisi nedir?
Dolayısıyla bu soruların bizi getirdiği noktada şu sorular da sorulmayı hak etmektedir: Hakikat, bilimsel buluşların hangi noktasında bize kendisini gösterecektir? Veya tersinden, hangi keşif ve teori noktasında hakikate ulaşmış olacağız? Yoksa hakikat diye bir şey yok mudur? Hakikaten, hakikat nedir?
Görüldüğü gibi, eğer bir hakikat varsa; bilimle her an değişen, değişebilme ihtimali bulunan; her yeni durakta önceki bulgularını ya da teorilerini terk eden bir bilgiyle onu bulmak mümkün değildir. Eğer siz olgular alemindeki gerçekliklerden bahsediyorsanız, onların varlığı; yani hakikat değeri varlık alemine dairdir. Çünkü biz bu gerçeklikleri, ölçeriz, sayarız, tartarız, toplarız, çıkartırız, böleriz, dokunuruz, koklarız, işitiriz, görürüz. Ama tüm bu algı ve temas hallerinden bir anlam ve değer dünyası inşa edemeyiz. İşte bu nedenle bu bilim adamımızın ağzıyla; bizler gönül rahatlığı ile “dünyanın yedi günde yaratıldığına, Nuh Tufanı’na, Ademle Havva masalına inanmayı” sürdürürüz. Çünkü maddi alemin perdelemesinin ardında mutlak bir hakikat var.
Şimdi gelelim bu bilim adamımızın üniversitelerdeki başörtüsü yasağı konusundaki yüksek(!) düşüncelerine. Önce bu konuya dair mektubundaki şu öfkeli satırlara bir göz atalım:
“Karşımıza dinin dogmalarını reddeden bilimi öğrenmek için geldiğini iddia ederken, o dogmalara bağlı olma sembolünden inatla vazgeçmeyenlerin bilimsel dürüstlük ve samimiyetine nasıl inanacağız? Akla açık bir ihanet olan bu davranışın temsilcilerini, aklın ve bilimin geliştiricisi olan üniversitelerimize nasıl alacağız? Böyle kişilere, öğrettiğimiz bilimi öğrendiklerine itimat ederek nasıl not veya diploma vereceğiz? Günün birinde öğrendiklerini, aklı ve bilimi ve dolayısıyla insan uygarlığını boğmak için kullanmayacaklarına nasıl güvenebileceğiz?
Bu nedenle üniversite tüm dogmatik inanç sistemlerini işlevine temel yapmayı reddeder. Onları bilimsel olarak inceler, ancak temsilcilerini üyeleri olarak kabul etmez. Militan dogmatiklerin üniversite bünyesine kabul edilmemelerinin nedeni budur.”
Kendi içinde müthiş tenakuzlarla dolu bu satırları okuyunca, bilimi nötr ve objektif bir faaliyet olarak kabul etme yerine, onu din gibi dogma haline getirmiş çağdaş bir Auguste Comte ile karşılaştığınızı görüyorsunuz. Yine de itidali kaybetmeden Şengör’ün görüşlerini tahlil etmeye çalışalım:
Bir kere eğer siz, bilimin açık, apaçık ve ikna edici diline ve gücüne güveniyorsanız, bilimin bu üstün vasıflarıyla dogmatikleri de ikna edebileceğini kabul etmelisiniz. “Bu halleriyle bunları üniversitelere nasıl alacağız?” diyorsunuz. Aksine tam da bunları üniversiteye alarak içine düşmüş bulundukları, kör, sağır ve karanlık (!) dünyalarından bilimin aydınlığına çıkartmak gerekmiyor mu? Aklın tenvir ve irşadlarıyla bu insanları aydınlatarak; başlarındaki başörtüsünden başlayarak tüm dogmatik zincirlerini kırmalarını sağlamak gerekmiyor mu? Bu imkan ve fırsat varken, bunları üniversite dışında bırakarak karanlığa mahkum etmek, insanlığa ve bilime de ihanet değil mi?
“Günün birinde öğrendiklerini, aklı ve bilimi ve dolayısıyla insan uygarlığını boğmak için kullanmayacaklarına nasıl güveneceğiz?” diyorsunuz. Peki, zorla başlarını açtırıp üniversiteye alıp aklın ve bilimin tüm imkanlarını öğrettiğimizde bu tehlikelerden nasıl emin olacağız? Yani bütün sorun ve sır başörtüsünde mi? Başörtüsü bir sihirli kristal mi?
Bilim nötrdür. Kendi başına bize hiçbir subjektif değer ve anlam dünyası sunmaz. Onu bizler, yani biz insanlar subjektif yaparız. Bilimin verilerini önce felsefi alana taşırız; orada işleriz, ve olabiliyorsa bir görevi de değer ve anlam üretmek olan felsefe marifetiyle işe yarar hale sokmaya çalışırız. Bununla birlikte, yeni akıl yürütmelerimizle veya bilimsel verilerin ve teorilerin değişmesiyle, ürettiğimiz değer ve anlamlar da itibar kaybederler ve güçten düşerler. Tıpkı pozitivizm gibi, tıpkı materyalizm gibi, tıpkı determinizm gibi. İşte bu nedenle bilimden de veri devşirerek bize bir anlam ve değer dünyası sunmaya çalışan felsefe de akıl yürütmenin ötesine geçemez, geçememiştir.
Bunun için insanlığın anlam ve değerin üretildiği sahih ve sağlam alanlara/referanslara ihtiyacı vardır. Bunu da ancak vahyi/ilahi dinler sağlayabilirler. Aksi halde bilimi dogma(din) haline getiririz ki bu da bilimin kendi iç tutarlılığına aykırılık teşkil eder.
Bu nedenle biz Şengör’ün masal dediği hakikatlere inanmaya devam edeceğiz.