“MÜSLÜMAN ENTELEKTÜELLER” VE VAHYİN TERKİ
“Sinan Çetin'le AK Parti arasında sermayenin serbest dolaşımı dışında hiçbir ortak payda yok çünkü. Oysa 'Muhafazakar eşcinsel' Cemil İpekçi öyle mi ya?
O'nda dindarlık'tan bağımsız da olsa muhafazakarlık, özgürlükçülük, eşitlikçilik ve insani olandan yüz çevirmeme gibi 'haslet'ler var. Az şey mi?”
Yukarıdaki satırlar, Yeni Şafak Gazetesi yazarlarından Özlem Albayrak’ın 26 Ocak tarihli yazısından. Özlem Albayrak’ı kendi ifadesine göre bu noktaya getiren de Sinan çetine ilişkin şu değerlendirmeleri:
“Hayatın kaynağını insan egosu olarak tanımlayan ve bu kaynağa bin yıldır fedakarlık ve iyilikseverlik adı altında bir saldırı olduğuna inanan Sinan Çetin; ultra pozitivist akıllarını aldığı yazarı, Ayn Rand'ı keşfedişini de şöyle anlatır: “Bütün kitaplar, insanlığın hali ne olacak, sağa sola yardım edelim, komşumuzla iyi geçinelim, paradan nefret edelim, başarı değil duygu önemli, akıl her yeri kapladı kalplerimize yer kalmadı' fikrini anlatıyordu. Bu kütüphanede bana gerçeği anlatan, başka bir şey söyleyen Ayn Rand'la tanıştım." Tamam, Sinan Çetin, Horkheimer'ı ya da Walter Benjamin'i keşfetmesin ama, azıcık 'makul' olsun istiyor insan, bunları okuyunca.”
Bundan yaklaşık iki ay önce yine burada; Yorumlar başlığı altında; “varlığını ve meşruiyetini öteki üzerinden üretmenin yeni bir yolu” isimli bir yazı yazmış ve bu yazıda;
“İslamcılarımız” dünkü “öteki”, bu günkü müttefikleri olan bu kesimlerin üzerinden, dün hasımlık ve “batıllık” üzerinden ürettikleri kendi varoluşlarını ve meşruiyetlerini, yine bunlar üzerinden, ama bu defa ittifak ederek üretmenin çok ustalıklı yolunu buldular. Tabii bunun için içtihada ihtiyaç vardı; ruhen, vicdanen ve fıkhen rahatlamaları gerekiyordu. Bunun yolunu da tüm bu farklı kesimleri “Medine Vatandaşları” kabul ederek buldular, bulduklarını sandılar. Bir başka şekilde ifade edecek olursak, dün “batıl” olan bu kesimleri bu defa “Medine’nin vatandaşları” kabul ederek; kendi haklarını savunmanın, ancak bu dünkü “ötekiler”in haklarını savunmakla; kendi meşruiyetlerini sağlamanın, ancak bu dünkü “Batıl”ların meşruiyetini kabul etmekle mümkün olabileceğini keşfettiler ve böylece “Medine”, yani “ devletleri”için en uygun çerçeveyi ürettiler(!) demiştik.
Evet! Özlem Albayrak’ın yazısı bizi bir kere daha teyit etti ne yazık ki? Yanlış anlaşılmasın Özlem Albayrak’ın Sinan Çetinle ilgili tüm tesbit ve değerlendirmelerine aynen katılıyoruz. Problem burada değil. Problem şu ifadelerde:
Oysa 'Muhafazakar eşcinsel' Cemil İpekçi öyle mi ya? O'nda dindarlık'tan bağımsız da olsa muhafazakarlık, özgürlükçülük, eşitlikçilik ve insani olandan yüz çevirmeme gibi 'haslet'ler var. Az şey mi?”
Çok sorunlu ifadeler değil mi? Hem değerlendirmenin dayandığı dini/ahlaki/fıkhi zemin bakımından hem de kavramlara yüklenen anlam bakımından. İşin fıkhi cevaz ya da meşruiyet kısmındaki sorunluluk apaçık olduğu için, yazarın yaklaşımının bu tarafını ihmal ederek kavramlarda yapılmak istenen anlam tahrifatına değinmek istiyoruz:
Bir kere dinden bağımsız muhafazakarlık olmaz. Veya din olmazsa muhafazakarlık olmaz. Çünkü muhafazakarlığı üreten bizzat kutsal olanın kendisidir. Bunun dışında kalan eski düzene dair yapı ve bunun dayandığı değerler, ancak “statüko” diye adlandırılabilir. Ayrıca “özgürlükçülük, eşitlik, insani olandan yüz çevirmeme gibi hasletler” dediğinizde ve üzerinde kelam ettiğiniz şahsın tavır, tarz ve tercihlerini dikkate aldığınızda şahsın tüm bu vasıflarını, özgürlüğe, eşitliğe ve insani olana dair olarak kabul ediyorsunuz demektir ki bu da vahyin, (haşa!) reddinden başka bir anlama gelmez ve gelmeyecektir. İşte bu tehlikeli noktalardan dolayı söz konusu yazımızda şu tesbitte bulunmuştuk.
“Esasen ortada bir cevaz problemi var; olmalı. Nitekim bu günkü müttefiklerin sahih ve caiz olamayacak bazı kazanımlarını“İslamcılar” üzerinden üretmek istemeleri, aslında bu insanlarımızda zorlu bir sorgulamayı gerektiriyor olmasına rağmen bunun yapılmaması.”
Evet ortada bir cevaz problemi var ve fakat “Müslüman entelektüeller” statüko ile savaş uğruna artık herhangi bir metafizik endişe taşımıyorlar. Başörtülü kadın yazarımızda da bu sakat bakış açısını bir kere daha müşahede ettik. Hassasiyetimizin yüksekliğinden ötürü, bir hatırlatma yapmaktan kendimizi alıkoyamadığımız için o hatırlatmayı yaparak yazımızı noktalayalım:
Mukaddes kitabımızda Lut kıssası anlatılırken, Hz. Lut’un karısının da geride bırakılması; yani şehri terk ederken Hz. Lut tarafından yanına alınmaması emredilmiştir. Bunun anlamı çok açıktır: Demek ki bir Peygamber hanımı olmasına rağmen Hz. Lut’un karısı da Hz. Lut’un yanında değil, luti kavmin yanında yer alıyordu. Ve peygamber hanımı olması ona bir imtiyaz sağlamamıştır.