KAFATASÇILIĞIN YENİ TÜRÜ
Milliyetçiliği ile maruf bir genetik bilimci çıksa ve hakikaten tamamen bilimsel araştırmaların sonucu olarak, “Türkiye’de yaşayan insanlarda ‘Türk geni’ adı verilen bir özelliğin bulunduğunu ve bu durumun, Orta Asya’daki Türk kökenlilerle aynı olduğunu söyleseydi, ne ırkçılığı kalırdı ne de kafatasçılığı. Nitekim Halaçoğlu’na yapılanlar tam böyle bir şeydi.
Takriben on beş yıl önce de benzeri bir tez ortaya atılmıştı. Adı Türklüğün sembolü bir hayvanla aynı olan profesörümüz; “aslında Anadolu’da Türk diye bir milletin olmadığını” ileri sürmüş, “Türkiye’nin bir mozaik” olduğunu” iddia etmişti. Hatta bu konuda bir de kitap yazmıştı. Bu profesörümüz -garip bir çelişki olarak- bu bilimsel (!) çıkışları yaparken, Demirperde’nin yıkılmasının ardından “Adriyatik’ten Çin Seddi’ne büyük Türk Dünyası” tasavvurunu dillendiren 9’uncu Cumhurbaşkanımızın da danışmanlığını yapıyordu. Bu akademisyenin ortaya attığı “mozaik” tanımlaması, takip eden yıllarda Türkiye’nin düşmanlarının çok işine yaradı ve halen yaramaya devam ediyor.
Şimdi ise yine benzeri bir hamleyle karşı karşıyayız. Akademik eğitimini(!) ABD’de yapmış taze bir akademisyenimiz, kamuoyuna aksettiği şekliyle kişisel bir şöhret yakalama arzusunda çok daha farklı bir amaca matuf olduğu hissi veren bir çıkışla, artık çağdaş bilimin yeni oyuncağı ve aynı zamanda putu haline gelen genetik haritanın sunduğu verilerle(!), Türkiye’de yaşayan insanların büyük bölümünün, kırk bin yıl önce bu topraklarda yaşayan insanların torunları olduklarından bahisle; “Yani Türkler 1071 yılında Anadolu’ya gelmedi. Orta Asya göçü bir efsane Türklük bizim ürettiğimiz kültürel kimlik ve son 200 yılın ürünü. Anadolu’da yaşayan halklar Yunan halkına yakın. Türkiye, İran ve Yunanistan genetik açıdan birbirlerine ayrılmaz biçimde çok yakınlar...Buna mukabil, Türkmenler, Kırgızlar vs. ise Anadolu’daki Türklere genetik olarak çok çok uzaklar: hatta ilgileri bile yok” diye buyurmuş.
Efendi bununla da yetinmeyerek, Çin kaynaklarında yer alan bilgileri ve Göktürk’leri görmezden geldiği gibi, henüz “13. Asırda Avrupalı seyyahların Tuna boylarından Altay dağlarına kadar uzayan bütün bu coğrafyayı ‘Büyük Türkiye’ ve Selçuklu Anadolusu’nu da sadece ‘Türkiye’ adı ile gösterdikleri” (bkz. Osman Turan; Türk Cihan Hakimiyeti Mefkuresi), hakikatini de ilminin ferasetinden olsa gerek ıskalayarak, “tarihin hiçbir devresinde Türk adına rastlanmadığı” gibi, tarihi gerçeklerle asla örtüşmeyen yüksek bir tesbitte de bulunmuş.
Bu hamle bizi ister istemez biraz eskilere götürdü:
1930 yılların sonlarına doğru bu ülkede iktidarda bulunan o günkü sol’un başbakanına yakın kimseler tarafından, bir yandan tıpkı bugünkü Moğol isimli akademisyenimizin yapmak istediği gibi, bu ülkenin bu topraklarda bin, Turan coğrafyasında beş bin yıllık bilinen tarihi yok sayılarak,(tarihin bu devresi kayıtlardan çıkartılarak), esas atalarımızın Yunanlılar, Hititler, Frigyalılar,Etiler, Sümerler vs. olduğu ıspat edilmeye çalışılmış, ancak garip bir biçimde bu kimseler aynı zamanda, o günlerde Nazi Almanyası’na bakarak, ırk/köken araştırmaları rüzgarına kapılmışlar, hatta kafatası ölçümlerine girişmişlerdi. Bütün davaları, Türkiye Türklerinin beş bin yıllık tarihle iritibatın kopartmak; bu tarih içerisinde yaratılan uygarlıkları yok saydırarak ve özellikle de son bin yıllık Türk-İslam uygarlığını; bu uygarlığın toplum hafızasındaki izlerini silerek, Türk tarihinin akışında bir kırılma yaratmaktı.
Bugün aynı oyunla tekrar karşı karşıyayız. Aslında Moğol isimli akademisyenimizin (!) bu çıkışını, dünkü kafatasçılığın bugünkü “versiyonu” olarak okumamız gerekiyor. Çünkü, siz ister “Anadolu’da Türk yoktur”u ispatlamak için, ister “Anadolu Türktür” tezini ispatlamak için genlere (gen haritalarına) müracaat ettiğinizde yaptığınız şey, dün kafatası ölçerek yapılan şeyden asla farklı olmayacaktır. Antropolojinin arkasına sığınarak, yaptığınız işi “bilimsel bir araştırma(!)” olarak takdim etmeniz, asla samimi ve gerçekçi değildir.
Aslında ortaya atılan iddianın gerçek olup olmadığının hiçbir önemi ve değeri de yoktur. Çünkü bir insanın aidiyetini ve mensubiyetini, genetik yapısı değil, zihni yapısı tayin eder. İşte onun için, Don ile Volga nehirlerini bir kanalla birleştirerek, keşiflerle değişen dünya ticaret yollarını tekrar Türk Osmanlı devletinin denetimine almaya ve yine aynı nedenlerle, Akdeniz’le Kızıldenizi bir kanalla birleştirmeye çalışan Sokollu Mehmet Paşa Türk, buna karşılık “Vatanım ruyi-zemin, milletim nev-i beşer” diyen Tevfik Fikret ise Türk değildir.
Dolayısıyla, gazetede yer alan fotoğraf ile aslında bize çok şey anlatan bu Moğol isimli akademisyenimiz de hiç şüphesiz kendisini nasıl tanımlıyorsa ve kabul ediyorsa odur. Ayrıca kökenini öğrenmek için, genlerini araştırmaya girişerek yorulmasına hiç gerek de yoktur.
Öteden beri, istisnaları tabii ki bulunmakla beraber, adında veya soyadında aşırı Türk vurgusu bulunan kişiler bende hep bir ihtiyat hissi uyandırmıştır. Çünkü benim yaşımda olanlar, gençlik dönemlerimizde yasal/yasadışı tüm sol yapılanmaların içinde ve üst noktalarında, adında veya soy adında veya her ikisinde, aşırı Türk vurgusu olan çok insan tanıdılar. Güncel bir örnek olarak ise okuyuculara, TBMM’nde grubu bulunan bir partinin eski genel başkanının soyadını hatırlatmak yeter sanırım.
Son söz: İnsan kendisini nasıl hissediyor ve nereye ait görüyorsa odur. Gerisi laf-ı güzaftır. Çünkü hepimiz Hz.Ademin çocuklarıyız; lakin bazılarımız Ebu Cehil oluyor, bazılarımız ise Ebubekir, bazılarımız Namık Kemal oluyor, bazılarımız Tevfik Fikret.