BU VATAN KİMİN?

Bir kesimin aklına hemen Orhan Şaik GÖKYAY’ın şu şiir gelecek:

BU VATAN KİMİN ?
Bu vatan, toprağın kara bağrında 
Sıradağlar gibi duranlarındır; 
Bir tarih boyunca, onun uğrunda 
Kendini tarihe verenlerindir...

Tutuşup: kül olan ocaklarından, 
Şahlanıp: köpüren ırmaklarından, 
Hudutlarda gaza bayraklarından, 
Alnına ışıklar vuranlarındır...

Ardına bakmadan yollara düşen, 
Şimşek gibi çakan, sel gibi coşan, 
Huduttan hududa yol bulup koşan, 
Cepheden cepheyi soranlarındır...

İleri atılıp sellercesine, 
Göğsünden vurulup tam ercesine, 
Bir gül bahçesine girercesine, 
Şu kara toprağa girenlerindir...

Tarihin dilinden düşmez bu destan: 
Nehirler gazidir, dağlar kahraman, 
Her taşı bir yakut olan bu vatan, 
Can verme sırrına erenlerindir...

Gökyay'ım ne yazsan ziyade değil, 
Bu sevgi bir kuru ifade değil, 
Sencileyin hasmı rüyada değil, 
Topun namlısında görenlerindir...

 

Soruyu şöyle sorsaydım “ Bu memleket kimin?”

Bu sefer de bir kesimin aklına Nazım Hikmetof’un Davet şiiri gelir:

Dörtnala gelip Uzak Asya'dan 
Akdenize bir kısrak başı gibi uzanan 
Bu memleket bizim! 
Bilekler kan içinde, dişler kenetli 
ayaklar çıplak 
Ve ipek bir halıya benzeyen toprak 
Bu cehennem, bu cennet bizim! 
Kapansın el kapıları bir daha açılmasın 
yok edin insanın insana kulluğunu 
Bu davet bizim! 
Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür 
Ve bir orman gibi kardeşçesine 
Bu hasret bizim! 

 

Bu örnekler çoğalabilir.

Bana bu soruyu sorduran, iktidar yanlısı hatta son günlerin moda deyimiyle yandaş medya olan bir kanalda izlediğim bir program oldu. Başını izlemedim. İzlemeye başladığımda ekranda Cem Karaca vardı. Programın konusu sürgünlerle ilgiliydi. Türkiye’de siyasi sebeplerle yurtdışına çıkarılan veya kendileri çıkmak zorunda kalan kişileri anlatıyordu. Cem Karaca’nın hikayesini anlatırken bir ara Zülfü Livaneli’yi gösterdi. Derken fazla sürmeden –onlara göre- bir ülkücü olan, Neden onlara göre diyorum çünkü Rahmetli TÜRKEŞ’in de ihanet etti dediği Serdar Çelebi Ülkücü Sürgün diye anlatmaya başladı. Şöyle bir şey söylendi, Siyasi sığınma talebinde bulunmayanlar oldu, bunlardan biri de 12 Eylül Darbesi dolayısıyla yurtdışına çıkan Serdar Çelebi. Çelebi, neden siyasi sığınma talebinde bulunmadıklarını şöyle söyledi: Sığınma talebinde bulunmak için Türkiye’yi kötülememiz gerekiyor, işte asker bize şöyle yaptı böyle yaptı. Bu bizim doğamıza aykırıydı. Çünkü asker ülkeyi korumakla yükümlüdür, e biz de ülkeyi korumak için mücadele veriyoruz. Gibi şeyler söyledi. Bu da fazla sürmeden 28 şubat sürecine getirdi olayı. Başladılar anlatmaya. Başörtülülerin okullara alınmayıp okul kapılarından da öteye sınırlara? Dizildiklerinden girdi konuşmaya sunucu. Birkaç Başörtülü yazar ve o zamanlarda öğrenci olan kişilerden röportajlar aldı. Sonra Tayyip Erdoğan çıktı sahneye, kızını gizli gizli bir ilçede imam hatip okuluna okumaya gönderdiğini burada düşünüyorum imam hatip okumak neden gizlice olsun ki? Ne zaman yasakladı böyle bir şey, zaten imam hatiplerde okumak yasaksa neden devlet imam hatip okullarını açsın? Şu anda mevcut bulunan isim ve müfredatla olmasa da Cumhuriyetin başından beri imam hatip okul ve kursları var olmuştur. Sonra Tayyip Erdoğan devam etti, bu imam hatip okulundan sonra eğitimine devam etmesi için Amerika’ya gönderdiğini söyledi. Yani kızını başörtülü olması sebebiyle burada okuyamadığı için Amerika Birleşik Devletleri’ne göndermiş bunu söyledi. E insan soruyor, Bilal demi başörtülü? Neyse sonra 99 seçiminde Fazilet Partisi’nden İstanbul Milletvekili seçilen Merve Kavakçı çıktı sahneye. Meclise Başörtülü olarak gelmesi görüntüleri yayınlandı. Orada aslında uzun süredir görmediğimiz bir hadise olmuştu. Merve Kavakçı önce Fazilet Partisi vekillerinin alkışları arasında girmişti salona, sonra diğer vekillerin protestoları başladı. Ve Rahmetli Bülent Ecevit’in kürsüden “Burası Devlet’e meydan okuma yeri değildir” çıkışı ve ardından alkışla yıkılan meclisin atmosferi gösterildi. İşte biz bu çıkışları uzun süredir unuttuk biliyor musunuz. Sırası gelmişken, Cem Karaca solu temsilen gösterilirken hemen sonrasında Musa Anter, sonra Mehdi ve Leyla Zana da gösterilmişti. Ve orada İlk önce kürt diye yurtdışına çıktıkları söylenirken, sonrasında pkk’nın eylemleri artınca pkk lı damgası yedikleri söylendi. Gördüğünüz gibi hükumet yanlısı televizyon, şu anda CHP MHP ve diğer ulusalcı ve milliyetçi görüşteki parti ve fikirlere etmediğini bırakmazken, bölücülere hassasiyetle yaklaşıyor. Velhasıl sonrasında Merve Kavakçı röportaj verirken, kendisinin ve çocuklarının tehlikede olduğunu düşünerek, HİCRET’in İslamiyet’teki yerinden de bahsederek, hicret etmek zorunda kaldığını söyledi. Ben orada izlemeyi bırakmıştım. Hicret nedir? Bir yerde Müslüman olduğun için seni Yaşatmıyorlarsa veyahut işkencelere artık tahammül edemiyorsan, karşı koyma imkanın da yoksa hicret edersin. Ama gelgelelim Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nde yaşayan Merve Kavakçı, Cumhuriyetin bazı dönemlerinde -İslam’a kesinlikle değil-, İslam adı altında yapılanlara müdahele ettiyse de, hiçbir zaman İslam’a müdahele edilmediği halde başörtülü olarak meclise giremediğinden hicret ettiğini söylüyor. Türkiye Cumhuriyeti bir teokratik devlet değildir. Laik bir devlettir. Ancak, Burada yaşayan insanların büyük çoğunluğu Müslümandır. Heryerde Camii, ibadethaneler, İmam hatip okulları kuran kursları hepsinden öte bir Diyanet İşleri Başkanlığı varken, ve bu kurum İslamiyetle ilgili bir kurumken, bu ülkeden hicret ettiğini söylüyor.

Evet, bana bunları yazdıran aslında bu program oldu. Sonra düşündüm, Bu vatan kimin? Bu memleket, bu ülke, bu devlet kimin?

            Aslında kime sorsan bizim der sahip çıkar. Yani Ülkeye, devlete olmasa bile, toprağına sahip çıkar. Herkes memleketini sever. Ama bir kısım da bir ülkeye bağlı olmadığını –Türkiye Cumhuriyeti Vatandaşı olsa da- dünyanın bir insanı olduğunu söyler. Bunların dışında, Milliyetçi kesim, hissi ve fiili olarak bu memleketin asıl sahibidir. Sol kesim başkalarının çizmeleri altında ezdirmeyecekleri tam bağımsızlıkla bu memlekete sahip çıkar. Siyasal İslamcılar, -Bu tabiri kullanıyorum çünkü bana göre din bu işlere alet edilmemesi gereken, ruhi bir kavramdır. Şu anda mevcut devletler ve devlet başkanları içerisinde gerçi kendisini Halife ilan eden birkaç kişi vardır, Fas mesela, bir de  Işid çıktı son zamanda, ama bunları geçtik, görüyoruz ki Osmanlı Devleti’ndeki hilafet makamının gerçekliği bile tartışılır. En son Birinci dünya savaşı zamanında Cihad ilan ettiğimizde bize bırak asker silah olarak destek olmayı, sadece sizi destekliyoruz şeklinde açıklama yapan kim ya da kaç ülke olmuştur? Yani Siyasal İslamcılar da ülkeye sahip çıksa bile, çoğunluk olarak Devlete Cumhuriyet’e sahip çıkmayıp, Yıkılmış bir Osmanlı İmparatorluğu’na sahip çıkmaya devam etmektedirler. Ama kendilerince sahip çıkarlar. Bunun dışında azınlıklardan, yine büyük bir kısmı, veya görünen büyük kısmı Ülkeye Devlete değil toprağa sahip çıkarlar. Aslında Devlet onlara ayrım yapmaz, hatta şu vardır, bizde zaman zaman İslam’dan olan alevilere düşmanlık edilmişken, diğer dinlere mensup azınlıklara hiçbir zaman bulaşılmamış, özgür olarak yaşamaları teminat altına alınmıştır. Bu şekilde dini olarak azınlıklar olduğu gibi, Rum, Ermeni Kürt gibi etnik unsurlar da mübadele ve tehcirin dışında bu topraklarda kalanlara vatandaşlık verilmiş ve ayrımcılık yapılmadan yaşamaları sağlanmıştır. Birçoğu mutlu mesut yaşarken veyahut da sesini çıkarmazken, burada belirteyim eminim İstanbul’u 1453’ten beri kaybetme kinini içerisinde taşıyan Hristiyan azınlıklar vardır. Yine Ağrı Dağı’nı Ararat addedip Büyük Ermenistan hayali kuran Ermeniler de vardır bu ülkede. Ama Kürtlerin durumu farklı olup, istendiği kadar bütün Kürtler mi pkklı diye itiraz edilse de, evet kürtler de bu vatanı sever, ancak Türkiye Cumhuriyeti olarak değil, Kürdistan olmasını istedikleri vatanı sever. İstisnalar vardır ancak azdır. Ve Türkiye Cumhuriyeti’nin başına hatta daha öncesinde Osmanlının başına bela olurlar. 30 yıldan fazladır PKK ile terörist eylemlerde bulunmuş, bu ülkeyi değil de hayallerindeki Kürdistan’ı sevdiklerini kanıtlamışlardır.

            Durum böyleyken, Peki karar verelim bu Vatan kimindir?

            Bir kere, vatandaşlık ve yaşama hakkı herkese olmakla birlikte Anayasa’da bu Vatan’ın Türklerin olduğu yazmaktadır. Bu Türklüğü kabul edenlerle etmeyenler arasında bir ayrımdır. Türk milletinden olmayanlar, Türk Bayrağını sevmeyenler, Türk Devleti’ni tanımayanlar, günümüzde bu coğrafyadaki geçerli ve meşru Devlet olan Türkiye Cumhuriyeti Devleti Yasalarına göre, bu vatanın sahipleri değillerdir. İşin bu kısmı nisbi değil, kati bir doğrudur, bir gerçektir.

            Bu bir tarafta duruken, bir de yasal olarak bu ülkede, bu vatanda hakkı ve haklı olanlar arasında bir sahiplik kararı verelim.

            Burada, anayasayı da bir tarafa bırakmak gerekiyor. Günümüz Türkiye’sinde, elbette ki yargının kutsallığı yerini korurken, Türklerde Töre en üsttedir, normalde töre konuşunca han bile susar ama, gerek iktidar olanlar gerekse herkesin kendi düşüncesinin doğru olması sebebiyle, yasalar bile tarafsız olmayabiliyor, kişiye özel yasalar bile çıkabiliyor hale gelmiştir. Hak hukuk adalet kavramları günümüzde manasının dışına çıkmış, Hz Ömer adaletinden bahsedenler, adaletsizliğin alasını yapmaktadırlar.

            Bu yüzden, en adil mahkeme olan Tarih’e başvurmalıyız. Ne diyor tarih bir bakalım.

Birincisi şu anda mevcut olan Türkiye Cumhuriyeti, Kurtarıcımız, Kurucumuz olan Ulu Önder, Yüce Başbuğ Atatürk’ün ve silah arkadaşlarının ve Büyük Türk Milletinin kurduğu bir devlettir. Buradaki Türk milleti ise Ezici Çoğunluk olarak Türk’lerden müteşekkildi. Yani Cumhuriyet’te bu memleketin sahibi Türklerdir. Peki Türk olunca bu vatanın sahibi olmaya yetiyor mu? Hayır. Türklüğün gereklerini yerine getirmeyen, Kültürünü, Sanatını, Örf Adet Geleneğini, Dilini, Töresini kısaca Türklüğün bütün özelliklerini taşımayan hiçkimse ve hiçbir fikir, ideoloji, siyasi parti bu sahiplik hakkına sahip değildir. Burada, mevcut hükumet ilk başta ayrılıyor. O yandaş medyadaki hicret edenler, 28 şubattan mağdur olduğunu anlatanlar vs hepsi ayrılıyor. Çünkü Türk kelimesine bile alerji duyanların bu vatanda hiçbir hakları yoktur.

            Sol kesime gelince, büyük çoğunluğu Türklüğü kabul eder. Etmeyenler de ayrılır ancak belirtilmesi gereken durumlar vardır. Örneğin, bir solcu, hem Atatürk deyip hem Deniz Gezmiş diyemez! Hem Cumhuriyet deyip, hem Tam bağımsız Türkiye deyip Hem Marksizm, Hem Leninizm, Maoizm, komünizm diyemez! Amerikan emperyalizmine Hayır! Ancak Rus Emperyalizmine de Hayır. Almanınkine de, İngilizinkine de, Türk olmayan herhangi bir yönetime Hayır! İşte bu ayrımdan dolayı Solun da bir kısmının, bunları kabul eden kısmının bu ülkede sahiplik iddiasında bulunması geçersizdir.

            Buradan olayı 12 Eylül Darbesi’ne getireceğim. Ben kardeş kardeşi vurdu, iki taraf da bilinçsizdi, işte oyuna geldik, biz kendi kendimizi boğazlarken büyük devletler planlarını uygulamaya  koyuyorlardı.. vs Bunların hiçbirisini kabul etmiyorum. Yaşım 1980’e ve öncesine yetmiyor. Yaşamadım. Ama okumalarım, araştırmalarım, büyüklerden dinlediklerim, şimdiye kadar kafamda toplanan bütün bilgilerim söylüyor ki, 12 Eylül öncesinde, Rusya’nın tarihi planı, ne kadar çarlık yıkılıp Bolşevizm iktidara gelse de, bu Sovyet Rusya yani bu Rus emperyalizmi, Türkiye’yi ilhak etmeye çalıştı. Bizdeki solcular bu amaca, bilerek veya bilmeyerek, belki sosyalizm onlar için doğru sistemdi, tamam emperyalizm kısmına karşı da olsalar, özellikle de eşitsizliğin, sosyal adaletsizliğin getirdiği büyük sıkıntılarla Sovyetlerle resmi veya gayrı resmi işbirliği yaptılar. Sovyetler Türkiye’deki solculara maddi veya manevi destekler yağdırdı. Yani, Türkiye’de komünizm tehlikesi baş gösteriyordu ve işte bu komünizm tehlikesine, en çok Türk Milliyetçileri, o zamanda tek bayrak, tek amaç, tek birlik olan Ülkücülüğün altında birleşerek, bu Komünizme karşı set oldular! Bu memlekete Komünizmi sokmadılar! İstediği kadar kardeş kardeşi vurdu kırdı yaygaraları yapılsın, Ülkücüler bu mücadeleden ZAFERle çıkmıştır. Tamam belki iktidar olamamışlardır, belki Devleti yönetememişlerdir, ancak, sokakta, işyerinde, üniversitelerde, kurumlarda, hatta dağlarda topyekün hem fikri, hem kavga ederek, hem de silahlı olarak bu komünizm tehlikesiyle savaşmışlardır. Ve 12 Eylül bir balyoz gibi üstlerine inse de, onlar bu savaşın muzafferi, yakın tarihimizin kahramanlarıdırlar.

            Harbte, yani kurtuluş ve kuruluş aşamasında Türk milleti cephede kendini feda etmişken, bu 12 Eylül öncesi mücadele de, harb olmasa da harbe yakın, canların bile ortaya konulduğu bir fedakarlık, bir vatanseverlik mücadelesi olmuştur. İşte Kuruluş aşamasında ortaya çıkan ruh, bu emperyalizmlere başkaldırma döneminde de Ülkücülük olarak yine ortaya çıkmıştır. Bu şimdiki siyasal İslamcılar piyasada bile yoktur o dönemde. Kuruluş yıllarında nasıl her önüne gelen korkak bir mescit kurup orda imamlık yaparak askerden, savaştan kaçma örneği gösterdiyse, bu siyasal İslamcılar da o mücadele yıllarında ortadan kaybolmuşlardır.

Solcuların da safları bu ülkeyi sahiplenemeyecekler arasında girdi.

Ot gibi yaşayanlar zaten kendileri bile bu vatan bizim düşüncesini akıllarına getirmezler.

Bu durumda Bu Vatan Kimin sorusunun cevabı: Türk Milliyetçilerinin’dir.

Sakalarda, Hunlarda, Göktürklerde, Selçuklularda, Osmanlıda, saymadığım bütün Türk devletlerinde, ve Türkiye Cumhuriyeti’nde, Devleti Kuran, Koruyan, Hizmetkarı olan Türklerdir. Türklerden başka hiçkimse bu devletin, bu vatanın sahibi olduğunu iddia edemez.

İşte Ülkücülerin, veya sadece siyasi bir hareketlikten çıkaralım Türk Milliyetçilerinin kökenini de Türkler, Türklük oluşturur. Ülkücülüğün veya Türkçülüğün, Türk millyetçiliğinin manası da Türklüğü en çok seven, koruyan, Türklüğe ve dolayısıyla; devlete bayrağa vatana hizmet eden, sahip çıkan, gerekince de canını ve malını her şeyini ortaya koyan demektir.

Sonuç: Bu Vatan’ın sahibi Türkler, ve daha özel anlamda Türkçülerdir.