Orta Avrupa’ya Seyahat Ve Düşündürdükleri
Bir tur organizasyonuna katılarak 19 Mayıs 2013 günü İstanbul’dan hareket edip Avrupa içlerine doğru yol aldık. Yahya Kemal Beyatlı’nın mısralarında ifade edildiği gibi atalarımız aynı yerlere giderken “Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şen”diler ve “Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik” diyebiliyorlardı. Çünkü bir idealleri vardı. İ’layı Kelimetullah’ın; Allah Kelamı’nı yayıp O’nun rızasını kazanarak Nizam-ı Âlem’i kurmanın ve bütün bunları özetledikleri Kızıl Elma’ya ulaşmanın peşindeydiler. Katedrallerin “azameti”ne, her bir yere serpiştiriliveren anadan üryan heykellerin boyuna posuna hayran çoğu yol arkadaşımızın aksine birkaç aile ile birlikte biz ise atalarımızın yukarıda özetlenen amaç ve ideallerle gittikleri diyarları gezip görmek, Osmanlı’nın “İnce Donanması”nı Köstence Limanı’ndan ta Viyana’ya kadar ulaştıran Tuna’yı doya doya seyretmek, Mohaç, Budin, Estergon şehitlerinin ruhlarına, kanlarıyla ıslattıkları topraklarda Fatihalar okumak niyetindeydik.
Sabiha Gökçen Hava Limanı’ndan havalandıktan sonra planlandığı üzere önce Berlin’e indik. İlk intiba berbat; bu Schönefeld Havaalanı bırakın Atatürk ve Esenboğa Havaalanlarını, Sabiha Gökçen’i, herhangi bir ilimizdeki havaalanlarımızdan daha kötü. Tuvaleti tuvalete benzemiyor, lavabosu lavaboya… El silmek için bizim kalın ve kaba paspas bezleri misali bir nesneyi döndürüp duran bir alet koymuşlar, herkes ona silip geçiyor. Bucak’ta şimdi rahmetli olan bir Kalender Emmimiz vardı. Evlerde, bazı büro ve işyerlerinde lavabonun hemen yanında asılı duran ve mahalli söyleyişte “peşgir” denen havlulara herkes el – yüz sildiği için “çokkir” derdi; işte onun gibi bir şey; İlkel mi ilkel. Pasaport kontrol noktaları da öyle. Bu havaalanı Doğu Almanya’dan yani Komünizm döneminden kalmış ama ne olursa olsun; biz Avrupa Birliği’nin en zengin, en güçlü ülkesi olan Almanya’da idik ve bizim havaalanlarımız onlarınkinden yüz kat daha iyi, daha moderndi.
İşlemler beklenenin ya da söylenenlerin aksine kısa sürede bittikten sonra bizi bekleyen otobüse binip şehir turu atıyoruz. Bakıyorum, üst geçitler, alt geçitler bizimkilere benziyor. Tabelalarda yalnızca Almanca ibareler yer alıyor. Şehir içindeki ana caddelerde bile bisiklet yolları, bisiklet parkları var ve insanlar işlerine bisiklete binerek gidebiliyorlar. O da ne? “Park edilmez” levhası olan yerlere park edilmiş otomobiller görüyor ve rehberimize soruyorum:
— Almanların da bizden farkı yok galiba, rastgele yerlere park edip gidebiliyorlar anlaşılan. Ne dersiniz?
Rehberimiz “Tatil günü olduğu için müsamaha edildiğini” söylüyor. Yollarda bizdeki gibi öyle sık sık trafik ışıkları yok. Olan yerlerde yaya – sürücü mutlaka kurala uyuyor. Bakıyor ve dinliyorum, öyle korna çalıp el – kol hareketleri yapan da yok. Trafik ışığı olmayan kavşaklarda ise yazılmamış, işaretlenmemiş bir kural tıkır tıkır işliyor: Mutlaka ve mutlaka sürücüler ve dolayısıyla taşıtlar yayalara uyuyor. Geçiş üstünlüğü daima ve her zaman yayalarda. Demek ki sistem oturunca ve insanlar en baştan eğitilince her şey mümkün. Keza, birkaç gün sonra öteki Avrupa ülkelerinde de gördüğümüz gibi büyük mağazalarda bile bizdeki gibi pek çok görevli çalışmıyor. Herkes alacağını alıyor ve kasaya gidip ödemesini yapıyor. Akaryakıt istasyonlarında da öyle. İnsanlar pompayı alıp depolarına ihtiyaçları kadarını yükleyip gidiyorlar. Metro istasyonlarında “Biletçi” olmadığı gibi akaryakıt istasyonlarında da “Pompacı” yok. Her şey otomatiğe bağlanmış, işler “matikler”le görülüyor. Bir de, Berlin’de devasa yeşil alanlar var. “Biz Almanya’da iken” İstanbulumuzdaki Taksim Gezi Parkı eylemleri henüz başlamamıştı ama Tempelhof bölgesindeki alabildiğine geniş; insanların sere serpe uzandığı, çocukların uçurtma uçurduğu ve bisikletlilerin cirit attığı yeşil alanın yanından geçerken rehberimiz iki – üç hafta öncesinden sanki bu olayı anlattı: “Burası bir zamanlar havaalanı idi. İptal edilince devlet başka bir amaçla kullanılacağını açıklamıştı ki halk ayaklanarak engel oldu. Şimdi böyle özgürlük alanı olarak kullanılıyor!” Demek ki Alman Başbakanı çıkıp, “Kim ne derse desin; biz kararımızı aldık, havaalanının yerine şunu yapacağız” diye kestirip atmamış!
Berlin uğrak yerimizdi ama konaklayacağımız yer değildi. Bir zamanlar Komünizmle Liberalizmi ya da Doğu Berlin’le Batı Berlin’i ayıran “Utanç Duvarı”ndan son kalan parçayı da görüp resimledikten sonra akşamüstü otobüsümüzle Çek Cumhuriyeti’nin başkenti Prag’a hareket ettik. Oh ne güzel! Ankara’dan Eskişehir’e, Konya’ya gider gibi bir ülkeden diğerine geçiyorsunuz; kontrol yok, çevirme yok. Yollar muntazam, çevre güzel. Gelişmişlik ya da zenginliğin işareti olsa gerek; Almanların otobanları beton asfaltla kaplı, Çeklerinki ise bizim asfaltlar gibi. Her taraf alabildiğine yeşil ve tarlaların hepsi ekili. Buğday, arpa, ay çiçeği, mısır ve kanola… Ah kanola ah! 1980’li yılların sonunda radyoda Günaydın Programı hazırlarken ziraat mühendisi olan bir konuşmacımız kanola yağının öneminden bahsetmişti de aradan yirmi beş yıl geçmesine rağmen bitkisini hiç görmemiştim; Avrupa’da bol bol gördüm ve resimledim. Tütün, şeker pancarı ve afyon gibi ürünlere kotalar koyup üretimi kısıtlayan devletimiz nedense bu kanola üretimini teşvik edip onların yerine koymadı. Oysa elin Avrupalısı bu ürünü bol bol üretip yağından biodizel yapıyormuş. Sonra yine tarım konusuna döneriz belki de şu kadarını yazmak zorundayım: Yıllar önce bize “Türkiye bir tarım ve hayvancılık ülkesidir” diye öğretilmişti. Şimdi anlıyorum ki asıl tarımcılık Avrupa’da yapılıyormuş. Ortalıkta dağ mağ yok. Bırakın dağı, neredeyse tepecikler bile göze çarpmıyor. Ekili tarlaların ucu bucağı yok. Anlaşılan tarlalar bizdeki gibi miras yoluyla ya da şu veya bu sebeplerle bölünüp parçalanmıyor.
Yolculuğumuzu sağ salim tamamlayıp Prag’daki otelimize yerleştik. Otel ve otelcilik konusunda da tıpkı havaalanlarında olduğu gibi Avrupa’dan çok çok ileride olduğumuzu söylemeliyim. Üç gece Prag’da, ikişer gece de Budapeşte ile Viyana’da 4 yıldızlı otellerde kaldık. Türkiye’den giderken vakumlu ambalajlar içinde kendimize yetecek kadar peynir götürmeseydik ve atalarımız dünyaya yoğurt yapmasını öğretmeselerdi kesin aç kalacaktım. Zeytin nedir bilmiyorlar. Doğrusu, zeytinin vereceği ilhamla “Zeytin gözlüm sana meylim nedendir” misali şiirler, şarkı sözleri bile yazamayan Avrupalı şair ve yazarlara acıdım. Anlaşılan o Avrupalılar, “Vettini vezzeytuni…” ilahi hitabından bile yoksunlar. Yazık, çok yazık! (Sıcağı sıcağına bir not: Avrupa’ya özentimizin sonucu olsa gerek, -herhalde- zeytinin gereksiz olduğu kanaatine varan idarecilerimiz, bu yazının yazılışından 1,5 yıl sonra binlerce zeytin ağacını katlettirip milletin bedduasını almakta bir beis görmediler). Yine Avrupalılar haşlama yumurtayı usulünden fazla kaynattıkları için tadını alamıyorsunuz. Domates – salatalık gibi bir ikramları zaten yok. Allah’tan ekmekleri var ama sade olanlarını tercih etmekte fayda var. Çünkü domuz etini ekmeğe bile katmışlar. Sonra tuvaletleri, banyoları… Tuvaletlerde bulunan klozetlerde taharet musluğu kesinlikle bulunmuyor. Hatta banyonun dışında ayrı bir bölüme koydukları klozetlerde bırakın taharet musluğunu, elinizi yıkayacak su bile yok. Odalarda terlik, banyolarda sabun ve şampuan aramayın. Bırakın bizim 4 – 5 yıldızlı otellerimizi, mütevazı halleriyle öğretmen ve polis evlerimizde bile bu hizmetler sunuluyor. Kültür ve Turizm Bakanlığımızla oraya buraya turlar düzenleyerek insanlarımızı taşıyıp paralar kazanan şirketlerimizin bu işe el atmaları gerektiğinden söz edince arkadaşlarımdan bazıları Tükiyemizde bulunan bazı turistik otellerin banyo ve tuvaletlerinde de taharet musluğu olmadığını söylediler. Pes doğrusu, pes! Buna Müslüman mahallesinde salyangoz satmak ya da salyangoz satanlara çanak tutmak denmez de ne denir? Bazen olur olmaz işlere burunlarını sokan yetkililerimiz asıl bu işlerle uğraşıp sevap kazansalar ne güzel olur! Hiç değilse ruhsatı – iskânı verirken taharet musluğu şartını koysalar klozet ve aparatlarını yerli üreticilerden almak zorunda kalacakları için ekonomimiz de canlanır. Bir de, otellerin bilgilendirme broşürleri… 7 geceyi üç ayrı ülkede üç ayrı otelde geçirdik, hiçbirinin broşür ve notlarında Türkçe bir ibareye rastlamadım. Oralara bunca turist gönderiyoruz, bizi adam yerine koymuyorlar. Onların tutumları belli de bizim yetkililerin vurdumduymazlıklarına ne demeli?
Geziye asıl katılma amacım bana heyecan verecek olan Budapeşte, Budin, Estergon ve Viyana bölümleri yani Tuna Boyu idi. “Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şen” ve “Bin atlı akınlarda dev gibi orduları yenen” akıncılarımızın ayak bastıkları yerleri görmek için sabırsızlanıyordum. Ecdadımızın yolu bugün Çek Cumhuriyeti’nin sınırları içinde kalan topraklara ve dolayısıyla tarihi Prag şehrine uğramamıştı. Onun için Prag’ın dar sayılabilecek bir alana kondurulmuş olan ve Orta Çağdan kopup geldiği halde dimdik ayakta duran tarihi dokusu, katedralleri, müzeleri, çarşıları beni o kadar da etkilemedi. Karacaoğlan misali, “İlleri var bizim ile benzemez/Dilleri var bizim dile benzemez” diyerek gezip durdum. Ünlü yazar Kafka’nın evi de güya gezi programımızda vardı. İçine girmediğimiz kesin de, dışından bile görüp görmediğimizi inanın hatırlamıyorum. Notlarıma da almadığıma göre rehberimiz bunu atlamış ya da dikkatimin başka yerde olduğu bir sırada söyleyip geçmiş olmalı. Zaten oralarda dolaşırken Faruk Nafiz Çamlıbel’in, Ecnebilerin burunları havada gezen ve Türk’ü küçümseyen tavırlarına birer şamar gibi indirdiği mısraları uğulduyordu kulaklarımda:
“Sen kubbesinde ince bir mozaik arar da
Gezersin kırk asırlık bir mabedin içini,
Bizi sarsar bir sülüs yazı görsek duvarda,
Bize heyecan verir bir parça yeşil çini…”
Kafka’nın evini göremedim ama Viyana’da oturan gazeteci sevgilisi Milena’ya yazdığı mektupta Prag’ı şu üç kelime ile anlattığını hatırladım: “Geliş, gözüküş ve öfkeli ayrılış!” Derken, Budapeşte ve Tuna gibi uyumlu ve muhteşem olmasa da Prag’a ayrı bir hava veren Vltava Nehri üzerinde bulunan Karlov Köprüsü üzerindeki heykel dikkatimizi çekiyor. Heykelde çeşitli figürler var da, asıl ilgimizi çeken “Zindan Bekçisi” pozunda dikilip duran Osmanlı askeri. Yukarıda da belirttiğim gibi ecdadımız Prag taraflarına uğramamışlardı ama Avrupa’nın örümcek kafalı din adamları “Bize itaat etmezseniz Osmanlı gelir ve sizi böyle zindanlara atıp inletir” diye korku salmışlar. Tıpkı İtalyanların “Anneciğim Türkler!” diyerek ağlayıp inledikleri gibi!
Prag’daki üçüncü günümüzün sabahında, kahvaltıdan sonra Almanya’nın Dresten şehrine hareket ettik. Dresten de tarihi bir şehir; yine Doğu Almanya’dan kalma ve komünizmin izlerini taşıyor. Tarihi yerleri turladıktan sonra alışveriş caddesine dalıyoruz. Rehberimizin bunca çikolata reklamına rağmen bizim tek amacımız var: Torunum Metehan’ın ısmarladığı Bayern München forması! Görüyor ve anlıyoruz ki, bu işin bizdeki gibi işportası yok. Hele hele lisanssız bulup ucuz almanız mümkün değil. Orijinal forma satılıyor, fiyatlar standart. Bu arada çeşitli tekstil ürünlerinin etiketlerini inceliyoruz. Oldukça pahalılar. Bizde 40 – 50 kuruş olan 250 mililitrelik suların yerine göre 2 -3 euro’ya (ortalama 7 – 8 TL) satıldığı memleketten alışveriş yapmak zaten doğru değil. Hele hele çikolataların bizde aliyyül âlâları var. Kısacası, tur şirketinin “Ekstra Alışveriş Turu” diye pazarladığı Dresten’den hemen hiç alışveriş yapmadan dönüyoruz. Yalnızca eşimle birlikte bir Türk dönerciden tavuk döner yedik, o kadar.
Sonra ver elini yine Prag üzerinden Budapeşte… Ta kırk beş yıl önce, lise çağlarımda iken şiir yazdığım şehir:
“Budapeşte ışıl ışıl,
Tuna akar şırıl şırıl
Ciğer deler harıl harıl;
Akma Tuna, akma Tuna…”
Hun Türklerinin ulu Hakanı Attila’nın karargâhı, Muhteşem Süleyman’ın yadigârı, Köstence Limanı’ndan çıkıp Tuna üzerinden tersine süzülerek gelen İnce Donanma’nın sığınağı, “Bir yaz günü Tuna’dan kafilelerle geçen” akıncıların otağı şehir, Budapeşte! Öylesine heyecanlıyız işte! Tur rehberinden bu heyecanımıza heyecan katacak ve en azından ortak olacak birkaç cümle bekliyoruz, yok! Otobüsteki koltuğumdan kalkıp ön tarafa gittim ve,
— Arkadaş, dedim. Bu diyarlar; Tuna boyu, Budapeşte, Estergon bizim için çok önemli. Arkadaşlara biraz tarihi bilgiler versek!
“Siz bu konularla ilgilisiniz galiba” diyor rehberimiz ve sözü bana bırakıyor.
İlgili oluşum tarihime, geçmişime bağlılığım ve 500 yıl önce atalarımın fethettiği topraklardan geçerken duyduğum heyecan. Mikrofonu elime aldım ve kısa bir açıklama yaptıktan sonra Yahya Kemal Beyatlı’nın “Akıncı” şiirini okuyup ekledim: “Evet arkadaşlar, şiirde ifade edildiği gibi atalarımızın 500 sene önce bin atlı akınlara çocuklar gibi şen olarak çıkıp dev gibi orduları yendikleri topraklardayız. Eğer onlar buralara kadar gelip Viyana kapılarına dayanmasalardı biz bugün İstanbul’da tutunamazdık. Atatürk’ün Kerkük ve Musul’u Misak-ı Milli sınırları içinde göstermesi de işte bu yüzdendir. Anadolu’nun savunması güneyde Kerkük ve Musul’dan, kuzeyde de işte buralardan başlar. Az sonra Budapeşte’ye ulaşacak, orada atalarımızın İnce Donanma ile Karadeniz kıyılarındaki Köstence Limanı’ndan Viyana’ya kadar ordu sevk ettikleri Tuna’yı doya doya seyredecek, Budin ve Estergon kalelerini göreceğiz. “Estergon Kalesi subaşı durak, kemirir içimi bir sinsi firak…” diye yüzyıllardan beri söylenegelen türkünün yakılmasına sebep olan olayları hatırlayalım ve geçmişimizle ilgili bin bir hatırayı koynunda saklayan bu toprakları boşa çiğnemeyelim. Hiçbir şey yapamıyorsak da beş yüz yıl önce buralara kadar gelip şehit olan atalarımızın ruhlarına fatihalar gönderelim…”
Fatihalar okundu, teşekkürler edildi ve yola devam edip Budapeşte’ye doğru yol aldık. Budapeşte’ye 50 km. kala bizi soldaki tepede bulunan çalılıklar arasında kanatlarını açmış halde heybetle uçuşa hazır Togrul (Tuğrul) Kuşu karşıladı. Hani masallarda geçen ve “Kaf Dağı’nın ardında bulunan erişilmez bir Anka Kuşu” vardır ya, işte bu Anka Kuşu Turan ülkelerinde “Toğrul Kuşu” olarak bilinir. Tıpkı bizim Bozkurt Efsanesi gibi Macarlar da Toğrul Kuşu’nun yol göstericiliğinde sıkıntıları aşıp buralara geldiklerine inanıyorlar. Bizde resmi anlayış bir zamanlar paralarımızı süsleyen bozkurdu “tu - kaka” ederken Macarlar Toğrul Kuşu’nu en yükseğe kondurmuşlar. Rehberimiz, şehir içindeki yüksek yerlerde de bu kuşun heykelinin olduğunu söylüyor. Zaten Macarlar, -yine bizde- Turancılık (Türk Birliğini sağlama ülküsü) kötülenirken her yıl Turan Kurultayları düzenliyorlar.
Ve az sonra Budapeşte’deyiz…
Bir nehir bir şehri bu kadar mı güzelleştirir, geçtiği yerlere bu kadar mı hayat verir Allahım? Budapeşte gerçekten muhteşem bir şehir ve bunda Tuna’nın rolü büyük. Bizim Fırat da Dicle de akıp gidiyor ama etrafındakiler adeta yeşile hasretler. “Ecdat diyorum, boş yere gitmemişmiş o diyarlara.” Ama ne çare ki baht utansın, elden çıkmışlar bir kere. Ben Tuna’dan utandım doğrusu ve öyle sanıyorum ki Tuna da bizlerden utanıyordur. Şair dostum Ali Akbaş da dün akıncılarımızın cirit atıp fethettiği topraklara âlây-ı vâlâlarla törenler yapıp işçi göndermemize sitem ettiği o muhteşem “Göç” şiirinde bu durumu ne güzel dile getiriyordu:
“…Biz hep atla geçtik Tuna’dan
Böyle geçmedik/Avrat uşak
Biz hiç böyle geçmedik/Beyler utansın
Sirkeci’den tren gider/Varım yoğum törem gider
Tuna Bizden utanır/Biz Tuna’dan
Yüzüne kapatır ellerini
Aldırma be Tuna’m
Yiğit çıplak doğar anadan
Sirkeci’den tren gider/Erzurumlu Duran gider
Burada ezan var orada çan
Uyaaan, /Uyan!
Sirkeci’den tren gider/Bir yaldızlı Kur’an gider.”
Gidenler gitti… Elli kusur yıl önce başlayan bu işçi göçü öyle veya böyle devam ediyor. Gidenlerin içinde vezir olanlar da rezil olanlar da var ve bizler ise şimdi “iki kazan bir tava her birisi bir başka hava” misali ayrı tellerden çalan insanlarla bu topraklardayız. Kimimiz alışveriş derdine düşmüş, ta ortaçağlardan kalan devasa yapıları bile görmüyor, kimimiz anadan üryan heykellere dalıp “sanat işte sanat!” diye kendinden geçiyor. Viyana’daki ruhsuz yapıları görünce “yol arkadaşlarımızdan” biri çarpılmışçasına, “İstanbul felan hikâye. Ne var ki orada? Bu şehir bir harika!” bile diyecekti. İşte böyle bir grupla oralardaydık ve uzatmayalım; kimimiz de -âcizane- ecdat hatırası bir şeyler görmeye çalışıyorduk.
Budapeşte’nin “Buda” bölümünde otobüsle yaptığımız şehir turunun son durağı Budin Kalesi. 29 Ağustos 1526 yılında Kanuni Sultan Süleyman’ın kazandığı Mohaç zaferinden bir süre sonra Osmanlı topraklarına katılan ve asırlar önce Ortaasya’dan kalkıp buralara kadar gelen Hun Türklerinden ve Attila’dan izler, hatıralar taşıyan ecdat yadigârı Budin Kalesi’nde heyecanlanmamak mümkün değil. İşte Attila Ut, (Attila Caddesi). Birkaç yüz metre aşağıda Tuna Nehri süzüle süzüle akıp gidiyor ve karşıda şehrin Peşte Bölümü. Kaleyi savunan Macar komutanlara kahve ikram edilirken kansız – kavgasız fethedilen Budin’in, Osmanlılar döneminde İstanbul, Bursa ve Edirne’den sonra en çok sevilen şehir olduğu söylenir. Bir kahve keyfi sırasında elden çıktığı için Macarların Türk Kahvesi’ne “Kara Çorba” dediklerini öğreniyoruz. Onların bir de, bizim “Karadeniz’de gemilerin mi battı?” deyimimizi andıran söyleyişleri var: “Biz Mohaç’ta daha fazlasını kaybettik!” Bu söyleyişi, “Kara kara düşünme” ya da “Fazla dert etme gelir – geçer” anlamına kullanıyorlar. Osmanlı döneminde Budin öylesine çok sevildiği için adına Nazlı Budin denmiştir. Nazlı Budin deyince, 150 yıl elde kaldıktan sonra 2 Eylül 1686 tarihinde kaybedilmesi üzerine Gazi Âşık Hasan’ın söylediği Budin Türküsü dile gelmez mi?
“Ötme bülbül ötme yaz bahar oldu
Bülbülün figanı bağrımı deldi
Gül alıp satmanın zamanı geldi
Aldı Nemçe bizim Nazlı Budin’i.
Çeşmelerde abdest alınmaz oldu
Camilerde namaz kılınmaz oldu
Mamur olan yerler hep harap oldu
Aldı Nemçe bizim Nazlı Budin’i.
Budin’in içinde uzun çarşısı
Orta yerde Sultan Ahmet Camisi
Kâbe suretine benzer yapısı
Aldı Nemçe bizim Nazlı Budin’i.”
Abdestli idim ve ikindi vaktindeydik. Tuna’ya ve Peşte’ye karşı resimler çektikten sonra namaz kılacak bir yer aramaya koyuldum. Türküde dile getirildiği gibi ortada ne çarşı kalmıştı ne de cami. Caminin yerinde şimdi çanlar çalınıyor, haçlar yükseliyordu. Şöyle bir dolandım ve güneşe bakıp kıble yönünü tayin ettikten sonra çimenler üstünde namazımı eda edip Mohaç, Budin ve Estergon şehitleri için dua ettim.
Otobüsümüzle Tuna üzerindeki köprülerden birinden geçip Peşte tarafında bulunan otelimize yerleştik. Tuna’yı doya doya seyretmiş, üstündeki köprüden de geçip gitmiştik ama suyuna el sürmek, mümkünse abdest almak için can atıyordum. Henüz güneş batmamıştı; “Haydi hanım, gidiyoruz” dedim. Otelimizin önündeki yol dosdoğru Tuna’ya çıkıyordu ve yaklaşık iki kilometrelik mesafe vardı. Yürüyüp gittik ama kıyıya inip suyuna el sürmek mümkün olmadı. Bir süre öylece oturup seyrettikten sonra dönüp otele vardık. Ertesi gün Estergon Kalesi’ne gidecektik ve onun heyecanı ile istirahata çekildik.
Budapeşte’de her nereye bakarsanız bakın, bir sabah uyandığında “Hristiyan olduğunu” söyleyip Macarları bu dine sokan Kral İşvan’ın heykelini görüyorsunuz. Budin’de, Estergon’da, şehir merkezinde, her yerde. Bir de çınarlar… Bursa ve Edirne’de gördüklerimiz kadar yaşlı olmasalar da bu ülkenin çeşitli yerlerinde gördüğümüz güngörmüş çınarlar Osmanlı yadigârlarından olsa gerek. Onun için o ağaçlara da sevgi ve hasretle bakıp kucakladım.
ESTERGON KALESİ SUBAŞI DURAK
Budapeşte’den hareket ettikten sonra “Şimşek gibi Türk atlarının geçtiği yoldan”, yollardan otobüsle geçerek Macarların “Estergom” dedikleri kasabaya ulaştık. Yanı başımızda Tuna, kuş uçuşu birkaç yüz metre karşıda Estergon Kalesi. Yalnız, kalenin, daha doğrusu Estergon Kalesi’nin ortasına kondurulan ve Avrupa’nın en büyük katedrali olduğu söylenen yapı ve tepesindeki haç heyecanımı kemiriyor. Tuna’yı gördüğüm zaman duyduğum heyecanı -işte bu yüzdendir ki- Estergon’u görünce duyamıyor, hissedemiyorum. Gerçekten içimi bir sinsi firak, bir ayrılık kemiriyordu. Az sonra bu haleti ruhiye içerisinde kaleye ulaştık. Kale duvarlarından aşağıda akıp giden Tuna’yı seyretmek dertlerimi elemlerimi alıp gitse de geriye dönüp katedrali, oraya buraya kondurulan heykelleri gördükçe içim “cızz” ediyor, gözlerim ve gönlüm buğulanıyordu. Tarihin sayfaları arasında dolanmaya başladım:
Bugün, Macaristan’ın kuzeybatısındaki Komarom ilinin sınırları içinde bulunan bu kale, 10 Ağustos 1543 tarihinde, Kanûnî Sultan Süleyman’ın Padişahlığı döneminde fethedilerek Budin Beylerbeyiliği’ne bağlanmıştı. Bundan yaklaşık 50 yıl sonra Erdel, Eflak ve Boğdan’da başlayan karışıklıklardan faydalanmak isteyen Almanlar 1595 Temmuz’unda kaleyi kuşattılar. Kuşatma sırasında kalede yalnızca 5 bin Türk askeri bulunuyordu. Bunu bilen düşman teslim olunmasını istedi. Estergon Muhafızı Kara Ali Beybu teklife şu cevabı verdi: “Biz Rumeli gazileriyiz; kelle verir, kale vermeyiz!” Nitekim kuşatma uzadıkça uzuyor ve sonuç alınamıyordu. Buna öfkelenen düşman kumandanı askerlerini kırbaçlatırken KaraAli Bey kendi askerlerine seslendi:
“- Şu mel’un kumandan yere düşürülürse, kâfir askerlerinin hepsi geri döner. Kim O’nu vurursa, kendisine dilediği verilecektir!”
Osman isimli bir yiğit, “Ya Allah” diyerek tetiği çekti ve düşman kumandanını yere serdi. Ancak ne var ki bu arada Kara Ali Bey de şehid olmuştu. Kalede kıtlık ve susuzluk da son hadde vardığı için dayanacak güç kalmadı. Orada bulunan Tarihçi Peçevî İbrahim Efendi bu durumu şöyle özetliyordu: “Sarnıç etrafında hararetinin şiddetinden ıslak mermerleri yalayan ve bir damla su için can veren elsiz – ayaksız yaralıların inlemeleri yürekleri sızlatılıyordu.” Çaresiz, teslim oldular.
Estergon Kalesi’nin 2 Eylül 1595’te elden çıkması ve orada verilen şehitler bütün milleti yürekten yaralamıştı. Nesilden nesile söylenegelen Estergon Türküsü o günlerin hatırasını hâlâ canlı tutuyor:
“Estergon Kalesi subaşı durak
Kemirir içimi bir sinsi firak
Gönül yâr peşinde, yâr ondan ırak
Akma Tuna akma ben bir dertliyim
Yâr peşinde koşar, kara bahtlıyım.
Estergon Kalesi subaşı hisar
Baykuşlar çağrışır, bülbüller susar
Kâfir bayrağını burcuna asar
Akma Tuna akma ben bir dertliyim
Bu ateşle yanar kara bahtlıyım.
Estergon Kalesi subaşı kale
Göklere ser çekmiş burçları hele
Biz böyle kaleyi vermezdik ele
Akma Tuna akma ben bir detliyim
Estergon’u vermiş kara bahtlıyım.”
“Kara bahtlılar” 2 Eylül 1595’te gözyaşları içinde Estergon’u düşmana vermişlerdi ama geri almaya da ahd etmişlerdi. 1. Ahmet döneminde Başvezirlik ve Başkumandanlık görevlerine tayin edilen Lala Mehmed Paşa, kalenin elden çıkışından on yıl sonra yeniden fetih için Estergon önlerindeydi. 29 Ağustos 1605 günü başlayan kuşatma bir ay sürdü ve kale 29 Eylül günü ele geçirildi. Artık yaralar sarılmış, kaybedilen dosta kavuşulmuştu. 1683 yılına kadar aralıksız Türk hâkimiyetinde kalan Estergon, 27 Ekim 1683 günü Lehistan Kralı Jan Sobiesky’e karşı yapılan savaşın kaybedilmesinden sonra elden çıktı.
2013 yılı itibariyle daha 330 yıl öncesine kadar bizim olan bu Estergon Kalesi’nde, tıpkı bir gün önce ziyaret ettiğimiz Budin Kalesi’nde olduğu gibi haçlar dikilmiş, camilerin yerine kondurulan devasa katedrallerde çanlar çalıyor. Rehberimizin söylediğine göre Avrupa’nın en büyük katedrali, Baş Kilisesi Estergon Kalesi’ne yapılmış. Yine rehberin söylediğine göre bu katedralin içine hâşâ ve hâşâ Allah’ı bile resmetmişler. Kale duvarlarını dolaşırken durup durup birkaç yüz metre aşağıda süzülüp akan Tuna’yı seyrettim… Yine hatıralar canlandı içimde ve bir derdim depreşti. Derdim şu idi: Ankara’da ikamet ettiğim Keçiören’e Turgut Altınok’un Belediye Başkanlığı döneminde Estergon’un şu andaki hali örnek alınarak “Estergon Kültür Merkezi” inşa edilmiş, Tuna ile yaklaşık aynı mesafe ve konumda bulunan bir alana da şelale ve gölet oluşturularak “Tuna Göleti” adı verilmişti. Çok güzel, asil bir davranıştı bu. Geçmişimizden hızla kopup gittiğimiz şu dönemlerde ve gelecekte torunlarının ellerinden tutup oralardan geçen dedeler, nineler, “Estergon ne demek, Tuna nedir?” sorularına muhatap olabilecekler ve onlara anlatacaklardı. Gün oldu, devran döndü Keçiören’e bir başka yönetim geldi. O sıralarda Sayın Muhsin Yazıcıoğlu elim bir kazaya kurban gitti. Yeni yönetim, daha ne yapacağını bilmediği için işin kolayına kaçarak “Estergon Göleti” tabelasını indirip yerine “Muhsin Yazıcıoğlu” tabelasını asıvermişti. Rahmetli Muhsin Bey arkadaşımızdı ve eminim kendisini bu işlemi yapanlardan çok daha iyi tanıyordum. İtiraz ederek, “Tuna ile Estergon’u ayırmak en çok Muhsin Yazıcıoğlu’nun ruhunu incitir. Gelin, O’nun adını yeni yapacağınız bir parka ve daha iyisi bir Kültür Merkezi’ne verin” diyerek Tuna ve Estergon’u anlatan etraflı bir dilekçe yazdım. Ayrıca gidip dilekçemi takip ettimse de “Ben yaptım oldu” anlayışını aşamadım. Orada bu derdim depreşirken bir de baktım, karşımda Kayseri Büyükşehir Belediye Başkanı Sayın Özhaseki var. Bir heyetle birlikte oradalarmış. Konuyu açınca o da bana hak verdi. Neyse, Tuna’nın verdiği duygular ve derdimi depreştiren bu olayın etkisiyle gözlerim buğulu halde katedralin içine doğru yürürken çevredeki ağaçlıklardan bülbül sesleri geliyor ve ortalığı inletiyordu. “Demek buralarda da bülbüller ötermiş” dedim ve İstiklal Marşı Şairimizin, Anadolumuz işgale uğradığı sıralarda böyle feryat figan ötüp duran bülbüle mısralarla ettiği sitemi hatırladım:
“…Ne zillettir ki: nâkûs inlesin beyninde Osman'ın;
Ezan sussun, fezâlardan silinsin yâdı Mevlâ'nın!
Ne hicrandır ki: en şevketli bir mâzi serâp olsun;
O kudretler, o satvetler harâb olsun, türâb olsun!
Çökük bir kubbe kalsın ma'bedinden Yıldırım Hân'ın;
Şenâatlerle çiğnensin muazzam Kabri Orhan'ın!
Ne heybettir ki: vahdet-gâhı dînin devrilip, taş taş,
Sürünsün şimdi milyonlarca me'vâsız kalan dindaş!
Yıkılmış hanümanlar yerde işkenceyle kıvransın;
Serilmiş gövdeler, binlerce, yüz binlerce doğransın!
Dolaşsın, sonra, İslâm'ın harem-gâhında nâ-mahrem...
Benim hakkım, sus ey bülbül, senin hakkın değil mâtem!”
Osman, Yıldırım Han ve Orhan yerine Muhteşem Süleyman’ı, Mohaç’ta, Budin ve
Estergon’da şehit düşen başka kumandanları, kahramanları koyun; değişen hiçbir şeyin olmadığını göreceksiniz. Milli Mücadele kazanılmasaydı tıpkı Budin’de, Estergon’da olduğu gibi Anadolumuzda, Türkiyemizde de çökük kubbeler kalacak, camilerin yerinde kiliseler, katedraller yükselecekti. Estergon’dan hüzünlenerek ayrılırken flütle Tuna Nehri ya da Plevne Kahramanı Osman Paşa Marşı’nın ezgilerini çalan ve Macar Çingenelerinden olduğunu sandığım biri beni neşelendirdi. O çaldı ben coşup söyledim:
“Tuna Nehri akmam diyor
Etrafımı yıkmam diyor
Şanı büyük Osman Paşa
Plevne’den çıkmam diyor…”
Öğle vakti girmişti ve dün Budin Kalesi’nde yaptığım gibi Estergon’da da namaz kılmak istiyordum. Zaten, “Yeryüzü Müslümanın seccadesidir” ve “Abdestli olduktan sonra namaz kılmak kolaydır” düsturlarınca özellikle o diyarlarda iken hep abdestli olmaya dikkat ediyordum. Bu arada Samiha Ayverdi Hanımefendi’nin “Hatıralarla Baş başa” isimli eserinde yer alan “Estergon’da Namaz” başlıklı yazısını da hatırlamadan geçmeyelim. Ayverdi, bir Estergon gezisi sırasında ağabeyinin Estergon Kalesi burçlarında namaz kılışını şöyle anlatıyor:
“…Bu namaz yalnızca Allah’a ibadet değil, gelmiş ve gelecek nesillerin gözlerine ve gönüllerine dikilmiş bir nirengi noktası idi.
Tek başına namaz kılan adamın arkasında: “Allah, Allah” sesleri ile hücuma geçen ordular yoktu. Fakat elbette Türk’ün ruh orduları bir gün dirilecekti. Ülkede, vatana ve imana kendini adayabilen tek insan da kalmış olsa, arkasından yürüyecek genç ordular, hak ve hakikat bayrağını elbette iman kalesinin burcuna, barusuna dikeceklerdi.
Bu bir müjde, bir (iyi haber) ve bir işaretti.”
Bizim o diyarlarda kıldığımız namazlar ve etiğimiz dualar da İnşallah bu müjde ve iyi haber cümlesindendir.
VE TUNA’DA VAPUR GEZİSİ
Atalarımızın İnce Donama ile sefer eyleyip fethe çıktıkları Tuna’da bize de vapurla seyahat etmek kısmet oldu. Hani 45 yıl önce “Budapeşte ışıl ışıl” diye şiir yazdığımı not etmiştim ya, o zaman ne Tuna’yı görmüştüm ne de Budapeşte’yi. 23 Mayıs 2013 akşamı vapur turu için Tuna’ya indiğimizde iyice anladım ki hiç görmeden ve bilmeden sanki şu andaki Budapeşte – Tuna aşkını anlatmışım. Tabii ki duygularımı ve sitemlerimi de katarak… Yalnız bu arada Macarların hayran olduğum bir uygulamasından da mutlaka söz etmeliyim:
Hani, “adamlar yapmış kardeşim” diye zaman zaman duyduğumuz bir sözcük vardır. Bizim diyarımız da binbir baharı saklıyor, bizim tarihimiz de çok zengin ve geçmişle gelecek arasında köprü olan nice eserimizle birlikte dünyada belki de eşi benzeri olmayan bir İstanbul Boğazımız var ama Macarların Tuna ve Budapeşte için yaptıklarını yapamıyoruz. Vapura binip yerlerimizi aldığımızda koltuklarımızın önünde duran kulaklıkları takıp tuşlara dokununca gördük ve anladık ki dil tercihleri var. İngilizce, Almanca, Fransızca, İspanyolca ve daha başka dillerin yanı sıra Türkçe. Hemen dilimizi seçtik tabii. Çok güzel bir enstrümantal Türk Sanat Müziği ezgisi… Vapur dolup hareket edince de güzel bir Türkçe anlatımla bütün Macar tarihi, Budapeşte ve Tuna ile ilgili bilgiler, yetişen ünlü sanatçılar, bilim adamları, müzisyenler, Tuna üzerindeki köprülerle çevresindeki tarihi eserlerin, katedrallerin hikâyesini dinliyorsunuz. Anlatılanlar aynı zamanda karşıdaki ekrana yansıyor ve zaten ışıltılar arasında etrafta seyrediyorsunuz. Hayran olmamak mümkün değil. İstanbul Boğazı’nda birkaç defa vapur gezisi yapmıştım ve böyle bir uygulamaya rastlamamıştım. Hemen İstanbul’dan tura katılanlara sordum, olmadığını söylediler. O halde Kültür ve Turizm Bakanlarımız ve bürokratları ile sık sık yurt dışı gezilere çıkan Belediye Başkanlarımızın oralarda ne yaptıklarını sormak lazım. Böyle güzel ve yararlı uygulamaları almak gerekmez mi?
VİYANA YOLUNDA VE SONUÇ
Ertesi gün Budapeşte’den ayrıldık ama Tuna boyunu terk etmeden… Slovakya üzerinden, başkent Bratislava’da kısa bir mola verdikten sonra Avusturya’ya, Viyana’ya gidiyoruz. Bütün orta Avrupa’da gördüğümüz devasa rüzgârgülleri sanki bütün Avusturya’yı sarmış durumda. Evet, adamlar gerçekten yapmış kardeşim. Elektrik enerjilerini büyük ölçüde rüzgâr gücüyle dönüp duran bu pervanelerden elde ediyorlar. Tıpkı dizel üretimlerini de kanola bitkisinden sağladıkları gibi. Yani yapmasını bilene elektrik havadan, dizel topraktan geliyor. Ülkemiz, topraklarımız her ikisine de müsait ama kısır siyasi çekişmeleri böyle güzel ve faydalı işlere tercih edip gidiyoruz.
Viyana’ya gidişimiz ise elbette 3. Kuşatma için falan değil. Gezip görmek ve ecdadı bu vesile ile de yâd etmek. Zaten tur programında ve rehberin dağarcığında ecdatla ilgili ayrıntı yok. Söylenen tek şey, kuşatmalardan ve Osmanlı duraklamasının başlamasından sonra “Artık Türk tehlikesi ortadan kalktığı ve başka tehdit unsuru olmadığı için Viyana Kalesi’nin yıktırılmış olması!”
Ben, yol arkadaşlarımıza Viyana önlerine kadar giden Muhteşem Süleyman’ın günümüz devlet adamlarına da ibret olacağını düşündüğüm Semendire Beylerbeyi Gazi Bali Bey’e yazdığı fermanı okuyarak ecdadımızın insanlara zulmetmek için değil adalet dağıtmak amacıyla oralara gittiklerini anlatmak istemiştim ama fırsat olmadı. İşte, “Yücelik Belgesi” olarak anılan bu ferman:
"Her iyiliğin kaynağı adâlettir… Adil olmayan kişinin elinden çıkan iş kötü iştir. Peygamberimiz ‘Bir günün adaleti yetmiş yıllık ibadetten üstündür’ buyurmuştur. Öyle insanlar var ki, ellerinde fırsat yok iken sâlih, âbid ve zâhid görünürler, ellerine fırsat geçince nemrut kesilirler.
Hizmetinde kullandığın adamların dış hallerine aldanma. Mala muhabbet göstereni devlet hizmetinde kullanma. Zira o adamlar ki, Allah'ın bana emanet ettiği halkı ezerler. Kıyamet günü sorumlu benim.
Ey Gazi Bâli Bey; mansıbımın geliri masrafıma yetmez diye gam çekme. Ne dileğin varsa benden iste. Sana emanet ettiğim askerlerimin ve tebaamın gençlerini evlat, ihtiyarlarını baba, yaşlılarını da kardeş bil. Bilhassa fukaraya şefkat ve muhabbetle ihsan kapılarını aç!.."
İşte “İ’layı Kelimetullah” bu idi ve ecdat her nereye gitmişse sömürmeye değil adaleti yaymaya gitmişti. Çekildiği her ülke, her bölge hâlâ kaynayan kazansa durum ortada değil mi?
Oraları görüp de “İstanbul falan hikâye” diyen kardeşler, hiç de öyle değil. Evet, onlar tarihlerine büyük ölçüde sahip çıkmış, şehirlerini tarihi eserlerine göre tasarlamışlar. Biz “restorasyon” ya da “yenileme yapıyoruz” diye eskiyen, kirlenen taşları habire siler, hatta boyarken, bu yüzden camilerimizin akustiğini bile bozarken onlar eski kiliseleri, müzeleri isiyle kiriyle öylece bırakmışlar. Biz biraz hoyrat davranmışız, onlar sahiplenmişler. İş disiplinlerine, örnek alınması gereken bazı uygulamalarına yeri geldikçe yazımın içinde yer verdim. Ancak onların da bizden öğreneceği çok şey var. AB bize habire talimatlar yağdırırken mesela üyelerini otel ve havaalanlarında Türkiye standartlarını yakalamaları konusunda zorlamalıdır. Bir de, Avrupalılar öyle zannettiğimiz gibi zengin olsalardı kahvaltılarında doğru dürüst yenebilecek bir şeyler olurdu. Allah’a şükür bir elimiz yağda bir elimiz balda. Eminim ki en fakir ailelerimiz bile onlardan iyi kahvaltı ediyorlardır. Karpuzu dilimle, elmayı tane ile alıp satan, zeytinden habersiz yaşayan, -saat 18.00’den sonra tıpkı resmi daireler gibi kapandıklarından- derde derman için, aç karnını doyurabilmek ya da aş eren hanımına yeşil erik, salatalık alacak manav, dükkân, AVM bulamayan insanların neyine özeneceğiz ki? Hem Faruk Nafiz Çamlıbel, bir dörtlüğünü de yazımızın baş taraflarına aldığımız “Sanat” isimli şiirinde ne güzel söylemiş:
“Başka sanat bilmeyiz, karşımızda dururken
Yazılmamış bir destan gibi Anadolumuz
Arkadaş, biz bu yolda türküler tuttururken
Sana uğurlar olsun… Ayrılıyor yolumuz!”