Ata Yurduna Seyahat 2: Taşkent’ten Semerkand’a
“Uçağın merdiveninden inerken karşıya bakan hemen herkes şaşırıyordu. Gözlerimize inanamıyorduk, kulaklarımıza inanamıyorduk. Kalabalık, hava alanından adeta taşıyordu. Terminal binası ağzına kadar tıklım tıklım dolu idi. Yaşa diye bağıranlar, selamünaleyküm diyenler, el sallayanlar, alkışlayanlar ve nihayet hıçkıra hıçkıra ağlayanlar… Demet demet, renk renk çiçekler sunuluyor, kucak kucak çiçek yağmuruna tutuluyoruz. Herkes birbirini çiğnercesine koşuyor, itişiyor, herkes bizi görmek, bize yaklaşmak için kendini kaybetmişe benziyordu…
….Uzakta kalanlar, bizi göremeyenler ileri atılmak için çırpınıyor, zorluyor, kordonu geçmek için kalabalık dalgalanıyor… Alkış, çığlık ve bağırmalar… Sarsıla sarsıla ağlamalar ve hıçkırıklar…
Terminal binasının radyosu sonuna kadar açılmış. Bizim, yüzde yüz bizim olan bir ses, yine yüzde yüz bizim olan bir türküyü söylüyor. Tıpkı Anadolu kasabalarında, herhangi bir kahvede olduğu gibi. Tıpkı Anadolu yaylalarında pilli radyolarda dinlediklerimiz gibi…
….Candan alaka, samimiyet, alkış ve müzik, hepimizi şaşkına çeviriyor. Ne yapacağımızı, nasıl mukabele edeceğimizi bilemiyoruz. Kimimiz şaşkın şaşkın etrafına bakınıyor ve bir kazadan yeni kurtulmuş, fakat henüz kendine gelememiş bir insanı andırıyor. Kimimiz durgunlaşmış, tıkanmış ve konuşamaz halde. Fakat hiçbirimiz diğerinin yüzüne bakamıyoruz. Herhalde birbirimizin ne halde olduğunu görmemek için veya göz göze gelip halimizin görülmemesi için… Çoğumuz ise zaten birbirini göremeyecek halde, gözyaşlarını tutamayarak ağlıyor, ağlıyor… Ben de ağlayanlar arasındayım. Niçin ağlıyorum? Hırsımdan mı? Sevincimden mi? Heyecanımdan mı? Bunu ben de bilemiyorum. Gözyaşlarımı zaptedeyim diyorum, zaptedemiyorum; dişlerimi sıkıyorum, olmuyor; boşalıyorum ve ağlamaya devam ediyorum. Hem de hayatımda hiçbir zaman yapmadığım şekilde bir ağlayışla…”
Bu karşılama bizim için olmadığı gibi yukarıdaki satırlar da bana ait değil. Bundan 45 - 46 yıl önce (1968) devrin Başbakanı Süleyman Demirel’le birlikte Özbekistan’a giden ve eli kalem tutan ender siyasetçilerimizden biri olan Mehmet Turgut, 1969 yılında yayınladığı “Taşkent’e Doğru” isimli eserinde Taşkent Havaalanı’ndaki karşılanışlarını böyle anlatıyor. 1917 yılındaki komünist ihtilalinin vukuundan 50, şimdiki Ortaasya Türk Cumhuriyetlerinin SSCB’nin birer “unsuru” olarak oluşturuluşunun üzerinden de yaklaşık 45 yıl geçmiş ve Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı beraberindeki bir heyetle birlikte Özbekistan’a gidiyor. Hasret ve özlem duygularının tavan yaptığı bir dönem. İnsanlar baskıya, zulme ve başlarına gelecekleri bile bile tek bağımsız Türk Devleti olan Türkiye’den gelenleri böyle karşılıyor, buradan gidenler de onları gönülden kucaklıyorlar.
O seyahatten sonra aradan 25 yıla yakın bir süre geçmiş ve Sovyetler’in dağılmasıyla birlikte 1991 yılında peş peşe gelen bağımsızlık ilanları tabuları yıkmaya başlamış, karşılıklı gidip gelişler hasreti sona erdirmişti. Haliyle kavuşma heyecanı da giderek azaldı. Biz siyasi bir heyet de değildik ve elbette öyle bir karşılama beklemiyorduk. Ancak çok iyi bildiğimiz bir şey vardı ki biz oradaki kardeşlerimizi çok seviyorduk, onların da bizleri sevdiklerinden emindik. Bunda hiç yanılmadığımızı sivil halkla ilk karşılaşmamızda hemen anladık. O dost bakışlar, “Gardaş… Siz de Müslüman biz de Müslüman” diye sarılışlar başka ne anlama gelebilir? Seyrettikleri Türk dizilerinin kahramanlarını soruşları, hele hele tanıdığımızı, gördüğümüzü söyleyince sanki onlarla karşılaşmışlar gibi yeniden sarılışları aramızda binlerce kilometre mesafe, dağlar, çöller, göller ve denizler olmasına rağmen kanlarımızın kaynayıp birbirini çektiğinin işareti değil de nedir? Yeter ki siyasiler gölge etmesinler, Adriyatik’den Çin Seddi’ne Türkler 6 – 7 değil, 15 – 20 devlet olsalar da aslında tek bir millet olduklarının şuurunda olacaklardır.
Taşkent… Meydanlar, Yeşillikler, Güzellikler Şehri
26 Mayıs 2014 Pazartesi sabahı güneş doğarken Kırgızistan’ın başkenti Bişkek’e inmiştik, 28 Mayıs sabahı güneş doğarken de Özbekistan’ın başkenti Taşkent’teyiz. Gece hiç uyumadığımız için önce otele gidip eşyalarımızı bıraktık, sabah kahvaltısını yapıp dinlendikten sonra şehir turuna çıktık. Hemen şunu söylemeliyim ki daha ilk bakışta hayran kaldım ve adeta çarpıldım. Geniş ve düzenli yollar, yeşil - yemyeşil çevre, devasa ağaçlar ve hayranlığıma hayranlık katan koca koca meydanlar… Evet evet; meydanlar! Burada Timur Meydanı’nı, Bağımsızlık Meydanı’nı, Tiyatro Meydanı’nı gördükten sonra yine dertlerim depreşti. Artık kesinlikle eminim ki bizde şehircilik diye bir şey yok. Öyle inanıyor ve iddia ediyorum ki gelmiş geçmiş ve hâlihazırdaki belediye başkanlarımızla kendi sorumluluk dönemlerinde ortaya çıkan heyula binalardan sözüm ona şikâyet eden, onları yapan müteahhitlere “darıldığını” söyleyen siyaset adamları samimi değiller ve riyakârlar. Avrupa’ya, İran’a, Turan’a yaptığım bütün seyahatlerde en çok meydanlara, şehirlerin temizliğine hayran oluyor, “bizde neden böyle olmuyor” diye hayıflanıyorum. Seyahat yazılarımın hemen hepsinde özellikle meydanlar konusunda bir not düşüyorum. Çünkü bir şehri, bir beldeyi gösteren meydanlarıdır. Mesela Türkiye Cumhuriyeti’nin başkenti Ankara sözüm ona “modern” bir şehir olmasına rağmen meydanı olmayan bir şehirdir. “Meydan” olarak geçen Kızılay, Tandoğan, Ulus yalnızca birer kavşak noktası, ya da dört yol ağzı konumundalar. Artık giderek bir görmemişliğe dönüşen rantiyecilik, yeni oluşup gelişen semtleri bile berbat etti. Daha on yıl öncesine kadar gecekondu bölgesi iken yeni bir yapılanma ile Ankara’da siyasetçilerin ve özellikle mevcut iktidarın gözdesi haline gelen Çukurambar Semti bile nerede ise 100 – 200 metrede bir yolkesen trafik lambaları, yüksekliğine bakmaya çalışırken insanın şapkasını yere düşüren ve her an yıkılıverecekmiş gibi duran, göz zevkini bozduğu yetmiyormuş gibi rüzgârı ve hava akımını kestiği için mahalle sakinlerine nefes aldırmayan heyula binaları ile daha şimdiden yaşanmaz hale geldi, getirildi.
Gezip görmek insanın ufkunu açacak yerde gördüğüm güzelliklerle bizdeki garabetleri karşılaştırıyor ve işte böyle öfkelenip derdimi satırlara döküyorum. Sahi, sık sık yurt dışı seyahatlere çıkan yerel ve genel yöneticilerimiz acaba benim gördüklerimi görmüyorlar mı ya da gördüklerinden ders alıp hiç değilse kopya etmeyi de akıl edemiyorlar mı? Ne dersiniz?
Sonra, Çırçık nehrinden alınan ve Taşkent’in içinden geçirilen su kanalları… Burada sözüm, yöneticilerimizle birlikte kendi insanımıza… Şehrin ortasından geçen su kanalında bir çöp, bir kâğıt parçası, bir pet şişe vb. atık olmaz mı? Özellikle baktım, defalarca baktım, göremedim. Peki, bizde neden öyle değil? Bizde otomobillerde içilen sigaraların kül tablaları, içilen suların şişeleri, yenen meyvelerin artıkları neden yollara dökülüp saçılır? Denizlerimiz, göllerimiz, akarsularımız neden çöplük gibi kullanılır? Avrupa’da ve işte Ortaasya’da sürücüler yayalara saygı gösterirlerken bizde neden yol hakkının hep kendilerinde olduğunu düşünürler?
İşte böyle efendim; gezip görmenin bir alameti olmalı, insana bir şeyler katmalı, kazandırmalı ve yerine göre iğneyi başkasına batırırken çuvaldızı da kendimize batırmayı bilmeliyiz. “İyi de, oralarda eleştirilecek hiç mi bir şey yok?” Var elbette: Öncelikle ve özellikle tuvalet kültürü! Hem en modern, en medeni bildiğimiz Avrupa’da, hem Balkanlarda, hem Ortaasya’da, hem İran’da ve hem de Arap ülkelerinde bu konuda en ileri, en modern, en medeni ülke Türkiye, en dikkatli insanlar da bizim insanlarımız, onda hiç mi ama hiç şüphe yok. Allah’a şükür evlerimizde, işyerlerimizde, otellerimizde bulunan klasik (Alaturka) ve modern (Alafranga) tuvaletlerimizde musluklar, lavabolar ve bütün dünya ülkelerine fark attığımız taharet musluklarımız var. Klozetlere konan taharet musluklarını kim akıl edip uygulamışsa İnşaallah Cennetliktir. Türkiye’ye gelip giden Müslüman – Hıristiyan ülke yetkilileri, özel teşebbüs temsilcileri bizdeki bu uygulamayı neden alıp uygulamazlar acaba? Yoksa onlar da bizimkiler gibi yalnızca turistik gezi mi yapıyorlar, bilemiyorum!
Beni çok rahatsız eden bu konuyu not düştükten sonra Özbekistan’da Sayın Kerimov’un gayretleri ile son yıllarda gerçekleştirilen yenileme çalışmaları ile birlikte bazı türbe ve camilere bu sıkıntıyı giderecek modern lavabolar ve tuvaletler yapıldığını şükranla karşıladığımızı da belirtmeliyim.
Litvanya Cumhurbaşkanı’nın ziyareti dolayısıyla Taşkent programımız aksasa da gezip göreceğimiz yerlerde takdim – tehir yaparak amacımıza ulaşmaya çalıştık. Ali Şir Nevai Caddesi’nden geçerken ve cadde üzerindeki Kütüphanesi’ni görünce O’ndan söz etmemek olmazdı. Türkçe’nin Çağatay lehçesinde eserler veren bu ünlü simanın kaleme aldığı ve Farsça ile Türkçe’yi karşılaştırdığı Muhakemetü’l Lügateyn isimli eseri ve divanları oldukça ünlüdür. “Nazım Bahçesi’nin Şakrak Bülbülü” olarak nitelendirilen Ali Şir Nevai’ye göre “Söz bir incidir ki onun denizi gönüldür ve gönül bütün anlamları kendisinde toplar” ve “Gönülden söz incileri çıkarma şerefine erenler (Yazarlar – şairler) de bu işin mütehassısıdırlar”
Nevai’nin, “Gönülden söz incisi çıkaracak” olanlara tavsiyelerinden birkaçı şöyle:
“…Türk ve Fars dilleri arasındaki kusursuzluk veya noksanlık bakımından çok büyük farklar vardır. Söz ve ibarede, kelimelerin anlam ve kavramında Türk Fars’tan üstündür. Türk’ün öz dilinde öyle incelikler, güzellikler, sanatlar vardır ki İnşaallah yeri geldikçe gösterilecektir…”
“…Fars dili yüksek ve derin konuları anlatmada yetersizdir. Çünkü Türkçe’nin oluşumunda ve konularında pek çok incelik, özgünlük vardır. İnce farklar, en aşırı kavramlar için bile kelimeler yaratılmıştır ki bilgili ancak kimseler tarafından açıklanabilir.”
“…Türk’ün bilgisiz ve zavallı gençleri güzel sanarak Farsça şiirler söylemeye özeniyorlar. İyi ve etraflı düşünseler Türkçe’de bu kadar genişlik ve zenginlik durup dururken bu dilde şiir söylemenin ve sanat göstermenin daha beğenilir olacağını anlarlar.”
Aslında değişen bir şey yok tabii… Gençler, siyasiler, sade vatandaşlar, esnaf şimdi de İngilizce’ye özeniyorlar.. daha beğenilir
Ali Şir Nevai Kütüphanesi’nin ardından modern Kongre Sarayı Marifet Merkezi’ni de gördükten sonra bir sürprizle karşılaşıyoruz: Karşımızda Atatürk Caddesi! Bu cadde taşıt trafiğine kapalı ve adeta bir sanat galerisi gibi. Ressamlar, müzisyenler, el sanatları ile uğraşanlar serlerini sergileyip satış yapıyorlar.
Taşkent’te dikkatimizi çeken bir şey var: Minare göremiyoruz! Rehberimiz, “Mahalle camilerinde minare olmadığını ve ezanın içeride okunduğunu” söyledi. Nitekim Ortaasya’ya has minareyi ikindi vaktine doğru gittiğimiz İmam Külliyesi’nde gördük ve daha sonra ezan sesi de duyduk.
İmam Külliyesi geniş bir alana yayılmış ve oldukça etkileyici. Hele içeride Hz. Osman’ın derlediği el yazması Kur’an-ı Kerim’in orijinalini görünce etkilenip duygulanmamak mümkün değil. Emir Timur bu muazzam ve bir eşi daha bulunmayan Kur’an nüshasını 1401 yılında yani hüzünle andığımız o Ankara savaşından bir yıl kadar önce Bağdat’tan alıp Taşkent’e göndermiş. Ardından Rus Çarları tarafından Rusya’nın değişik yerlerine götürüldükten sonra Özbekistan SSCB Özerk Cumhuriyeti olarak ilan edilince 1924 yılında tekrar Taşkent’e getirilerek sergilenmiş. Ne yazık ki bu arada 11 sayfası çalınmış ve kayıp. Yasaklara uyduğumuz için resim çekmeden oradan ayrılıyor ve dünyanın çeşitli yerlerinde basılan Kur’an-ı Kerim nüshalarının sergilendiği bir vitrin önüne geçiyoruz. Gözlerimiz haliyle Türkiye’den gönderilen bir Kur’an baskısı arıyor ve bir özel yayınevince basılan nüshayı görüyor, Diyanet İşleri Başkanlığınca basılan bir nüshanın da orada olması gerektiğine hükmederek ayrılıyoruz. Devletimiz ve dolayısıyla resmi kurumlarımız nedense bu konulara önem vermiyorlar. Yıllar önce Azerbaycan’da –konu farklı olsa da- benzer bir durumla karşılaşmıştım.
Dostlarla birlikte “Azerbaycan Musiki Medeniyeti Devlet Müzesi”ni gezerken Tarih boyunca Azerbaycan başta olmak üzere çevredeki Türk ellerinde kullanılan musiki aletleri ve konu ile ilgili yayınların bir düzen içerisinde sergilendiğini görmüş ve gözlerimiz yine Türkiye’den gönderilen müzik aletlerini aramıştı. Durumu müze sorumlusu Şahla Hanım’a sorduğumuzda saygılı ve alçakgönüllü bir ifade ile: “Aynı kültürü temsil ettiğimiz için gerek görülmemiştir” deyivermişti ama öyle olmadığı apaçık ortada idi.
Sonraki durağımız Taşkent Pazarı oldu…
Taşkent Pazarı oldukça geniş bir alana yayılmış ve üç ana bölümden oluşuyor: Bir sanat eseri olan devasa bir kubbe altında kurulan Et Pazarı, bizdeki çardaklı pazarlar misali alanlarda kurulan Kuru Gıda, Kuru Yemiş Pazarı ve Sebze Meyve Pazarı.Ayrıca bu pazarların hemen yakınında hediyelik eşya ve özellikle ipekli ürünler satan dükkânlar, mağazalar.
Alper Tunga öldi mi/Issız acun kaldı mi/Emdi yürek yırtılur
29 Mayıs sabahı Semerkand’a gitmek üzere Taşkent Tren İstasyonu’ndayız. Yolculuk yapacağımız hızlı trenin adının Afrosiyab (Alper Tunga) olduğunu öğrenince lise sıralarında okuduğumuz Alper Tunga Destanı’nı hatırlayıp heyecanlandık. Alper Tunga aslında, şimdiki Özbekistan topraklarında yaşayan bir Türk kahramanı. Farslarla savaştığını ve hemen hiç yenilmediğini biliyoruz. Sonunda İran’daki Med Hükümdarı Keyhusrev O’nu bir ziyafete çağırır ve orada zehirleterek öldürür. Dolayısıyla, Farsların korkulu rüyası olduğu için Alper Tunga’ya “Kötülük ilahlarına” verdikleri isim olan “Afrosiyab” adını takmışlardır. Fars kültürünün etkisiyle Ortaasya coğrafyasında da bu adla anıla geliyor olması biraz tuhaf. İşte o kahramanın adını taşıyan trenle Anadolu’da İslamiyet’in yayılıp şekillenmesindeki ana unsurların kaynaklarından biri olan Semerkand’a doğru hareket ettik.
Tren yolu güzergâhında –özellikle pamuk- ekili tarlaları, düzenli bahçeleri ve otlayan küçük ve büyükbaş hayvanları görünce –sanki Türkiye’de bunları görmemiş gibi- heyecanlanıp sevinmemin/sevinmemizin anlamı herhalde hasret duygularıyla ifade edilebilir. Derken ayrı bir heyecan dalgası geliyor; rehberimiz Mansur Buhari “Az sonra Siriderya (Seyhun) Nehri’nin üstünden geçeceğiz” deyince zaten elimde hazır bekleyen fotoğraf makinemi tren penceresine doğru yöneltip nehir görüntüye girdiği anda düğmeye basmak üzere avcılar misali nişan pozisyonu alıyor ve –olabildiği kadar- başarıyorum… Az sonra Zerefşan (Altın Akan) Nehri’ni de görüyoruz. Zaten Semerkand da Zerefşan Vadisi’nde kurulan bir şehir. Hemen Amuderya (Ceyhun) Nehri’ni merak ediyoruz ve onu Buhara’dan sonra, Hive’ye giderken göreceğimiz söyleniyor.
Evet… Bu coğrafyada bulunan nehirler, bu toprak, bu hayvanlar, kuşlar ve hatta çöller bize hep geçmişimizi, atalarımızı hatırlatıyor ve heyecanlandırıyor. Yol kenarlarında ve yerleşim yerlerinin giriş çıkışlarında bulunan tabelalarda, “Vatanı sevmek imandandır”, “Müstakillik en iyi nimettir”, “Şu aziz vatan parçalanmaz ki”, “Özbekistan, geleceği büyük devlet” gibi daha pek çok sözü okuyor ve ister istemez Türkiyemizdeki okullarda okunan Andımız’ın yasaklanması konusunu hatırlıyoruz.
Hızlı tren hızla akıp gidiyor ve Semerkand’a ulaşıyoruz. Burada tren istasyonuna “Vokzal” adını vermişler. Rehberimizin ifade ettiğine göre, Sovyetler zamanında İngiltere’ye gidenler orada Vokzal isimli bir yerleşim yerinin istasyonundan etkilenerek bu adı kullanmaya başlamışlar ve bir daha da değiştirilmemiş.
Derler ki Semerkand, “Güzel şehirlerin birincisi ve İslamiyet’in kubbesi/kuvveti”dir… İşte biz şimdi bu güzel ve anlamlı şehirdeyiz. Bu şehirde gezilip görülecek, manevi atmosferinden faydalanılacak o kadar yer var ki: Uluğbey Medresesi, Sher-Dor (Ser-dar) Medresesi, Tilya-Kari Medresesi, Uluğ Bey Rasathanesi, Semerkand Afrasiyab müzesi, Timur'un Gur Emîr türbesi, Shakh-i Zinda (Şah-ı Zinda) türbesi, Bibi Hanım Camii, Hazreti Hızır Camii, Davud Peygamber türbesi, Zümrüt Hoca Camii, Bibi Hanım türbesi, Kok Camii, Chorsu (Çarsu) antik ticaret merkezi, Abu Mansur Matridiy (Ebu Mansur el-Matüridî) türbesi, Rukhobod türbesi, Aksaray türbesi, Nisbatdor Hoca Cami, Abdu Darun Hoca türbesi, Ishrat-Khana (Ishrathona - İşrethane), Namazgâh Cami, Kok Saray kalıntıları…
Hepsini gezip görmek için en az bir hafta Semerkand’da kalmak gerekiyor ancak bir tur organizasyonunda zaman sınırlı. Üstüne üstlük Litvanya Cumhurbaşkanı da peşimizi bırakmıyor. Bir gün önce Taşkent’te olduğu gibi onunla adeta köşe kapmaca oynuyor ve ziyaret edeceğimiz yerleri ya öne alıyor ya da sonraya bırakıyoruz. Bu iş bizde de öyle değil mi? Cumhurbaşkanı ya da Başbakan’ın da katılacağı bir yemeği, hatta bir cenaze törenini düşünün; gittiğinize gideceğinize pişman olursunuz!
Nitekim Semerkand’da ziyaretlerimize Uluğbey Rasathanesi ile başlayacakken akşama kadar fırsat bulamadık ve Buhara seyahatimizi aksatma pahasına ertesi güne bırakmak zorunda kaldık.
Meydan konusuna girmeden geçersem ayıp olur. Bizdeki meydansız şehirler, ilçeler ve köylerin aksine oralarda ilk göze çarpan meydanlar. Semerkand’da özellikle Recistan (Kumluk Alan) Meydanı’na hayran olmamak mümkün değil.
Semerkand’da ilk ziyaretimizi Buhari Hazretleri adına düzenlenen ve türbesinin de içinde bulunduğu külliyeye yaptık. Buhari, bilindiği gibi İslam dininin en büyük Hadis Âlimi sayılır. İslam Peygamberinin vefatından 178 yıl sonra dünyaya gelmiş olmasına rağmen büyük bir araştırma içine girerek Kuran-ı Kerim’den sonraki en büyük İslami kaynak olan Hadis-i Şerifleri önemli ölçüde derlemeyi başardı ve Hadis İlmi’nin oluşmasına öncülük etti.
Sünni Müslümanlığın itikad (inanç) imamlarından Maturidi Hazretleri, Türk kültür dairesinde yetişen ve milletimizin dini inançlarının oluşmasında büyük rolü olan muhterem zat. O’nun türbesi de Semerkand’da. Ziyaret edip ruhuna Fatihalar gönderdikten sonra Emir Timur’un çok sevdiği hanımı Bibi Hatun Türbesi ve Bibi Hatun Camisi’ni ziyaret ettik. Bu caminin avlusunda bulunan ve Taşkent’te ziyaret ettiğimiz Hz. Osman zamanında derlenen el yazması Kur’an-ı Kerim’in boyutlarındaki mermer rahle oldukça dikkat çekici idi. Emir Timur Türbesine gitmeden önce Bibi Hatun Türbesi ve Camii’nin hemen yakınında bulunan Pazar yerine uğramayı da ihmal etmedik.
Ve Emir Timur Türbesi… Dünya ve Ortaasya tarihinde önemli bir yeri olan bu büyük komutan haklı olarak Özbekistan’da çok seviliyor. Hemen bütün meydanlarda onun devasa heykellerini görmek mümkün. Timur’un türbesi de muhteşem. Türbe içinde yalnız kendi mezarı değil, hocası Seyit Bereke, büyük alim ve devlet adamı Uluğ Bey ve başkaları da medfun bulunuyor.
Elde olmayan sebepler yüzünden program aksadığı için akşam oldu ve Uluğ Bey Rasathanesi ile Şah-ı Zinde ziyaretlerini ertesi güne bırakmak zorunda kaldık. Dolayısıyla sabah erken çıkmayı planladığımız Buhara yolculuğuna gecikmeli olarak başlayabileceğiz.
30 Mayıs günü otelde yaptığımız sabah kahvaltısından sonra ilk durağımız Uluğ Bey Rasathanesi. Astronomi alanındaki buluşları ile ilim adamlığı devlet adamlığının önüne geçen bu büyük insanın mezarını Emir Timur Türbesi içinde ziyaret etmiştik ama adına düzenlenen ve ilim tarihine yaptığı hizmetleri sergileyen rasathane – müzeyi görmeden gidemezdik.
Ve bu güzel şehirdeki son ziyaretimizi Ortaasya’daki tek Sahabe olarak bilinen Peygamber Efendimiz’in amcası Hz. Abbas’ın oğlu Şah-ı Zinde (Yaşayan Şah) Kusam bin Abbas’ın türbesinin bulunduğu külliyeye yapıyoruz. Külliye Efrasiyab Tepesi’nin yamacında bulunuyor ve Giriş, Orta ve Üst olmak üzere üç bölümden oluşuyor. Kusam bin Abbas, Semerkand’ı İslam’a kazandıran Sahabelerden olup 672 yılında şehid olarak buraya defnedilmiş. Timur zamanında da etrafında, sayıları onu bulan diğer türbe/mezarlar oluşturulmuş. Bu mezarların, Emir Timur’un yakınları ve devlette önemli görevleri olan kişiler olduğu biliniyor. Tam bir manevi atmosfer ortamındayız. Cümlesini rahmetle anarak ve ruhlarına Fatihalar göndererek Semerkand’a veda ediyoruz. Veda şiiri, grubumuzun eli kalem tutanlarından cefakar ülkü adamı Ali Yıldız’dan:
“Şimdi gidiyorum selametle kal/Gönlüm sende kaldı yahşi Semerkand
Meydan meydan gönülleri fethettin/Uluğ Beğ’li, Maturidli Semerkand
Beş bin yılı bir şehre sığdıran,/Şah-ı Zinde ile rahmet yağdıran
İmanını Buhariyle yoğuran/Türklük bereketi, Özbek Semerkand.
Yıllarca ağıtlar yaktık adına,/Şu bahtsız Türklüğün şanı adına,
İçten dileğimiz; er muradına,/Emir Timur yadigarı Semerkand.”