Ötüken’e Yolculuk 1: Bozkır İmparatorluklarının Merkezinde
“Ey Türk – Oğuz Beyleri, milleti, işitin: Yukarıda Gök çöçkmese, aşağıda yer delinmese; Türk Milleti, ilini Töreni kim bozar? Ey Türk Milleti, titre ve kendine dön!” (Bilge Kağan)
Bu sözü işiteli yıllar olmuş, gençliğimizde bize bir dinamizm kazandırmıştı ama sanki bir slogan olmaktan öte de götürememiştik. Oysa bu hitapta geçen üç kelime her şeyi özetliyordu: “Titre, kendine dön!”
Ne öyle içten titreyebildik, ne de bunca ikazımıza rağmen muhataplarımızı titretip kendilerine getirebildik. Yaş kemale erip saçlara aklar düştüğünde ise ecdadımızın ortaya çıktığı toprakları ve coşkun bir sel gibi akıp dağıldığı diyarları gezip dolaşmaya başladık. Kısacası, -neden sonra da olsa- felek gençliğimizin hayallerini süsleyen, bir aşk ve sevda gibi benliğimizi saran diyarları gezdirerek ehli dil olanları dilşad etmişti.
Buna bir iman tazelemek mi denir bilmiyorum. Belki de imkân meselesidir ama ben Allah’ın bir vesile yaratıp gönlüme göre verdiğine inanıyor ve kendimi çok şanslı hissediyorum. Çünkü biz o yerlere sevdalı isek karasevdalı olup Kürşadların, Yamtarların, Bögü Alpların, Almılaların; kısacası o toprakların romanı Bozkurtları yazan Atsız, “Vatan ne Türkiyedir Türklere ne Türkistan, vatan büyük ve müebbed bir ülkedir; Turan” diyen Ziya Gökalp, Kırk yiğit arkadaşıyla birlikte Çin Ordusu’na kafa tutan Kürşad’ın hikâyesini destanlaştıran Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu, Türk gençliğini milli şuurla donatıp milletimizin kızıl emperyalizme kul olmasının önüne geçen Başbuğ Türkeş ve daha 17 yaşında olduğu bir sırada Turan yolculuğuna çıkmışken Van’dan geri çevrilen Galip Erdem’le daha nice Türklük sevdalısı bu imkânı bulamadan göçüp gittiler.Şu feleğin işine bakın ki, “Yollara Kürşadlar uzanmış, ölü…/Ağlasın Akülke, ağlasın Sütgölü!/Yiğitlerim uyur gurbet ellerde…/Kimi Semerkant’ta bekler beni,/Kimi Caber’de./ Caber yok, Tiyanşan yok, Aral yok/Ben nasıl varım?/ Ağla, ey Tanrı Dağlarından/İndirilmiş Tanrım!” diye ağıtlar yakan Arif Nihat Asya da o diyarlara hasret gitti. Biz oralarda onları da yâd ettik. Hele hele Ötüken Coğrafyası’ndan geçerken, Orhun Nehri’ni doya doya seyredip serin sularında yıkanırken Atsız üstadın Kürşad Marşı’nı dilimizden düşürmedik: “Yufka yüreklilerle çetin yollar aşılmaz/Çünkü bu yol kutludur, gider Tanrı Dağı’na…”
Evet, Tanrı Dağı’na gidiyorduk. Atalarımızın oralardan buralara atla geçtikleri binlerce kilometrelik yolu uçakla gitmemize rağmen on saat süren hava yolu bile çetindi ki, kara yollarında nelerle karşılaşacağımızı daha sonra görecektik. Azerbaycan ve Kazakistan üzerinden Manas ve Muhammed Satuk Buğra Han diyarı Kırgızistan’a doğru süzülürken, kardeşlerimizin Çin esareti altında bulunduğu Doğu Türkistan’ın Başkenti Urumçi’yi selamlarken Ağustos ayının son günlerinde bile başı karlarla buzlarla kaplı olan Tanrı Dağları ile karşı karşıya gelmek içimizde ne büyük heyecan fırtınaları estirdi bir bilseniz!
Türk Hava Yolları’nın o kırmızı beyaz arması sanki Tanrı Dağları ile aynı hizada idi ve çok güzel bir manzara oluşturuyor, duygu selimizi kabartıyordu. Pilotumuz da kumandası altındaki uçağa o dağları doya doya seyredelim diye pozisyon aldırıyor gibiydi…
***
Bir kalemde Tanrı Dağları’nın zirvesine çıkıverdiğim için okuyucuların heyecanımı bağışlayacaklarını umuyorum. Yolculuğumuz 27 Ağustos 2014 günü saat 19.05’te Türk Hava Yolları’nın Bişkek üzerinden Moğolistan’ın Başkenti Ulanbatur’a giden uçağıyla başlamıştı ve on altı kişilik bir gruptuk. Yaklaşık 4,5 saat sonra Bişkek’te Manas Havaalanı’na indik. O sırada Türkiye’de gece yarısı, Atayurdunda ise sabahın seher vaktine giriliyordu. Ben aynı yılın Nisan ayı sonlarında da organizatörümüz Kadir Tosun arkadaşım başta olmak üzere grubumuzda bulunan birkaç arkadaşla birlikte Bişkek’e gelmiş ve bu Manas, Satuk Buğra Han ve Cengiz Aytmatov diyarını doya doya gezip Issıggöl’de geçmişi yâd etmiştik. Şimdi ise yalnızca bir mola veriyorduk. Nitekim bir saat sonra yeniden havalandık ve Moğolistan’a doğru yol aldık.
Altımızda dağlar, dağlar ve yine dağlar var ama bazen de oldukça verimli olduğu anlaşılan ekili araziler, “Orta Asya’da kuraklık yoktur” dercesine kıvrım kıvrım akıp giden akarsular görüyoruz. Urumçi’nin çevresinde bulunan düz ve ekili arazileri görünce yüreğimiz “cız” ediyor ve esaret altındaki kardeşlerimize yardımcı olamamanın hüznünü yaşıyoruz. Başta da işaret ettiğim gibi Tanrı Dağları ile uzantılarının haşmeti baskın geliyor ve hayallere dalıp uyuyoruz. Çünkü yol uzun, program yüklü, sabah da dinlenmek yok.
Uçağımız, Türkiye saati ile 06.00, Moğolistan saati ile öğle vakti 12.00 sıralarında Ulanbatur’da Cengiz Han Havaalanı’na inmek üzere alçalırken ilk gözümüze çarpan çadırlar oldu. Şehri çevreleyen evler ya da mahalleler Klasik Moğol çadırları ile dolu idi. Şehre girince gördük ki, apartmanların yanlarındaki boşluklarda da çadırlar var. İstanbul’un tarihi dokusunu bozan, Ankara’nın hava koridorlarını tıkayan o heyula binalar kadar olmasa da Ulanbatur artık özelliğini kaybetmiş durumda.
Havaalanı’nda bizi bir Kazak Türkü olan rehberimiz Erpolat Âşık karşıladı ve biz ona hep “Polat”, bazen de “Polat Alemdar” diye hitap ettik. Erpolat, Kazakistan’daki Türk – Moğol Okulu’ndan mezun olmuş. Türkçe, İngilizce, Moğolca ve haliyle Kazak Türkçesini çok iyi derecede konuşuyor.
İşlemler biter bitmez görünüşüne göre bir sumo güreşçisini andıran ve adeta güreşir gibi araba kullanan Moğol şoförümüzün minibüsü ile kalacağımız otele doğru hareket ettik. “Khabu Otel” adındaki bu mekân gösterişten uzak ve mütevazı haliyle –ve belki de yol yorgunluğumuzun etkisiyle- bizlere oldukça sevimli geldi. Odalarımıza çekilip eşyalarımızı koyduk ve bir – iki saatlik bir istirahattan sonra öğle yemeği için lokanta bölümünde buluştuk. Bu, Moğol yemekleriyle ilk buluşmamızdı. “Guriltay – Şöl” dedikleri bir yemek verdiler. Şöl Moğolca’da çorba demek. Ancak o coğrafyanın çorbaları bizdeki gibi değil. Bol etli ve biraz suluca bir yemek gibi düşünülebilir. Yemeğin içinde etin yanında erişte ya da makarna türlerinden vardı. Çorbadan sonra da bizimkilere göre çok farklı ve iri olan (Bir tanesi bile karın doyurur) mantı ikram edildi. Ülkede zaten sebze yok ve biz on gün boyunca sebze cinsinden salatalık, havuç, lahana ve patatesten başka bir şey görmedik. Onlar da bazı et yemeklerinin yan unsuru olarak veriliyor ya da içine konuyor. Hep et, yine et… Öğrendiğimize göre bu otel, Türkiyemiz adına Moğolistan’da büyük işler başaran TİKA Koordinatörlüğü’nün de anlaşmalı oteli imiş.
Sıra şehir turuna gelmişti. Sumo güreşçisi edasındaki şoförümüzün minibüsüne doluşarak turlamaya başladık. Şehir içi yollarda bizdeki gibi trafik işaretleri, yön ve yol gösteren tabelalar yok. Şoför, rehberin belirttiği yere ulaşmak için bir bakıyorsunuz işlek trafiğin içinde “U” dönüşü yapıyor, bir bakıyorsunuz orta kaldırımdan atlayıp karşı bölüme geçiyor ve kimse ona kızmıyor ya da kızamıyor!
Toplam üç milyon nüfusa sahip ama yüzölçümü Türkiye’nin iki katı olan ülkede yaşayanların yarıdan fazlasını bir şehre doldurursanız sıkışıklık ve kargaşa da eksik olmaz. O kadar geniş ve müsait alana sahip olan Ulanbatur’da yollar dar, trafik sıkışık. Genelde Japon arabaları var ve fakirliğe rağmen hemen hepsi de lüks araçlar. Bir de öğreniyoruz ki akaryakıt bizdeki fiyatların üçte biri… Daha sonra çıktığımız safari tarzı yolculuklarda bindiğimiz ve şoförle birlikte 7 kişilik oturma yeri olan 4 çeker bir sıfır arabanın fiyatı ise 15 – 16 bin dolarmış. Bilmiyorum ama herhalde o da bizdeki fiyatların üçte biri kadar olmalı. Sebebini de artık ben düşünecek değilim. Ekonomistlerimiz ve dahi yetkililerimizin bir izahları vardır elbette.
Moğolistan’da nüfusun % 94’e yakın bir bölümü Budist. Ancak yol boyunca belirli yerlere dikilen, çevresinde ateş yakılan ve rengârenk bezlerin bağlandığı “Obo” ya da “Ovo” diye adlandırılan “Dua makamları” ülkede Budist eğilimlerin ağırlıklı olduğu ve fakat Şamanizmden de etkilenen bir yol tutulduğunu gösteriyor. Nüfusun % 6’ya yakını ise Müslüman. Müslümanların önemli bir bölümünü ülkede yaşayan Kazaklar oluşturuyor.
“Batur” malum, bizde de kullanılan “bahadır” ya da “kahraman” anlamında bir kelime. “Ulan” ise “kızıl, ateş saçan” demek olduğu için Ulanbatur “Kızıl Kahraman” ya da “Ateş saçan kahraman” anlamına geliyor. 3 milyonluk ülke nüfusunun en az yarısının yaşamakta olduğu şehir 360 yıl önce bir Budist Tapınağı’nın etrafında oluşmaya başlamış ve zamanla bugünkü hale gelmiş. Şehre tepeden bakan Zafer Tepe’nin hikâyesi ise 2. Dünya Savaşı yıllarına dayandırılıyor. Moğollar, savaşta Almanlara karşı Ruslarla birlikte savaşıp kazandıkları için bu tepeyi 1980 yılında o zaferin anısına düzenlemişler. Ancak ne var ki, çarpık şehirleşme ve tıpkı bizde de olduğu gibi rantiyecilik bu tepeyi bir seyir yeri olmaktan çıkarmış durumda. Zafer Tepe’nin önüne ve hemen aşağıda akıp giden Tula Nehri boyuna yapılan binalar adeta şehri çirkinleştirme yarışına girmişler. Nitekim Zafer Tepe’ye çıktığımızda bu çarpıklığı bütün açıklığı ile görünce özellikle İstanbul’daki Boğaziçi ve tarihi yarımadanın önünü kesen, silüetini bozan heyula binaları da hatırlayıp söylenmeye başladık…
Uçsuz bucaksız bozkırlar ve çöllerden oluşan Moğolistan topraklarında tarih boyunca Hun Türkleri, Siyenpiler, Curcanlar, Göktürkler, Uygur Türkleri, Tatarlar, Kidanlar ve nihayet Büyük Bozkır İmparatorluğunu kurarak dünyayı titreten Cengiz Han’ın Moğolları hüküm sürmüş. Dolayısıyla kazılacak her karış toprağın, kaldırılacak her taşın altından kim bilir neler fışkıracak!
Moğolistan’da geçireceğimiz on gün vardı ve özellikle ecdadımız olan Hun, Göktürk ve Uygurların izini sürecek, onlardan kalan bir taş parçası da olsa arayıp bulacaktık ama önce Başkent Ulanbatur’daki işlerimizi bitirmeliydik.
Hemen bütün seyahat yazılarımda bizde hemen hiç olmayan meydanlardan söz ederim. İşte Ulanbatur’da da bir Meydan var: Cengiz Han Meydanı. Yani içinden otomobil, tren vb. araçlar geçmeyen, çarşı - pazar kurulmayan ve yalnızca halka açık bir meydan… Meydanın hemen başında Moğolistan Parlamento Binası var. Parlamentoda 76 milletvekilinin olduğunu öğreniyoruz. Bizde 550 milletvekili olduğunu düşünürsek neredeyse 7,5’ta biri. Nüfus oranına göre düşünüldüğünde fazla sayılabilir ancak ülke yüzölçümünün bizim iki katımız olduğunu da dikkate almak gerekiyor. Binanın altı Moğolistan Milli Müzesi. Müzenin giriş yerinde oturmuş halde duran koskocaman bir Cengiz Han heykeli var. Evlenmek üzere olan gelin ve damatlar yakınları ve arkadaşları ile birlikte gelip bu heykele saygılarını sunuyor, sonra da önünde poz verip resimler çektiriyorlar. Orada bulunduğumuz yaklaşık 45 dakika içinde en az beş gelin – damadın geldiğine şahit olduk ve resimlerini çektik.
Malum; bizde parlamento sınırları içine izinsiz ve kimliksiz girilemez, hele hele gösteri amaçlı olursa yanına bile yaklaşılamaz, yasaktır. Orada ise öyle değil. Biz merdivenlerden çıkıp gelinle damat fotoğrafları çekmeye çalışırken geriden bir grup genç sloganlar atarak geldi. Bizdeki alışkanlıkla copların konuşacağını, gazların savrulacağını düşünüp telaşlanırken Moğollar oldukça sakindi. Gelin – damat ve yakınları istiflerini bile bozmadan poz vermeye devam ettiler. Meğer o gençler de galiba Moğol sporcuların bir başarısını kutlamak için Cengiz Han’a saygılarını sunmaya gelmişlermiş.
Parlamento binası altında bulunan Moğolistan Devlet Tarihi Müzesi’nde, o topraklarda gelip geçen medeniyetlere (Hun Devleti’nden Moğolistan Cumhuriyeti’ne kadar) ait belge, tamga, mühür, bayrak ve resim başta olmak üzere Moğol Devlet geleneğine ait önemli eserlerin asılları ya da kopyaları yer alıyor. Daha sonra gezdiğimiz Milli Müze’de ise baştan sona Moğolistan tarihini anlatan, o topraklardan gelip geçen bütün medeniyetlere ait 15 binden fazla eser sergileniyor. Bu müzede sergilenen eserler arasında bizim açımızdan en önemli olanı şüphesiz ki Göktürk tarihi ile ilgili olan bölüm. Burada, 1997 – 2005 yılları arasında TİKA ve Moğolistan Eğitim, Kültür ve Bilim Bakanlığı işbirliği çerçevesinde yapılan ve Moğol – Türk arkeoloji ekipleri tarafından Orhun Vadisi’nde bulunan Bilge Kağan’ın hazineleri ile ilgili eserlerdir. Bilge Kağan ve Kültigin kitabelerinin temsili örnekleri de müzede sergilenmiş. Dünyada 700’e yakın bengü taş bulunduğu, bunun en az 500’ünün Moğolistan’da olduğu ifade ediliyor.
Müzeyi gezerken dikkatimizi çeken bir şey daha oldu: Gamalı Haç! Hitlerin ve haliyle Nazilerin sembolü olarak bildiğimiz bu işareti orada tarihi bir anahtarın ucunda görünce şaşırdık. İfade edildiğine göre bu, Cengiz Han’ın mührü imiş. Daha sonra bazı otomobillerin alınlarında ve hatta atların sağrılarında da aynı işareti görünce artık o kanaate vardık ki Hitler bir intihalci imiş. Tabir yerinde ise aşırma bir sembolle iz bırakmayı başarmış!
Hun, Göktürk ve Uygur hâkimiyeti altında kaldığı için Moğollar Türk kültür ve devlet geleneklerinden büyük ölçüde etkilenmiş hatta Türkleşmişler. İçinde büyük ölçüde Türkleri de barındıran fakat Moğollar tarafından kurulmuş olan Altın Orda ve Çağatay devletlerinin birer Türk Devleti olarak bilinmesi bundandır. Türkçenin Çağatay lehçesi Çağatay devleti içinde gelişmiş, Ali Şir Nevai gibi büyük bir Türk Edibi orada yetişmiştir. Bu sebepledir ki Moğolistan’da bugün bile bize “Amcaoğulları” diye hitap edenler var. Kaldı ki burada da Cengiz Han’ın Türk olduğu ifade edilebilmektedir. Şehir içi turumuz sırasında girdiğimiz Ankara Caddesi ve bu cadde üzerinde bizzat Moğol Devleti tarafından yaptırılıp hizmete açılan Atatürk İlköğretim Okulu belki de bu yakın akrabalığın günümüze yansıyan en canlı tezahürüdür. Biz de, 2008 yılında yaptırıldığını öğrendiğimiz bu okula eli boş gitmedik ve ziyaretimiz sırasında Okul Müdürü’ne Türk bayrağı, öğrenciler için de bazı hediyeler verdik. Okulun hemen yakınında ve yine Ankara Caddesi’nin karşısında bulunan Ata Lokantası da dikkatimizden kaçmamıştı. Rehberimiz akşam yemeğini orada yiyeceğimizi söyledi.
Artık iyice yorulmuştuk. Ankara Caddesi üzerinde gördüğümüz ve Türkiye’den giden işletmeciler tarafından çalıştırılan Ata Restoran’a doğru yol aldık. Bir bardak demleme çay ve ardından Türk usulü yemek iyi gelecekti.
Kadir Tosun arkadaşımız ve rehberimiz Erpolat irtibat kurdukları için TİKA Bölge Koordinatörü Doç. Dr. Ekrem Kalan ve Yardımcısı da oraya geleceklerdi. Nitekim az sonra geldiler ve bir sürprizle karşılaştım. Meğer Koordinasyon Yardımcısı Türkiye’den tanıdığım bir kardeşim ve arkadaşım olan Turan Can Beymiş. Sarılıp kucaklaştık. Yemek sırasında Ekrem ve Turan Beyler TİKA’nın bölgede yaptığı ve yapacağı çalışmalar hakkında bilgiler verdiler. Bizi en çok heyecanlandıran, yolu olmayan Moğolistan’a devletimiz tarafından yaptırılan 46 kilometrelik Bilge Kağan yolu –ki Moğolistan’ın en güzel yolu kabul ediliyor- ve yapılmakta olan Tonyukuk Yolu oldu. Tonyukuk Yolu’nun da Eylül 2014 sonunda hizmete açılacağı söylendi. Bir gün sonraki programımızda da zaten Tonyukuk ziyareti olduğu için çalışmaları yakından görecektik. (Devam Edecek)