Ötüken’e Yolculuk 3: Her Moğol’un Bir Yolu Var Da Bizim Yol Hangisi?
Uçakla yaptığım yolculuklarda fotoğraf makinem yanımda ise genel olarak iniş ve kalkışlarda hazırlıklı olur ve güzel ya da enteresan bir görüntü, bir kare yakalayıp çekmeye çalışırım. Tıpkı bu seyahatimizde Tanrı Dağları’nın o müthiş görüntülerini yakaladığım gibi. Yalnız, Ulanbatur’da Cengiz Han Havaalanı’na doğru inişe geçmişken çektiğim fotoğrafın ayrı bir yeri var. Bu bir sanat fotoğrafı değil. Uçak penceresinden ve hareket halinde çekildiği için öyle kaliteli de değil ama yazıma koyduğum başlığı çok güzel ifade ettiği için bir anlam taşıyor. Bunun açıklamasını akışa bırakıyor ve günlüğe dönüyorum.
Türkiye’mizde 30 Ağustos Zafer Bayramı’nın kutlandığı güne biz saat farkından dolayı beş saat erken uyanmış ve arkadaşlar arasında kısa bir seremoni ile kutlamamızı yapmıştık. Bugün Başkent’ten ayrılıp uçakla Murun şehrine, oradan da 4 çeker araçlarla safari tarzı çetin yolculuklara çıkacaktık. Uçak öğle saatlerinde olduğu için rehberimiz bizi Doğa Tarihi Müzesi’ne götürmek istedi. Bu müzede Moğolistan coğrafyası, eski volkanlar ve taşlar, gök taşları ve uzay bilimleri, Moğolistan’ın jeoloji tarihi ve yer altı zenginlikleri, bitkiler, hayvanlar ve dinozor iskeletleri gibi çeşitli dallarda 12 binden fazla eser sergilenmekte imiş. Yalnız, müzede tadilat olduğu için biz ayrı bir müzede sergilenmekte olan dinozor iskeletlerini görmekle yetindik. Moğolistan’da müze girişlerinde genel olarak kişi başına 5.000 tögrög (7 TL), fotoğraf çekmek için 10.000 tögrög (14 TL) ve video çekmek için 15.000 tögrög (21 TL) alınıyor.
Havaalanına intikalden sonra işlemlerin ardından Moğol Havayollarına ait ve muhtemelen eski bir Rus uçağı ile Murun şehrine doğru hareket ettik. Yine alabildiğine uzayıp giden bozkırlar ve fazla yükseltisi olmayan dağlar üstünden geçiyorduk. Gözlerimiz yerleşim yerleri arasa da sağa sola serpiştirilmiş ve artık beyaz noktalar halinde görünen çadırlardan başka bir şeye rastlamıyorduk. Başkent Ulanbatur’un çevresinde, hatta merkezinde bile çadır hayatı devam ettiğine ve insanların yegâne uğraşları hayvancılık olduğuna göre bu da normaldi. Aslında, Ulanbatur’daki çarpık kentleşmeyi ve şehrin yapısını bozan heyula binaları gördükten sonra keşke çadır düzeni ve kültürüne uygun bir planlama yapılabilse ve tarih boyunca 7 – 8 Bozkır İmparatorluğu’na sahne olan bu topraklarda otantik, orijinal, nostaljik.. ne derseniz deyin; öyle bir Başkent olarak kalabilseydi. Eminim ki öyle olsaydı dünyanın en çok turist çeken merkezlerinden biri olurdu.
Yaklaşık 1,5 saatlik bir yolculuktan sonra Murun şehrine ulaştık. Nüfusun neredeyse yarısı Başkent’te yaşadığı için Moğolistan’ın diğer şehirleri zaten oldukça küçük ve neredeyse bizdeki kasabalara benziyorlar.
İşlemlerin ardından, havaalanı dışında bizi bekleyen üç adet 4 çeker arabaya geçip Murun merkezine doğru hareket ettik. Orada öğle yemeği yiyecek ve asıl yolculuğumuza ondan sonra başlayacaktık. Dünya milletleri içerisinde herhalde bizden başka ekmek yiyen, su içen yok. Avrupa’da su çok pahalı, Orta Asya ülkelerinde masaya ekmek ve su gelmiyor. Beni en çok üzen ise Avrupa otellerinde bile bulunabilen yoğurt Orta Asya’da niye yok? Peynir neden yapılmıyor? Biz hep “Yoğurdu atalarımız buldu” diye övünüyoruz ama Türk Dünyası’nın Türkiye dışındaki ülkelerinde nerede ise yoğurdu bilen yok. Kaldığımız otelde vardı ama onun da tadı yoktu. Sahi, bu neden böyle?
Yemekten sonra paramızla ayrıca su alarak yola revan olduk. “Yol” diyorsam hani sözün gelişi. Artık yoldan değil bildiğiniz bozkırdan, kumluk ve taşlık alanlardan, kuru ya da sulu derelerden geçiyoruz. Arabamızın altı sık sık ve güm güm yerlere vuruyor, biz korkuyoruz ama Kazak Türkü olan şoförümüz Asil Bek oralı bile olmuyor. Arada bir “Allah” ya da “Anam” diyerek endişe ettiğimizi fark edince de geriye dönüp “Özür” diyordu. Böylece az gittik uz gittik ve bilmem kaç arpa yolu gittikten sonra “Uuşgiin Övür” denen bir yerde geyikli taşların bulunduğu kurganlarda mola verdik. Aşağı inince Asil Bek, arabanın arkasındaki stepneyi gösterip işaret ederek yere vuranın orası olduğunu, endişe etmemize mahal olmadığını anlatmaya çalıştı. Haliyle biraz rahatladık ama bizdeki arabaların böyle bir yolculuğa tahammül edemeyip parçalara ayrılacağının da farkındaydık. Demek ki Japonlar bu coğrafyaya göre özel üretim yapıyor ve dünya piyasasına böyle sahip oluyorlardı.
Geyik desenli dikili taşların bulunduğu genişçe bir alan çitlerle çevrilmişti. Ecdadımız Hunlardan kaldığı açık olan bu taşları saygı ve duygu yüklü olarak inceledik, fotoğraflarını çektik. Akşam karanlığı başlamıştı ve tekrar yola koyulduk. Hep böyle gideceğimizi sanırken bir süre sonra önümüze bir asfalt yol çıkmasın mı? Hatgal adı verilen ilçe ya da kasabaya kadar 80 - 90 kilometrelik bölümü böyle bir yoldan kat edecekmişiz. Oldukça rahatlamıştık. Yol, zaman zaman stablize bölümleri olmasına rağmen fena değil ama oldukça ıssızdı. Yol boyunca birkaç araba ile karşılaştık mı hatırlamıyorum.
Hatgal’a böylece ulaştıktan sonra ilk kamp yerimiz olacak olan Hovsgöl’e ulaşmak için sola doğru girdik ki ne giriş! Çukurlar, hendekler, dereler, taşlar ne ararsanız var. Şoförlerimiz o karanlıkta ve o yol şartlarında nasıl araba kullanıyorlar ve istenen yere hiç şaşırmadan nasıl gidebiliyorlar hayret etmemek mümkün değil.
Ve nihayet Türkiye saati ile 15.30, yerel saatle 21.30 sıralarında Hovsgöl kenarındaki çadırlarımıza ulaştık ama o karanlıkta gölün farkında bile değiliz. Gölü ancak sabah kalktıktan sonra görebilecektik. Çadırların ortasında odun sobaları var ve öyle ısıtılıyor. Ne yazık ki Moğolistan’da kontrolsüz bir orman kesimi/kıyımı olduğu anlaşılıyor. Koca koca orman ağaçları ülkenin hemen her yerinde kesilip odun yapılıyor ya da yerleşim yerlerindeki evlerin avluları bile tahta çitlerle çevriliyor.
Çadırlarımıza yerleşip şöyle uzanarak bir yorgunluk atmaya zaman kalmadan artık iyice havaya girmiş olan rehberimiz Erpolat’ın sesi yankılandı: “Bozkurtlar, yemek hazır!...” Yorgunluktan dolayı kimsenin aklında yemek olduğunu sanmıyorum ama grup kuralları gereğince hareket edilmeliydi. Kamp yerinin yemekler için ayrılan bölümüne geçerek geç vakit akşam yemeğimizi yedikten sonra tekrar çadırlarımıza döndük. Çadırlar dörder kişilikti. Ben Kadir Tosun, Ahmet Yılmaz ve Ali Baki Sarıca ile birlikte Kaldım. Sabah namazı vakti çadır kapısına vurulan tıklama sesi ile uyandım. “Hayrola” diyerek kapıyı açmıştım ki kamp görevlilerinden biri kucağındaki odunlarla doğru sobaya yöneldi ve ateşi yeniledi. Bu uygulamayı daha sonraki kamplarda da görecektik.
Yorgun bir halde yemek yiyerek ve geç vakit yatmamıza rağmen birkaç saatlik uyku iyi gelmiş, bütün vücudum dinlenmişti. 31 Ağustos günü sabah namazından sonra uyku tutmadı ve dışarı çıktım ki karşımızda masmavi bir göl, çevresinde orman ağaçları ve mis gibi temiz hava… Fotoğraf makinemi alarak göl kenarına indim. Biraz yürüyüş yaparak güneşin doğmasını bekledim ve o an gelince de sanırım en güzel “Güneşin doğuşu” resimlerinden birini çekip “Ötüken’e Güneş Doğuyor” adını verdim.
Hobsgöl’e biz “Çoksu Göl” adını vermiştik ve gerçekten çok güzel bir yer olduğu için ayrılmak istemiyorduk. Ancak bir gece ve bir sabahlık saltanat sona erdi ve kahvaltıdan sonra yine yollara koyulduk. Yolumuz yine Murun üzerinden geçecekti ve oraya kadar fena değildi. Üstüne üstlük yarı yolda bir sürprizle karşılaştık. Görmeyi çok arzu ettiğimiz ve “Kayıp Türkler” olarak bilinen Duha Türklerinden bir grup yüklerini sarmışlar, geyiklerini çözmüşler göçe hazırlanıyorlardı. Hemen durup yanlarına koştuk. Onlar da ne olduğunu şaşırmışlardı. Allah’tan rehberimiz onlarla rahat konuşup anlaşıyordu ve durumu anlatınca yüzleri güldü, geyik boynuzundan ve kemiklerinden yaptıkları hediyelik eşya denklerini açtılar. Gözüm, bir arkadaşın eline aldığı ve iki ok bir yaydan oluşan Kayı Boyu simgesini andıran sembole takılmıştı. Neyse ki o arkadaş onu bırakıp başka hediyeliklerle ilgilenmeye başlayınca hemen elime alıp satın aldım. Meğer Ali Yıldız kardeşim de beni gözleyip bırakmamı bekliyormuş. Daha sonra yanıma gelip fotoğrafını çekti.
Duha Türklerinden Selmek, Aruna, Davaa ve Gunsem’le konuştuk. Aruna Hanım, “Geyikleri adeta canlarından daha çok sevdiklerini ve geçimlerini onlardan sağladıklarını, bu el işlerini daha çok ağabeyinin ve başka akrabalarının yaptığını, kendilerinin de sattıklarını söyledi. Anlattığına göre bir fincanın ya da kalemliğin yapımı bazen 10 – 15 saat sürebiliyormuş.
Karşılaştığımız grubun lideri olduğu belli olan Davaa, “Moğolistan’da yaşadığımız için bize Moğol da diyorlar ama biz Tuvaların bir kolu olan Duhayız. Tuvalara Türk diyorlar, biz de Türküz” dediği zaman oldukça duygulandık. Davaa, daha sonra şunları söyledi: “Asıl yaşadığımız yer buradan 300 km kuzeyde ve oldukça karlı, buzlu, dağlarla çevrilmiş bir yer. Ulaşım çok zor. Zaman zaman buralara geliyor ve ürünlerimizi satıyoruz. 300 kilometrelik yolu ancak bir haftada gidebiliriz. Asıl topraklarımızda 700 hane ve 2000 Duha Türkü var. Toplam 1800 kadar da geyiğimiz var.”
Burada hemen bir not düşmeliyim. TİKA (Türk İş Birliği ve Kalkınma Ajansı) Moğolistan Bölge Koordinatörü Doç. Dr. Ekrem Kalan ve Yardımcısı Turan Can’la yaptığımız görüşme sırasında, “Duha Türklerinin ayrılmaz bir parçası olan Ren Geyiklerinin nesillerinin giderek tükenmekte olduğunu ve Rusya’dan getirtecekleri 20 adet damızlığı kendilerine vereceklerini” belirtmişlerdi. Bu haberi de kendilerine müjdelemeye çalıştık.
Davaa’nın sözünü ettiği bölge, birkaç saat önce ayrıldığımız Hobsgöl’ün bir hayli kuzeyinde Tsagaannuur (Duhaca Ak Göl) kasabasında ve taygalarla (tayga: ormanla kaplı dağlar) çevrelenmiş bir bölgede yaşamaktadırlar. Tayga, Yakut Türkçesinde “orman” demektir.
Bu kısa röportajdan sonra Duhaların geyikleri ile ayrı ayrı pozlar verdik, onlara hediyeler sunduk. Verdiğimiz Türk Bayrağını sevinçle dalgalandırdılar ve Davaa, “Memleketimize döndüğümde bu bayrağı evimin en güzel yerine asacağım” dedi. Kucaklaşarak vedalaştık.
Murun’dan sonra sola bir döndük ki ne dönüş! Daha şehir dışına çıkmadan o delik deşik yollara/bozkırlara/taşlara/derelere daldık. Kimi zaman tozdan göz gözü görmüyor, kimi zaman arabamızın altı güm güm vuruyor ve biz işi biraz da şakaya vurarak “Allah – Anam” diye nida etmeye devam ediyorduk.
Giderek karanlık bastı ve arabalarımızın ışığından başka bir parıltı, bir huzme görmeden çukurlara düşe kalka devam ediyor, bazen çıkmaz bir yola girip geri dönüyorduk. Aklımda hep Ulanbatur’da Cengizhan Havaalanı’na inişe geçtiğimiz sırada çektiğim fotoğraf karesine giren karmakarışık yol izleri var. Sağa, sola, aşağıya, yukarıya, peşlemesine, diklemesine, yanlamasına giden pek çok iz ve kulağımda rehberimizin söylediği o vecize: “Her Moğol’un bir yolu vardır!” Peki ya bizim yolumuz? Allah’tan önden giden iki arabanın şoförleri Moğol. Onlar nasıl olursa yolu bulurlar ve biz de peşlerinden gideriz ama bu ıssız ve uçsuz bucaksız bozkırda kaybolma tehlikesi de var. Biraz geri kalıp arayı açtık mı işimiz zor. Geçtiğimiz yollarda seyrek aralıklarla gördüğümüz yalnızca sürüler ve çadırlar. Bu insanlar gerçekten korkusuzlar ve daha doğrusu Moğolistan oldukça güvenli bir ülke. Gördüğümüz ve duyduğumuz kadarıyla kimsenin kimseye zararı yok. İnsanlar dağ başlarında, çöl ortalarında, uçsuz bucaksız bozkırların orasında burasında bulunan çadırlarında dağınık halde yaşayıp sürülerini otlatıyorlar ve hiç endişeleri yok. Biz bile bunca yolu hem de gece karanlığında gidiyor ve yol sıkıntısından başka korku duymuyoruz. Bir şey daha: Bunca yer gezdik, çadır kamplarda kaldık ama bu koca ülkede bir tek dikene rastlamadık. Uçsuz bucaksız bozkırlarda yalın ayak gezseniz ayağınıza diken batmaz.
Hedefte Orooh Geçidi varmış ve o geçidi aşarsak işimiz kolaylaşacak, asıl Ötüken Coğrafyasına girmiş olacakmışız. Gerçi bu coğrafyada ve bu karanlıkta bize her yer Orooh Geçidi sayılır da geçidi fark etmeden geçtik galiba. Çünkü önümüzde bir yerleşim yeri, bir akarsu görünüyor ve artık düz bir alanda ilerliyoruz.
Yaklaşık 16 saat süren bu zorlu yolculuktan sonra Terh Tsagan Gölü’ne ulaşıyoruz. Sabah çıkarken yolumuzun yaklaşık 450 kilometre olduğu söylenmişti. Duha Türkleri ile geçirdiğimiz ortalama bir saati çıkarsak Ankara – İstanbul arası kadar bir mesafeyi tam 15 saatte alabilmişiz. Yol şartları ona göre tasavvur edilebilir.
Artık yemek saatlerimiz iyice şaşmıştı. O yorgunluğun üstüne yine bir şeyler yedik ve çadırlarımıza çekilip yattık. Sabah erken saatte yine kapı vuruldu ve bu defa bir bayan görevli gelerek sobamızı yakıp gitti. Moğolistan’da otellerde, lokantalarda ve çadır kamplarında garsonluk ve benzeri işler genelde bayanlar tarafından yapılıyor. Sanırım aşçılar da bayan.
Gezip görülecek yer çok, asıl hedefimizde de Bilge Kağan ve Kültigin Abideleri ile Orhun Nehri olduğu için konakladığımız yerlerde fazla eğleşmiyorduk. Allah’tan, hava şartları insanı çelik gibi yapıyor, üç dört saatlik uyku yeterli oluyordu. Moğolistan’da rutubet diye de bir şey yoktu ki, gündüzleri sıcak olmasına rağmen bunaltıcı olmuyordu. Kırgızistan ve Özbekistan gezilerimizde bacak ve dizlerinden rahatsızlık geçiren arkadaşlar, burada daha zorlu şartlar altında olmamıza rağmen hiç sıkıntı çekmediler.
1 Eylül sabahı kamptan ayrılırken, yemekhanede garsonluk hizmeti veren kızlardan biri, bizde gidenin ardında dökülen su misali cezve içindeki süte fırça daldırıyor ve arkamızdan serpiştiriyordu. İşte aradan geçen yüzlerce seneye rağmen o coğrafya ile olan kültür benzerliklerimizden biri de bu idi. Biz “Su gibi aziz olun, su gibi akıp gidin” diyoruz, onlar “Süt gibi ak – pak olun” diyorlar.
Bu kamptan ayrıldıktan sonra çok eski yıllarda püskürmüş olan Horgo Yanardağı’nın kalıntılarına basıp geçerek yolumuza devam ettik. Anlaşılan o ki yanardağ püskürdükten sonra akıp gitmiş ve kilometrelerce uzaklara kadar yayılmış. Yanardağ kalıntılarını geçtikten sonra ilk durağımız Taikhar Chuluu (Taykar Kayası) oldu. Bozkırın ortasında ve dümdüz bir alanda şimdiye kadar hiç görmediğim büyüklükte devasa bir kaya. Öylesine genişlikte çitlerle çevrilip koruma altına alınmış. Buna rağmen, Hunlardan izler taşıdığı bilinen bu kayanın tarihi izleri tabiat şartlarına ve kendini bilmezlerin şerrine yenik düşmüş. Gelip görenlerin çoğu boyalarla sağına soluna yazılar yazmış ve yüzyıllarca güneşin altında kalıp çetin kış şartlarını yaşamaktan dolayı kırılıp dökülmeye başlamış.
Taykar Kayası’nın çevresi temiz ve Moğolistan şartlarına göre güzel bir lavabosu ve tuvaleti de var. Orada biraz dinlenmiş olduk. Baktık ki girişte bazı ülke bayrakları dalgalanıyor ama asıl olması gereken bizim bayrak yok. Arkadaşlarımız sorunca görevli Bayan, “Birkaç yıl önce Türkiye’den bir profesör gelmişti. Ondan Türk bayrağı istedim. Göndereceğini söylemişti ama göndermedi” cevabını verdi. Sağ olsun, Güngör Bey arkadaşımız oldukça tedbirli gelmişmiş. Çantasından bir bayrak çıkarıp görevliye verdi ve Ay-yıldızlı al bayrağımız ecdat yadigârı Taykar Kayası’ndaki bayrak direklerinin en başta olanına çekildi, biz de gölgesine sığınıp resim çektirdik.
Artık bastığımız her yerde ecdadımızın izi vardı; Hunlar, Göktürkler, Uygurlar… Yine çetin yollara düştük ve gide gide Ötüken Uygurları’nın Başkenti Karabalgasun’a ulaştık. Şehir yıkılmış ama sarayın, gözetleme kulelerinin kalıntıları duruyor ve ayağa kaldıracak birilerini bekliyor. Oldukça geniş bir alana yayıldığı anlaşılan yerleşim bölgesi UNESCO Dünya Kültür Mirası listesine alınmış ama dikilen tabelalardan başka hiçbir çalışma yok. Üstelik orada, Bozdoğan, Şahin, Atmaca gibi yırtıcı kuşlardan başka bir bekçi de göremedik. Öncelikle, yakınlardaki anayola bağlantı için 10 – 11 kilometrelik bir yolun acilen yapılması gerekiyor. Bilge Kağan ve Tonyukuk yollarını yapan Türkiye Cumhuriyeti Devleti İnşaallah bu yolu da yapacaktır.
Şimdi artık Orhun Nehri ile tanışma zamanı gelmişti. Cengiz Han’ın Başkenti, Hunlar, Göktürkler ve Uygurların emaneti Karakurum’a geçecek, Orhun Nehri kıyısındaki çadırlarda konaklayacaktık. (Devam edecek)