Ötüken’e Yolculuk 4: Bilge Kağan’la Kültigin’in Manevi Huzurlarında
-Tanrı yardım ettiği için, ben kazandığım için Türk Milleti kazandı. Ben küçük kardeşimle bunca başlayıp kazanmasa idim, Türk Milleti ölmüş olacaktı, yok olacaktı, Türk Beyleri, milleti böylece düşünün, böylece bilin. (Bilge Kağan)
Başka olumlu ve olumsuz örnekleri elbette vardır da; Bilge Kağan’la Kültigin, Tuğrul Bey’le Çağrı Bey, Orhan Bey’le Alaaddin Bey… Bu altı isim kardeş uyumuna, kardeş dayanışmasına, birlik ve beraberlik ruhunun bir milletin kaderine nasıl tesir edeceğine gösterilebilecek en güzel örnekler olarak önümüzde duruyor. Bilge Kağan adı üstünde Göktürklerin Kağanıdır ama devletin güçlenip milletin refaha kavuşturulmasında kardeşi Kültigin’in rolünü unutmaz. Tuğrul Bey Selçuklu Türk Devleti’nin başıdır ama kardeşi Çağrı Bey O’nun en sadık dostu, sırdaşı ve Ordu Komutanıdır. Tarihin en uzun ömürlü İmparatorluğu’nun kurucusu Osman Bey’e emr-i Hak vaki olduğu zaman büyük oğul Alaaddin’le küçük oğul Orhan durumu görüşmektedirler. Alaaddin Bey,
- Kardaş, der. Babamızın duası ve himmeti seninledir. Onun için ki kendi zamanında askeri senin yanına vermişti. Şimdi Padişahlık dahi senin hakkındır! (Âşık Paşa Tarihi)
İşte biz böyle bir ecdadın, birlik – beraberlik ve kardeşlik ruhuyla büyük işler başaran ataların torunlarıyız ve onların tarih sahnesine çıkıp dünyaya nam salmaya başladıkları diyarlarda bulunmaktan mutluyuz.
1 Eylül 2014 günü saat 21.00 sıralarında Bilge Kağan’la Kültigin’in, onlardan önce Mete Han’ın at koşturduğu ve onlardan sonra Uygur Türklerinin karargâh kurup devlet yönettikleri Karakurum’a ulaşıp Orhun Irmağı’nın kıyısındaki bir çadır kampa yerleştik. Akşam karanlığı bastığı için Orhun’u göremiyorduk ama sularının şırıltısını duyup huzur buluyorduk.
2 Eylül günü sabah namazından sonra tabii ki ilk işim Orhun’un kıyısına gidip doya doya seyretmek oldu. Kuşların üçü inip beşi kalkıyor ve bizim için ayrı bir yeri olan bu güzel, kutlu ırmağın suyundan kana kana içiyorlardı. Karşı kıyıdaki at, keçi – koyun ve sığır sürüleri de ondan nasiplerini alıyor, yeşertip büyüttüğü otlarla karınlarını doyuruyor, sürü çobanları ise Orhun’un kendilerine sunduğu bu kolaylık ve güzelliğin keyfini çıkarıyorlardı. Ne kadar sürdüğünü bilmiyorum ama öylece bakıp durdum. Bir hayal âleminde gibiydim…
Mete Han’ı, İlteriş Kağan’ı, Kürşad’ı, Bilge Kağan’ı, Manas’ı, Alp Er Tunga’yı, Satuk Buğra Han’ı, Sultan Alparslan’ı hatırladım. Niğbolu önlerinde Yıldırım’ı, Kosova’da Murad-ı Hüdavendigar’ı, İstanbul Boğazı’na at süren Fatih’i, Viyana önlerindeki Muhteşem Süleyman’ı velhasıl Adriyatik’ten Çin Seddi’ne topyekûn Türk Dünyası ile bu koca dünyanın nice kahramanlarını, akıncılarını, alperenlerini, ilim erbabını gözlerimin önüne getirdim ve şimdiki halimize kahrederken çadırlar tarafından gelen sesle hayal âleminden uyandım: “Bozkurtlar, kahvaltı hazır!..”
Kahvaltıdan sonra biz bir an evvel asırlar ötesinden, “Yukarıda gök çökmese, aşağıda yer delinmese senin ilini ve töreni kim yok edebilir? Ey Türk titre ve kendine dön!” diye seslenen Bilge Kağan’la kardeşi Kültigin’in mezar yerleri ve bu hitaplarının da yazılı olduğu kitabelerinin bulunduğu mekâna gitmek istiyorduk ama bir de uymamız gereken gezi programı vardı. Önce Japonlar tarafından yapılan ve Moğol Hükümdar Sarayı görünümündeki Karakurum Müzesi’ne uğradık.
Yarıdan fazlası atalarımıza ait olmak üzere 7 – 8 ayrı medeniyetin hüküm sürdüğü ve adeta her kaldırılan taşın altından tarihi bir belge ve bulgu çıkan bu ülkenin müzeleri de elbette zengin oluyor. Müzeyi gezmeden ya da gezdikten sonra tanıtıcı bir film de seyrettirilip bilgiler veriliyor. Müze girişindeki bir bölümde ise hediyelik eşya, Moğolistan’a ait kitap, kartpostal, harita satılan bir bölüm var. Bu bölümlerde ne yazık ki Orhun Abideleri’ne ait bilgi, resim, kartpostal ve dünyanın çeşitli ülkelerinde de olduğu gibi Türkçe yazılmış bir broşür göremedik.
Karakurum Müzesi’nin yakınlarında bulunan “Erdenezuu Manastırı”nı da ziyaret edip kısa bir süre ayin seyrettikten sonra hemen karşıda bulunan alışveriş dükkânlarına uğradık. Bir şey almak niyetinde olmasanız bile mutlaka cazip gelen bir şeyler buluyorsunuz. Ben torunum için ağaç işçiliği ile yapılan bir yap-boz aldım. Birkaç arkadaş bulunduğumuz ortamın ve geçmişe özlemin etkisiyle olacak kılıçlara sarıldılar ve sanırım 5 – 6 kılıç satın alındı.
Kılıçlar kınlarına sokuldu ve yakınlardaki bir tepede bulunan 8. Yüzyıl Anıtı’na doğru tırmandık. Cengiz Han 1206 yılında tahta çıktığı için bu anıt onun anısına 2006 yılında dikilmiş. Geriden pek kendini göstermese de yanına varınca oldukça anlamlı ve emek harcanmış bir anıt olduğu fark ediliyor. Anıtın fotoğraflarını çekip arkasına doğru göz atınca bir sürprizle karşılaştım. Meğer aşağıdaki düzlükte Orhun Irmağı kıvrım kıvrım akıp gidiyormuş! Artık anıtı falan bıraktım ve yüksekten ve değişik açılardan Orhun’un fotoğraflarını çekmeye başladım. Macaristan ve Avusturya gezilerimde de bol bol Tuna resmi çekmiştim. Bu iki nehir bana hep geçmişi, hasreti, aşkı, sevgiyi hatırlatır ve isimleri geçtiğinde hep “ah” çekerdim. Öyle yanlarına varınca da tabii doya doya seyrediyor ve fotoğraflarını çekiyorum. Tuna’nın suyundan alıp getiremediğime çok üzülmüştüm de, Semiha Ayverdi’nin tıpkı benim gibi “Ah” çekerek yazdığı “Ah Tuna Vah Tuna” yazısında geçen şu satırları okuyunca teselli bulmuştum: “Boğaziçi’nin girinti ve çıkıntıları arasında avare avare akıp giden sularından eğilip bir avuç su alsak, bunun ne kadarının Tuna’dan kaçıp Karadeniz’i aşarak Boğaziçi’nin vuslatına erişmiş olduğu acaba kaç kişinin malumudur?” Evet… Osmanlı ecdadımızın, suyun tersine doğru bir gidiş bile olsa Avrupa içlerine akışında önemli rol oynayan Tuna Nehri bizden doğmuyordu ama hiç değilse sularını getirip Karadeniz’e döküyordu. Orhun ise bizden çok uzaklarda kalmıştı ve buralardaki denizlere ulaşamıyordu. Şelaleye gittiğimizde onun suyunu bir şişeye doldurup mutlaka Türkiye’ye getirecektim ve öyle de yaptım.
Adım Adım Bilge Kağan ve Kültigin külliyelerine yaklaşıyorduk ama bir durağımız daha vardı. “Eski Karakurum” olarak adlandırılan bölgede, Bilge Kağan ve Kültigin abidelerinin kaidesinde var iken artık parçalanmış olan koskocaman bir kaplumbağalı kaideyi görmeye gittik. Kaplumbağa, sağlamlığın ve uzun ömrün sembolü. Onun için atalarımız bengü (ölümsüz) taşları kaplumbağalı kaideler üzerine dikmişler. Çitlerle çevrilmiş geniş bir alanda kaplumbağalı kocaman bir kaide öylesine boş duruyor. Böyle boş duran kaideyi görünce dostumuz Ali Yıldız yardımlarımızla üstüne çıktı ve bir bengü taş gibi poz verdi. Hemen ilerde ise bir kazı çalışması gördüğümüz için yüzyıllar ötesinden ve atalarımızdan bir eserin, bir hatıranın ortaya çıkışına şahit oluruz belki diye heyecanlanmıştık. Meğer Kubilay’a ait mezar kalıntılarında kazı yapılıyormuş. Çalışanlar Alman, İngiliz ve Japon ama bizden kimse yok! Oysa o coğrafyada her taşın altından bize ait bir eserin, bir mezarın, küçük de olsa bir hatıranın çıkması muhtemel. O kazılarda mutlaka bizden ilim adamlarının ve gözlemcilerin bulunması şart.
Araçlarımız Karakurum’da akaryakıt ikmali yaptıktan sonra bir kavşakta gözümüze üzerinde ayyıldızlı al bayrağımızın da göründüğü Türkçe bir tabela ilişti: Bilge Kağan Karayolu! Araçlarımızı durdurup resimler çektik ve ülkemizden en az 10 bin kilometre uzakta devletimizle gurur duyarak Moğolistan’ın en güzel yoluna girdik. Bilge Kağan Karayolu tam 46 kilometre ve ecdadımızın aziz hatıraları için Türk Milleti’nin vergileri ile yapılan muhteşem bir eser. Artık arabamızın altı vurmadan, çukurlara düşmeden, bozkırlara, çöllere dalmadan kaymak gibi bir asfaltta 46 kilometre boyunca rahat bir yolculuk yapabileceğiz.
Alabildiğine geniş, uçsuz bucaksız bozkırın ortasında simsiyah, dosdoğru giden bir yol. Bu yol asırlar öncesinden bugünlerde yaşayan bizlere, bizden sonra gelecek olanlara ve elbette bu güzel yolu yapanlara, yaptıranlara da seslenen Bilge Han’la kardeşi, can yoldaşı Kültigin’e gidiyor. Evet, onların mesajını iyi okumalı, iyi anlamalıyız:
“…Sözümü bitinceye kadar işit. Bilhassa küçük kardeşim, yeğenim, oğlum, BÜTÜN SOYUM, MİLLETİM, BEYLER, SOLDAKİ Tarkanlar, buyruk beyleri, Otuz Tatar, Dokuz Oğuz Beyleri, budunu, bu sözümü iyice işit, sağlamca dinle!
“…Türk Milletinin ADI SANI YOK OLMASIN DİYE babam Kağan’ı, anam Hatun’u yükselten Tanrı, onlara İl veren Tanrı, TÜRK BUDUNUNUN ADI SANI YOK OLMASIN DİYE beni Kağan olarak oturttu… Babamızın, amcamızın kazandığı MİLLETİN ADI SANI YOK OLMASIN DİYE, TÜRK MİLLETİ İÇİN GECE UYUMADIM, GÜNDÜZ OTURMADIM. Küçük kardeşim Kültigin ile, iki Şad ile ölesiye çalıştım…”
“…Türk Milleti güçlü ol/titre ve kendine dön!..”
Bilge Kağan’la Kültigin’e ait olup “Bark” adı verilen ve bugünkü anlamıyla “Külliye” diyebileceğimiz mekânlar birbirine 1 – 1,5 kilometre kadar uzakta bulunuyor. Saha düz olduğu için barklar ve müze kilometrelerce uzaklıktan seçilebiliyor. Biz de sanırım üç – dört kilometre geriden fotoğraflarını çektik.
Devletimiz tarafından her iki barkın ortasına gelecek bir konumda müze binası inşa edilmiş. Kitabeler ve yapılan kazılarda çıkan başka eserler bu müzede muhafaza ediliyor. Gönül, tıpkı Japonların Karakurum’da yaptıkları gibi muhteşem bir müze olmasını elbette istiyor ama olana şükretmemiz gerekiyor. Ancak orada mutlaka Türkçe bilen görevliler ve Türkçe yayınlar bulundurulması şart. Orhun kitabeleriyle ilgili kitapların Türkçe basımları, açıklayıcı broşürler, tablolar, bölgedeki Türk varlıklarını gösteren haritalar ve tabii ki hediyelik eşya diyebileceğimiz özel baskı çantalar, anahtarlıklar, kartpostallar, tablolar ve olmazsa olmaz “magnet” denen nesneler, ya da buzdolabı süsleri… Mesela orada kartpostal ve abidelerin işlendiği magnetler olsaydı 16 kişilik grup üyelerimizden her biri en az onar on beşer tane alırdı.
Müzenin sağına doğru yaklaşık 500 metre ilerde Bilge Kağan, soluna doğru da aynı mesafede Kültigin abidelerinin bulunduğu yerler var. Kazı yapılan o bölümler de koruma altına alınmış ve giriş kapıları yapılmış. Ancak ne var ki barkların bulunduğu bu yerlerin bekçisi yoktu ve giriş kapılarının önü çevrede otlayan çeşitli hayvanlar tarafından pisletilmişti. Arkadaşlarla birlikte o an rastladığımız pislikleri temizlemeye çalıştık.
Abidelerin asılları her ne kadar müzede koruma altına alınmış olsa da Barklar’ın içindeki asıl yerleri olan mekânlar bizi daha çok heyecanlandırdı, Bilge Kağan, Kültigin, Bilge Tonyukuk, ve Türk dünyasının, ülkemiz Türkiye’nin selameti, birlik ve beraberliği için dualar ettik. Hele eski dost Ahmet Yılmaz’ın gözünden yaşlar dökerek içten, samimi bir dua edişi, Allah’a bir yakarışı vardı ki yanına sokulup O’nun duasına da âmin dedik ve sonra Kadir Tosun, Ahmet Yılmaz, Ali Baki Sarıca ve ben birbirimize sarılıp ağladık. O toprakları gördüğümüz, “Gündüz oturmadan, gece uyumadan” Türk Milleti için çalışan, “Açları doyurup çıplakları giydiren” ve asırlar ötesinden bugünkü nemelazımcılığımızı, vurdumduymazlığımızı, özümüzden kopmuşluğumuzu görmüş gibi “Kendinize dönün!” diyen atalarımızın manevi huzuruna gelmeyi nasip ettiği için Allah’a şükrettik, bize bu imkânları sağlayanlara teşekkür ettik.
Kadir Bey kardeşimiz, Ogü Gölü çevresinde de Hunlardan ve Göktürklerden kalan mezar yerleri olduğu bilgisini aldığı için o bölge de programa alınmıştı. Bilge Kağan Karayolu’ndan ayrılıp Ogü Gölü’ne gittik. Daha önce kamp yaptığımız Hobsgöl ve Terh Tsagan gölleri kadar olmasa da yine güzel bir gölün çevresine gelmiştik ve etrafta yine çadırlar vardı ve gölün hemen yanında bir de küçük tabiat müzesi.
Meğer bu göl göçmen kuşların uğrak ve yumurtlama mekânları imiş. Kış aylarında nerede ise metrelerce kalınlığında buz tutar, otomobiller rahatlıkla üzerinden geçebilirlermiş. Müze görevlisi bayan ve çevredeki çadırlarda bulunanlar bölgede bulunan tarihi eserlerle ilgili bir bilgiye sahip değillerdi. Biz de orada bir yorgunluk atmış olduk ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin Moğolistan’daki gurur verici eserlerinden bir olan Bilge Kağan Karayolu üzerinden Karakurum’da Orhun Irmağı kenarında bulunan çadır kampımıza döndük. Orhun’la asıl randevumuz 3 Eylül Çarşamba günü idi ve Karakurum’dan 100 kilometre kadar uzağa giderek kaynağının yakınında oluşan şelalesinin altında yıkanıp arınacaktık. (Devam edecek)