Dr. Mehmet Güneş’ten Yeni Bir Eser: Gittikçe Artan Yalnızlığımız

 

“Kültür dünyamızı renklendiren kişiler/kişilikler vardır. Onlar, bulundukları çevreyi etkiledikleri gibi, temsil güçleriyle de yer aldıkları çevrenin değerlerini yansıtırlar. Bu yüzden onların varlığı, kültürel değerlerin daha bir sahiplenilmesini hazırlar…

 

            “…Bu kitap, her birinin kaybıyla Gittikçe A rtan Yalnızlığımızı hayatlarının ve düşüncelerinin hatırlatılmasıyla telafi etmeye çalışan bir niyetin ürünüdür. Kitapta, kişilikleriyle içinde bulundukları çevreyi derinden etkileyen ve  kültür dünyamızda ilgi gören şu isimlerin biyografileri yer almaktadır: Ahmet Şevki Ergin, Dündar Taşer, Erol Güngör, Necip Fazıl Kısakürek, Osman Yüksel Serdengeçti, Seyyid Ahmed Arvasi, Galip Erdem, Muhsin Yazıcıoğlu, Abdurrahim Karakoç ve Nevzat Kösoğlu.”

 

            Dr. Güneş öyle diyor ve burada on isim zikrediliyor ama bir ilave de biz yapalım: Celal Güneş… Çünkü kitapta yer alan ilk başlık şu: “Ben Bir Baba Tanımıştım.” Bu baba kendi babası olan Celal Güneş ve yazının başlığı ile aynı cümleden oluşan paragraf girişlerinden sonra anlatılanlar o babanın nasıl bir irfan sahibi olduğunu ve Dr. Güneş’in kendini bulmasında ne derce rol oynadığını ayan beyan ortaya koyuyor.

 

Kitabın önsözünde, “Bu kitap, fakirin; fikir, irfan ve gönül dünyasında derin izler bırakan şahısların, tanıma şerefine eriştiği ve rahle-i tedrisinden geçtiği güzel insanların ardından kaleme aldığı ve muhtelif gazete ve mecmualarda yayınlanan bazı yazıların derlenmesinden oluşmuştur” deniyor ama kitaplaştırılırken genişletilmiş, detaylandırılmış, belgelenmiş.

 

Daha önce Mehmet Güneş’in Gülname ve Mekke-i Mükerreme isimli eserleri içinde tanıtım yazıları yazmış, bir tıp doktorunun mesleki çalışmalarının yanında böylesi kültürel, edebi ve sanat değeri olan eserler de veriyor olmasından övgü ile söz etmiştim. Gittikçe Artan Yalnızlığımız, aslında derdimizi deşiyor. Gidenlerin yeri dolmuyor ve hep arıyoruz, aranıyorlar. Siyasilerin de yeri dolmuyor, din, kültür, sanat ve fikir adamlarının da. Bizlerden önceki kuşakların hayatlarından kesitler okurken ya da anlattıklarını dinlerken ünlü hocalardan ders aldıklarını öğrenip gıpta ediyoruz. Oysa bizim ünlü bir şair ve edip, dünya çapını bırakın ülkemizde adı duyulan bir matematikçi, müzisyen, mucit vb. hocamız olmadı. Daha yakınlarda rahmete kavuşan Süleyman Demirel’in hoşgörü ve esprilerini yaşatan, Rahmetli Başbuğ’un idealizmini, güven veren o asil duruşunu sergileyen siyasi liderleri aramıyor muyuz? Şiirler yavan, romanlar hoş ve boş hale gelmedi mi? Artık “medya” diye adlandırılan gazete ve TV’ler “Yandaş – Candaş, Havuz – Okyanus” diye adlandırılıp işi çığırından çıkarmadılar mı? Kısacası her şey kokuştu ve bozuldu. Değer verdiğimiz ve bizlerde iz bırakan insanlar da terk-i dünya edince giderek yalnızlaşıyor, kabuğumuza çekiliyoruz.

Kitaba konu olan isimler camiamızın ve haliyle benim de yakından tanıdığım değerli kişiler. Kimi ile dostluk/arkadaşlık derecesinde yakınlığımız, kimi ile ağabey – kardeş ilişkimiz, kimi ile yazılarının, kitaplarının tashihi, kimilerinin sohbetinde bulunmuşluğumuz ve mesela Necip Fazıl’la da Devlet – Bozkurt dergileri çalışanı olarak MHP Kurultayı ile Konya Mitingi konuşmalarında resimlerini çekmişliğim olmuş. Tabii, Galip Erdem, Serdengeçti ve Nevzat Kösoğlu ile olan yakınlıklarımı ayrı bir yere koymam gerekiyor. Ülkücü gençler ve hatta Ülkü Ocakları başkanları arasında zaman zaman şahit olduğumuz aykırı davranışlar elbette önceden de oluyordu. Genel Başkanlığı sırasında böyle bir konuyu kendisine ilettiğimizde Muhsin Başkan’ın, “Hiç öyle saçma şey olur mu?” diyerek derhal Ankara Ocağı başkanını arayıp yanlışı düzelttirmesini her vesile ile hatırlıyor ve örnek veriyorum. Cümlesine Allah rahmet eylesin.

 

                                                                                           ***

Kitabın ilk başlığı, yukarıda da işaret ettiğim gibi, “Ben Bir Baba tanıdım.” Bu baba, Dr. Mehmet Güneş’in örnek aldığı, milli şuurla İslam ahlakı ile donanmasının kaynağı olan Muhterem babası Celal Güneş.  İfade edildiğine göre “O, 70 yıllık ömrünü kul olma şuuruna müdrik olarak yaşamış; iyiliği, sevgiyi, saygıyı, samimiyeti, edebi, ölçüyü, dürüstlüğü, hoşgörüyü tavır ve davranışlarında yaşatmış, yaşadığı ve etrafına yaşattığı güzelliklerin mükâfatı olarak da Hac yolunda fani ömrünü tamamlamış bir bahtiyardı.”

 

Öylesine bahtiyar bir babanın oğlu da ondan aldığı feyiz ve destekle hayat yolunda ilerlemeye başlar. Kahraman Maraş’ın Elbistan’ında başlayıp tıp öğrenimi için İzmir’e giden, en çetrefilli dönemde tıp gibi zor bir öğrenimi tamamlayıp doktor olarak çeşitli yerlerde görev yaptıktan sonra  Yozgatla Yozgat’ın Sorgun’una uzanan yolculuğunda tanışıp feyiz aldığı bir Muhterem kişi daha vardır: Şeyhzade Ahmet Şevki Ergin Hocaefendi. Dr. Güneş’in, “Kıble yürekli, gül yüzlü, Hilal Bakışlı bir güzel insan” diye özetleyiverdiği bu zat, Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi’nde benim de hocam olan Sayın Ali Şakir Ergin’in babası. O, “Yozgat’ın gönül dünyasına güneş olup ışıyan bir mana sultanı”dır. Yozgat’ta ilk karşılaşmaları bir cami çıkışında olmuş ve kendisinin “yabancı” olduğunu fark edip ilgilenmesinden sonra dost oluvermişler; O’nun, “Yaklaştıkça büyüyen, yakınlaştıkça farklı pek çok özelliğinin farkına varılan, tanıdıkça güzellikleri daha çok ortaya çıkan ve O’na karşı duyulan muhabbet duygusu ziyadesiyle artan muhterem ve muazzez” hali Mehmet Güneş’i sarıp sarmalamış ve bu hal Hocaefendi’nin 7 Ocak 2002 tarihindeki vefatına kadar devam etmiş, daha doğrusu bu esere konu olmasından da anlaşılacağı gibi  “sadaka-i cariye” gibi sonsuza doğru akıp giden bir iz bırakmıştır.

 

Kitapta yer alan üçüncü başlık şu: “Veli” Bir Türk Milliyetçisi Dündar Taşer… Ankara’ya geldiğim ilk yıllarda (1970) tanışma fırsatı bulup Bucak’tan gelen MHP İlçe Başkanı Merhum Kalender Emmi (Salih Kahraman) ve yanındaki heyetle ziyaret edip sohbetine katıldığımız, sonra da, görev aldığım Töre Devlet Yayınevi ile Töre, Devlet ve Bozkurt Dergilerinin idare merkezinin bulunduğu Ankara Kızılay’daki Konur Sokak’ta şüphelerle dolu bir trafik kazasına kurban giden Türkmen Ağası.  Kendisini geç bulup çabuk kaybetmiştik ama Muhterem hanımı Asuman Abla ve kızları Yasemin kardeşimizle dostluğumuz devam etti, ediyor. Asuman Abla 1975 yılında Bucak İlçesi’ndeki düğünümüze de katılarak bizi sevindirmişti. Anacığımın yaptığı testi kebabını “Dünyanın en güzel yemeği”, eski tip Bucak Evimizi dışarıdan seyrede seyrede “Dünyanın en güzel evi” deyişini nasıl unuturum? Asuman Abla şimdi hasta ve kendisine Allah’tan şifalar diliyorum.

 

Dündar Taşer’in, 1969 Kurultayı ile CKMP’nin MHP’ye dönüşmesinden sonra  “Türk siyasi hayatının temel unsurlarından biri haline gelmesinde çok büyük emeği vardır. Bu dönemde Dündar Taşer’in yaptığı çok önemli hizmetlerden birisi de azgınlaşan Marksist hareketler karşısında milli hassasiyetlere sahip gençleri teşkilatlandırması, onları Türk Milliyetçiliği ülküsüyle buluşturması ve fikri açıdan yetişmelerine öncülük etmesidir. Bu amaçla Taşer, gençlik çalışmalarını parti faaliyetlerinden ayırmış, milliyetçi gençleri parti dışında teşkilatlandırmış, onlarla birebir ilgilenmiş, bütün zamanını onlara hasretmiş ve ülkücü gençliğin “Ocak”larda hep “alp” hem de “eren” olarak pişmeleri, milli ve manevi değerleri tedris ederek tam bir ülkücü olarak yetişmeleri için çok yoğun bir mesai sarf etmiştir…” (Syf. 69)

 

Dündar Taşer, hizmetinde bulunduğum ve o dönem Milliyetçi – Ülkücü hareketin yegâne siyasi yayın organı durumunda olan Devlet Dergisi’nde MESELE başlığı altında köşe yazıları yazıyordu. Bu yazılarda siyasi, kültürel, tarihi konuları işlemenin yanında elbette gençlik konusuna da yer veriyordu. Meriç Coşkun, Osman Çakır ve Mahir Durakoğlu ile birlikte daha sonra aralarına katılan ben o yazıların tashihlerini yaptığımız için ilk okuyan kişiler olurduk. O yazıları Töre Devlet Yayınevi olarak aynı adla kitap halinde yayınladık. Dr. Mehmet Güneş’in kitabında, Mesele’den alınan bölümler de var. Ülkücü gençliği anlattığı “Gençlik” başlıklı yazısından bir paragraf: “Munis ve terbiyelidirler, nazik ve yumuşaktırlar, bu vasıflarını görüp de böbürlenmeye kalkanları pişman ederler. Büyüklerine karşı mutlak saygılıdırlar, saygıları zillet değildir. Kanaatleri sağlam, imanları bütün, fikirleri berraktır. Serttirler; ama odun gibi değil, elmas gibi pırıl pırıl. Türkiye’nin her yerinde varlığını duyuran bu gençlere biz “bozkurtlar” demiştik. Halk “Komandolar” dedi. Komandolar ipeğe sarılmış çeliktir.” (Syf. 78)

 

Şimdi bu satırları yazıp geçmişi hatırlayınca ve günümüz gençliği ile o zamanın ülkücü gençliğini kıyaslayınca dertlerim depreşti, “yazmasam olmaz” diye düşündüm, elim birkaç defa tuşlara gidip geldi ve “anlayan için bu ima da yeter” diyerek vazgeçtim.

 

En yakın dava arkadaşını kaybeden Alparslan Türkeş, O’nun mezarı başında bizleri ağlatan bir konuşma yapmıştı. Taziye defterine yazdığı cümleleri de Mehmet Güneş’in kitabından aktaralım: “İnce zekası, derin kültürü, sağlam karakteri ve yüreğinde taşıdığı insan sevgisi ile, insanlara karşı beslediği engin şefkat, onun yüksek kişiliğini belirleyen keskin ve manalı çizgilerdir. O, her hali ve davranışı ile tam bir Türk olduğunu gösteren mümtaz bir insandı.”

 

Kitapta biyografisine yer verilen “mümtaz insan”lardan biri de genç yaşta kaybettiğimiz Prof. Dr. Erol Güngör. O’nun için Dr. Mehmet Güneş, “Bir İkindi Güneşi: Erol Güngör” başlığını uygun bulmuş. Dünyada kalış süresi kısa -45 yıl- ama gölgesi uzun. Çünkü bizi ve gelecek nesilleri aydınlatan, aydınlatmaya da devam edecek olan pek çok eseri, makalesi var. Burada sıralamaya kalksak, yalnızca kitapları bir sayfa yer tutar. Sayın Güneş’in kitabını okuyanlar O’nun eserleri ve Türk kültür hayatına hizmetleri ile ilgili etraflıca bilgi sahibi olacaklardır. Ziya Gökalp, Mümtaz Turhan, Erol Güngör… İz bırakan sosyologlarımızı saymaya kalksak araya başka isim koyamıyoruz. Mehmet Güneş O’nun için, “Türk milliyetçiliği fikrini ilim ışığıyla aydınlatan bir düşünce feneriydi” diyor, ne kadar doğru.

 

Üstad Necip Fazıl…

 

Dr. Güneş’in “fikir, irfan ve gönül dünyasında derin izler bırakan güzel insanlar”dan biri de “20. Asrın Çile Harmanı” diye takdim ettiği Necip Fazıl Kısakürek: “O; şiirde, nesirde, tefekkürde, hitabette zirveyi tutan; edebiyatın birçok sahasında, tiyatro, hikâye, roman, tarih, biyografi, inceleme, deneme, fıkra, makale ve mizah dallarında, fikri ve felsefi alanlarda, din ve tasavvuf mevzuunda mühim eserler veren; ilgi çekici bir hayatın, müstesna bir sanatın ve çaplı bir şahsiyetin sahibiydi…” (Syf. 191)

 

Necip Fazıl işte böyle çok yönlü bir şair, bir edip, bir hatip, bir düşünce ve fikir adamı idi.  Mürşid’i Abdülhakim Arvasi Hazretleri’ni tanımadan önceki hali ile sonrasını kendisi yazı ve şiirlerinde çok güzel ifade etmiştir. “İslamcı Şair” denilen Kısakürek, Türkiye’nin ateş çemberinden geçtiği 1970’li yıllarda Türkçülüğünü de ortaya koymuş, MHP kurultay ve mitinglerine katılarak konuşmalar yapmış ve bugün bile o yönünü görmezden gelenlere inat “İçi alev alev İslam, dışı pırıl pırıl Türk, içi dışına hakim, dışı içine köle, yeni İslam Türk nesli” (Syf. 199) dediği Ülkücü Gençliği şu cümlelerle de övmüştür: “…Majiskül harflerle vatan semalarına şu mahyayı çekmek isterdim: Eğer ülkücüler olmasaydı, bu vatan çoktan elden gitmişti.” (Syf. 275)

 

Dr. Güneş’in ve elbette bizim ve bizden öncekilerin hayatlarında izler bırakanlardan biri de “Volkan gibi lav atmış ne susmuş ne sönmüşüm/Ben bu iman uğruna çılgınlara dönmüşüm” diyen Osman Yüksel Serdengeçti. O, 1970 yılı sonlarında Ankara’ya geldiğimde ilk tanıştığım ağabeylerimden biri idi. 12 Mart 1971 muhtırasının radyodan okunuşunu Genel Başkan Yardımcısı olduğu MHP’nin o zaman Kızılay’da bulunan Genel Merkezi’ndeki odasında birlikte dinlemiştik. Kaderin cilvesine bakın ki, 1972 yılında vuku bulan ve memleketim olan Burdur depremi haberini de Denizciler Caddesi’ndeki yazıhanesinde yine birlikte dinledik. Ben galiba daha soğukkanlıyım. Osman Ağabey’in telaşlanarak, “Bucak da depremden etkilenmiş mi, annen baban zarar görmüş mü soralım” deyişini hiç unutamıyorum.  Unutamadığım bir hitabı da şu: “Sen şiiri bırak da şuura bak; yazı yaz, yazı!” Bunun sebebi de şu idi: Lise yıllarında kendimce “şiirler” yazmış, onlara özene bezene mukavva kapak takarak ciltleyip bir kitapçık oluşturmuştum. Arif Nihat Asya’ya gönderdiğim örneklerden sonra kitaplarını imzalayıp teşvik edici cümleler yazması da cesaretlendirmiş olacak ki şiirlerimi Serdengeçti’ye de takdim edivermiştim. O, sayfalara şöyle bir göz attıktan sonra o cümleyi söyledi ve ben 45 yıldan beri yazmaya çalışıyorum.

 

Dr. Mehmet Güneş, kitabına aldığı diğer şahsiyetler gibi Serdengeçti’yi de çok güzel tahlil etmiş: “O, kalemini tüfek, nüktelerini fişek gibi kullanan bir deli yürek, bir bükülmez bilekti ve ’dünyayı dünyada boşayıp giden’lerden”di. (Syf. 306)

 

Hal böyle olunca da, “O, samimi bir mü’min, mütevekkil bir Anadolu insanı ve hakiki bir milliyetçi olup; ‘ne rütbe, ne de mal’ beklemeden, ‘Hubbü’l vatan, mine’l-iman’ (Vatan sevgisi imandandır) diyerek ‘bu topraklar için toprağa düşenlerin’ gönüllü fedaisi; hudutlar ötesi bir aşkı yüreğinde büyütenlerin ve ‘gönüllerimize dar gelen’ bu sınırların ötesinde kalan kardeşlerimizin derdiyle dertlenenlerin ve Esir Türk illerindeki soydaşlarımıza hasret türküleri söyleyenlerin turkuaz renkli sevda nefesi” olmuştu. (Syf. 305)

 

Bu hallerinden dolayı “sekiz defa mahpus, bir defa mebus” olan ve yaşayan örnekleri –nerede ise- kalmadığı için bizleri yalnızlaştıran Serdengeçti’nin hikâyesinden Seyyit Ahmet Arvasi’ye geçiyoruz.

 

Dr. Mehmet Güneş O’nu, “Rahmetle Anıp, Hasretle Aradığımız Bir Mektep Adamı: Seyyid Ahmet Arvasi” başlıklı yazısı ile takdim ediyor. Arvasi Hoca, günümüzün “milliyetçiliği ayaklar altına alan” ama siyasi umur sekteye uğrayınca da dört elle sarılmaya kalkan siyaset cambazlarına inat şöyle diyordu: “Milliyetçilik, bir milletin kendini ekonomik, kültürel, sosyal ve politik yönden güçlendirmesi, başka millet ve gruplara sömürtmeme çabasıdır. Bu bakımdan MİLLİYETÇİLİK MEŞRU BİR HAK VE ŞUURDUR.”  (Syf. 396) Dahası da var: Seyyid Ahmed Arvasi, aile büyükleri olan ve Necip Fazıl Kısakürek’in, “O’ndan önceki hayatım ve sanatım çelik-çomak oynamakmış” dediği ve “Tam otuz yıl saatim işlemiş ben durmuşum/Gökyüzünden habersiz uçurtma uçurmuşum” diye bağlılığını ve hayatına yön veren etkisini ifade ettiği mürşidi Seyyid Abdülhakim Arvasi’nin kendilerine şu nasihati yaptığını ifade etmiştir: “Belgelerle sabittir ki Evlad-ı Resul’üm, yani Resulullah’ın soyundanım. İslam’a çatamayanlar Türk Milleti’ne çatıyorlar. Türk’e düşmanlık, İslam’a düşmanlıkla eş değerdir. Bin yıl İslam’ın hizmetkârlığını yapmış Türk Milleti’nden, dünyada tek Türk kalsa ben o Türk olurum. İki Türk kalsa ben ikincisi olurum…” (Syf. 423 - 424)

 

Ve benim “Kendini Unutan Adam” diye kitaplaştırdığım, Dr. Mehmet Güneş’in ise “Rütbesiz Bir Mareşal” diye takdim ettiği Galip Erdem…

 

Halk arasında, ölenlerin ardından “Her ölüm erken ölümdür” diye söylenen bir söz vardır. Ölüm elbette bir Takdir-i İlahi’dir de, Dr. Mehmet Güneş’in kitabına konu olan isimlerden Dündar Taşer, Erol Güngör ve Muhsin Yazıcıoğlu için “erken öldüler” demekten kendimizi alamıyoruz. Ama bir de Galip Ağabey var ki, ölümü beklerken doktoruna söylediği, “Doktor, ben 67 yılda 500 yıl yaşamış gibiyim” ifadesi tam da gerçeği yansıtıyordu. Çünkü “O, hayatı normal ölçülerde yaşamadı; normali aşan her şey vardı onun ömründe… O, ülküsü için şahsi hayatını hiçe saydığı, inandığı değerler için yaşadığı, yaşatmayı yaşamaya tercih ettiği, kendini unutup milletini hiç aklından çıkarmadığı için ‘unutulmazlar’arasına girmiş örnek bir dava adamıydı. O’nun gönlünde süfli sevdalar asla yer bulamadı. O, basit dünyevi hesaplar ve menfaatler için ideallerini hiç unutmadı. O, kalbini ve midesini hiçbir zaman midesinin emrine vermedi. O, kimliğini ve kişiliğini inkâr etmeden, eğilmeden, bükülmeden, inançlarına gölge düşürmeden, üç günlük dünya için bırakın namerde, merde bile muhtaç olmadan da idealist bir hayat yaşanabileceğini dünya âleme gösterdi.” (Syf.451)

 

Galip Erdem’in almadan veren, günün 24 saatini idealleri için yaşayan örnek hayatı ne yazık ki camiada gerektiği gibi yankılanmadı. Özellikle 12 Eylül 1980 sonrası yaşanan dağınıklık, menfaat pazarlarına ve pazarlıklarına malzeme oluşluk O’nu çok ama çok üzdü. Buna çare bulmak için yine O’na başvuranlar olmuştu ve “Türk Milliyetçiliğinin Meseleleri” konulu bir konferans vermesi talep edilmişti. Talebi kabul ederek Türk Kooperatifçilik Kurumu’nun salonunda kürsüye çıktı. Dinleyiciler neler söyleyeceğini merak ediyorlardı. O yalnızca bir şey söyleyip kürsüden inmişti ama anlayanlar için aslında çok şey söylemişti: “Türk milliyetçiliğinin tek meselesi vardır, o da Türk Milliyetçileridir!” Sahi, şu dağınıklığımıza bakarsak bugün de öyle değil midir?

 

O dağınıklık içinde yol arayanlardan biri de Dr. Güneş’in “Gittikçe Artan Yalnızlığımız” isimli bu eserine girenlerden Muhsin Yazıcıoğlu idi. O’nun için, Divan Şairi Baki’nin, “Kadrini seng-i musallada bilüp Ey Baki/Durup el bağlayalar karşına yaran saf saf” beytinden ilhamla şu başlığı kullanmış: “ Kadri Seng-i Musallada Bilinen Bir Güzel İnsan: Muhsin Yazıcıoğlu”

 

  Türkiye’nin ateş çemberinden geçtiği dönemlerde Ülkü Ocakları Genel Başkanlığı yaparak ülkücü gençliği yönetmiş, Mamak zindanlarında çile çekmişti.  Galip Ağabey’in o tek cümlelik konferansında söylediği sözün bir tecellisi olarak Türk Milliyetçileri bir araya gelip çözüm üretemeyince O da bir grup arkadaşı ile birlikte yeni bir yol tutu. İdealistti, dürüsttü, ahlakı üst seviyede idi hatta halkın içinden biri gibi yaşıyordu ancak milleti anlamak da zordu. Günümüzde de örneklerini gördüğümüz gibi siyaset biraz da yalan – dolan işi ve çokça da nabza göre şerbet verme sanatıydı galiba. Nitekim 1970’li yılların başlarında yapılacak olan mahalli seçimler öncesi Adalet Partililerden biri bana bir laf etmişti de ben de safiyane bir eda ile “Ama sizin adayınız içki içiyor, namaz kılmıyor” deyivermiştim. Adamın verdiği cevabı 45 yıl sonra bile unutmadım “Biz camiye imam değil memlekete Belediye Reisi seçeceğiz!” Siyasetin taşları işte böylesine sert ve acımasızdı. Bir seçim arifesinde Muhsin Başkan’ı da elim bir kaza sonucu kaybettik. O kazanın sırları bir gün açığa çıkacak mı bilinmez ama biz kadere iman edenleriz. Eğer bir kasıt varsa edenler elbette bulacaklardır.

 

“Mektup yazdım Hasan’a, ha hasana ha sana…”

 

1971 yılında, Osman Yüksel Serdengeçti  ile tanıştıktan sonra Denizciler Caddesi’ndeki yazıhanesinde bana hediye etiği üç kitaptan biri, Abdurrahim Karakoç’un Serdengeçti Yayınları arasında çıkan  “Hasana Mektuplar” isimli kitabı idi. Daha sonra çalışmaya başladığım Devlet Dergisi’ndeki “Poligon” isimli köşesinde şiirlerini yayınlayacak, “Vur Emri” kitabının ilk baskısını da  Töre Devlet yayınları arasında yayınlayacaktık. Dr. Güneş, aynı zamanda hemşehrisi olan Karakoç’u, “Türk Şiirinin ve İdealizmin Son Efsanesi: Abdurrahim Karakoç” başlığı altında anlatmış.

 

“O; çok güçlü bir şairdi; ‘Kar koysan kor olan aşkın külüne’ dedirten bir sevda yemini; gönlü Mekke’den İstanbul’a, Medine’den Buhara’ya, Üsküp’ten Kerkük’e, Altaylardan Tuna’ya, Elhamra’dan Kudüs’e yol bulan mukaddes aşkların meskeni ve her bir mısraı Anadolu insanının yürek sesiydi. O; kalplere ve zihinlere mıh gibi kazınmış dizeleri ve geniş kitlelerce ezberlenmiş şiirleriyle ardında çok derin izler bıraktı. Bir dava adamı olarak inanç ve ideallerini; şiirlerine, yazılarına ve hayatına hükümran kıldı ve yaşarken Türk – İslam ülküsünü birkaç neslin gönül gönderinde dalgalandırdı.” (Syf. 525)

 

            Ve bir “efsane”den bir “abide”ye… Dr. Mehmet Güneş’in “Gittikçe Artan Yalnızlığımız” isimli kitabında yer alan son başlık şöyle: “Bir Tefekkür Abidesi: Nevzat Kösoğlu”

 

            Nevzat Ağabey, siyasete de girip 12 Eylül Tufanı’nda ülküdaşları ile birlikte kader birliği yapmış olmanın ötesinde fikir ve düşünce hayatımızda önemli bir yeri olan, araştırmaları, yazıları, kitapları, öncülük ve organize ettiği projeleri ile iz bırakan değerli bir şahsiyetti. “Türk Kimliği ve Türk Dünyası”, “Milli Kültür ve Kimlik”, “Türk Milliyetçiliği ve Osmanlı”, “Küreselleşme ve Milli Hayat – Türk Olmak Ya da Olmamak”, “Türk Dünyası Tarihi ve Türk Medeniyeti Üzerine Düşünceler”, “Kitap Şuuru” gibi eserler veren, “hasta yatağında bile Türk – İslam Dünyası’nın meseleleri ve milletin selameti için kafa yoran, Türk kimliğine ve Türk Dünyası’na dair nitelikli fikirler ortaya koyan bir mefkûre sancağı” (Syf. 572) olup; Türk gibi yaşayıp Türk gibi, ölen Nevzat Ağabey terk-i diyar ettiği gün cenaze namazına gelen kalabalık da zaten her şeyi anlatıyordu.

 

Bunu yazmadan geçemem… Prof. Dr. İhsan Doğramacı vefat etiğinde, kendisi ile hiç hukukumuz olmamasına rağmen Kocatepe Camii’nde kılınacak olan Cenaze Namazı’na katılmak istemiştim.  Cenazede “protokol” uygulandığı için Kerkük’ten, Erbil’den koşup gelen hemşerileri ile birlikte ben de asıl cemaati dışlayan barikatların dışında kalmış ve “Bir daha resmi protokol uygulanan cenazelere katılmama” kararı almış ve Türk Ocakları web sitesinde de konu ile ilgili bir yazı yayınlamıştım. Nevzat Ağabey’in cenazesinde resmi protokol uygulanacağı hiç aklımıza bile gelmemiş, arkadaşım Osman Çakır’la birlikte bir saat öncesinden Kocatepe Camii’nin yolunu tutmuştuk. Daha cami avlusuna girmeden polis yönlendirmeleri ile karşılaşınca zamanın başbakanının da cenazeye katılacağını, onun için cami avlusunda ve içinde tedbir alındığını öğrendik. Neyse ki “Biz cenaze sahibiyiz” deyince girebildik. Vakit namazından sonra yine barikatlar vardı ve Nevzat Bey’in dava arkadaşları, gönüldaşları, okuyucuları barikatların dışına itilmişti. Protestolar yükseldi, adeta hücuma geçildi ve o imanlı, şuurlu kalabalığın önündeki barikatlarla polis halkaları dağıtıldı. Burada yine ifade ediyorum ki, ya cenazelerde protokol uygulanmasın ya da Başbakan, Cumhurbaşkanı cenaze namazlarına katılmasın.

 

            Evet, Nevzat Ağabey, “İhtiyar dünyanın içtimai ve siyasi meselelerine, günümüzde yaşanan küresel problemlere karşı; ‘Önce iman, ahlak; sonra kültür ve medeniyet”  diyerek ‘insan merkezli’ ve ‘inanç mihverli’ milli çözümler üreten, ‘Milli kültür hareketimiz tabii ve zaruri olarak Kur’an’dan başlayacaktır’ hükmünü ortaya koyup, hadiseleri ‘milli bünyemizin en dokuyucu unsuru olan kitap şuuruyla iman ve amel mihenginde değerlendiren bilim ve kültür sahibi bir düşünce evliyası idi.” (Syf. 573)

                                                                        ***

            Son söz…

 Bilmek, anlamak, öğrenmek ve öğretmek için okumak gerek. Dr. Mehmet Güneş ilmiyle amel ederek; bir tıp doktoru olarak mesleki çalışmalarının ve hastalarına karşı sorumluluklarının yanında böylesine kültürel hizmetlerde de bulunuyor. O, “hoş ve boş” işlerle uğraşmak yerine insanlara yararlı işlerle uğraşmayı, bizlere olduğu gibi gençlere, çocuklara ufuklar açıp değerlerimizi anlatmayı seçmiş.

 

            Kitaba verilen isim bir gerçeği yansıtıyor ve bizler giderek yalnızlaşıyoruz. Kendimiz de dâhil günümüzde artık Dr. Mehmet Güneş’in babası gibi irfan sahibi babalarla kitaba konu olan öteki şahsiyetlere benzer ilim – irfan, düşünce sahipleri, dava adamları yok. Gerçekten de giderek yalnızlaşıyoruz, ufkumuz daralıyor. Bari yazılanları okuyup okutalım. Ola ki böylece hayırlara vesile oluruz.

 

Cümle Yayınları, 2015 (Eser, kitapçılardan ve internet ortamında Kitap Yurdu’ndan temin edilebilir)