Adil Özcan’dan İnceleme, Araştırma ve Okumaya Dayalı Muhtevalı Bir Eser: Nurettin Topçu Okumaları

 

Artık iyice kanaat getirdim ki, yalnızca İstanbul’da Değil, Anadolu’da da kitap yazılıp basılıyor. Hem de öyle eften püften değil, cidden ve gerçekten… Daha önce bu ortamda, Yozgat’ta tıp doktoru olarak görev yapan Dr. Mehmet Güneş’in birkaç güzel kitabını tanıtmıştım. Şimdi de önümde hukukçu hemşerim Av. Adil Özcan’ın oldukça hacimli ve gerçekten emek mahsulü bir eseri var: “Son Anadolucu Ahlakçı Bir Düşünür NURETTİN TOPÇU OKUMALARI”

 

Evet…  Gençlik yıllarımızda bir ekol olduğunu bildiğimiz ama bizim mahalleye komşu gibi olmasına rağmen biraz uzak durduğumuz Hareket Dergisi ve Ankara’da o gruba ait olduğunu bildiğim Dergâh Kitabevi vardı. Biz “Altaylardan Tuna’ya” rüzgâr estirirken ve elbette ki 1071 Malazgirt Zaferi’ni ve Sultan Alparslan’ı da baş tacı yaparken onlar Malazgirt öncesini pek kale almıyor ve “Anadolucular” olarak biliniyorlardı. Anadoluculuğun piri ve üstadı olarak da, 1934 yılında Paris’te, Sorbonne Üniversitesi’nde “Felsefe Dalı’nda doktora tezi veren –hem de birincilikle- ilk Türk” olması hasebiyle kendisine teklif edilen ödülü kabul etmeyip üniversitenin girişinde 24 saat Türk Bayrağı’nın dalgalanmasına vesile olan Nurettin Topçu öne çıkıyordu. O’nun yıldızı, bizim mahallenin pirleri ve üstadları olan Ziya Gökalp ve Hüseyin Nihal Atsız’la da bir türlü barışmamıştı. Bunun tersi de zaten eşyanın tabiatına aykırı olurdu. Çünkü “Vatan ne Türkiyedir Türklere ne Türkistan, Vatan Büyük ve Müebbed Bir Ülkedir, Turan” diyen Ziya Gökalp ve  Ortaasya’daki Orhun’un, Ötüken’in, oralarda at koşturan Kür Şad’ların, Bögü Alp’ların, Yamtar’ların romanını yazan, Bozkurtlar’ı anlatan Atsız’la Turancılığı bir “sapıklık” olarak nitelendiren Nurettin Topçu’nun aynı düşünce ve fikirler etrafında birleşmeleri mümkün değildi. Topçu yazılarında onları kıyasıya eleştiriyordu. Nihal Atsız ise bu eleştirilere, Orkun Dergisi’nde yayınladığı “Bir Felsefe Öğretmeni’nin Yanlışları” başlığını taşıyan yazısında cevap veriyor ve onu, “Anadolucuların Genel Kurmay Başkanı” olarak tanımlıyordu.

 

Kitabın müellifi Adil Özcan, ilçemiz Bucak’ta çocukluk yıllarından tanıdığım, gençliğe adım attığı, milliyetçilik duygu ve heyecanıyla tanıştığı yıllarda takip ettiğim ve açıkçası üniversiteye gidişinden sonra pek karşılaşamadığım bir hemşerim. Çünkü ben Ankara’da idim,  o okumak için İstanbul’a gitmiş ve ailecek de Antalya’ya yerleşmişlerdi. Büyük bir özen ve titizlikle hazırladığı kitabını, “Muallim, muharrir, Türkçülük davasının abide neferi çok değerli abim Osman Oktay Beyefendi’ye saygılarımla hatıramdır” ifadelerini yazarak imzalayıp gönderme lütfunda bulunmuş. İnşaallah o hitabı, o ifadeleri hak edecek bir gayretim, hizmetim olmuştur.

 

690 büyük sayfadan oluşan kitapta, “İlk Söz” den sonra tam 191 sayfalık bir monografi yer alıyor. Osmanlı’nın son dönemlerinde, 1909 yılında İstanbul’da doğan, çocukluk yıllarında İstanbul’un işgalini, o kara günleri yaşayan ve dolayısıyla öğreniminin önemli bir bölümünü Cumhuriyet yıllarında geçiren Topçu’nun içinde bulunduğu ortam, aile hayatı, anacığına düşkünlüğü, cemiyetçiliği –amma velâkin kurdurduğu ya da desteklediği derneklere kat’iyyen üye olmayışı-, Fransa’daki öğrenimi ve ilk muallimlik yılları dışında İstanbul dışına nerede ise çıkmadan geçen bir ömür, etkilendiği olaylar, çağdaş şair, yazar, ilim ve fikir adamları ile olan münasebetleri, çevresi,  karamsarlığı ve haliyle tekmili birden hayat hikâyesi bu bölümün konusu.

 

Adil Özcan, Topçu ile lise yıllarında ve kitapçıda bakınırken tesadüfen aldığı “İradenin Davası” isimli eseri sayesinde tanışıyor. Ardından “Devlet ve Demokrasi”, “Var Olmak”, “Mehmet Akif”, “Türkiye’nin Maarif Davası” ve Nurettin Topçu külliyatının tamamı, yazıları, hakkında yazılanlar derken “Nurettin Topçu Okumaları” ortaya çıkıyor. Yazar bu kitabı “dört yılda hazırladığını” söylese de en az 30 – 35 yıllık bir birikimin sonucu olduğu ortada. Hani bir sokak ressamı önüne oturan birinin portresini 5 dakika içinde yapıp on lira istemiş ve etraftan “Vay be, şu işe bakın, beş dakikada on lira!” sesler duyunca, “Hayır! Kırk yıl artı beş dakika!..” demiş ya… Yazarlık ya da bir eser ortaya koymak böyle bir şey işte. Bir alt yapın, birikimin, burada olduğu gibi okumaların ve hazırlığın olmasa ne yapabilirsin ki?

 

Kitabın başlığı ilk bakışta Nurettin Topçu’nun meth ü sena edildiği bir eser zannını uyandırabilir. Özcan, bu zanna bizzat Topçu’nun Türkiye’nin Maarif Davası isimli eserinden aldığı cümle ile cevap veriyor: “Sizi  size medh edip de mest edenler değil, acı söyleyenler dostunuzdur. Onlar sizden hiçbir şey beklemiyorlar. Dilenci ve meddah över, sizi seven size ağlamasını bilir.” Sonra da ekliyor: “Onu yıllar içinde okurken bütün düşüncelerine ‘meddahlık’ yapmayı değil, yeri geldikçe bazı düşüncelerine de oldukça mesafeli olmayı ve ‘acı’ söylemeyi ihmal etmedim. Kimilerinin onun belli görüşleri etrafında tavaf edip birçok düşüncesini gözden uzak tuttuklarına tanık oldum…”

 

Yazar, gerçekten de bu doğrultuda hareket etmiş ve Topçu’nun, yazımın başında “bizim mahallenin pirleri ve üstadları” olarak işaret etiğim Ziya Gökalp ve Atsız’la olan münasebetlerine ve fikir çatışmalarına neşter vurduğu gibi, onun çok sevdiği ve hatta “Mehmet Akif” diye bir kitap da yazdığı İstiklal Marşı şairimizi anlamadığını/anlayamadığını bile ifade etmekten çekinmemiştir.

 

Yazar elbette “Yiğidin hakkını yiğide” de vermiştir. Monogrofi Bölümü’nün Son Söz’ündeki şu ifadelere bakın:

 

“…Topçu, yalnızca aşk, felsefe, ahlak, sanat ve edebiyat metinleri yazsaydı; hatta o metinleri Fransızca da yazıp Batı’da yayımlasaydı; kanaatimce belki bizim de dünyaca tanınan hepimizin gurur duyacağı bir  Alain’imiz olacaktı. Gelin görün ki Topçu talihsiz bir yol tutarak ömrünü Gazi Paşa,  Cumhuriyet, Türk Devrimi, medeniyet ve kimi şahıslara düşmanlık; hiç beklenmeyecek şahıslara hayranlıkla tüketmiş. Altından kalkamayacağı ve kalkamadığı sosyalizm ve iktisadi konulara gücünü harcamasaydı; Türk milletinin ihtiyaç duyduğu, bütün kesimlerce benimsenen, saygı duyulan, kendisinden yararlanılan, milletine yol gösteren bir fikir adamı olabilirdi. Topçu’nun biden fazla düşünceye/izme kendini bağlayarak bir ideoloji anaforunda kaybolup gitiğini görüyoruz…”

 

Bu görüşlere katılmamak mümkün değil. Mesela, “Anadoluculuk…” Geldiğimiz şu noktada AB, ABD, Rusya ve öteki komşularla durumumuz, “globalleşen” ya da “küreselleşen” dünyada kimilerinin bir züğürt tesellisi kıvamında “değerli bir yalnızlık” gibi uçuk kaçık sözlerle anlatmaya çalıştığı halimiz… Nurettin Topçu da zamanında, -yazarın da ifade ettiği gibi- “Marksistlere yakın Türkçülere uzak” durup Turancılığı “sapıklık” olarak görmese ve  Ziya Gökalplerin, Atsızların, hatta aynı dönemde   Fransa’da bulunduğu Remzi Oğuz Arık gibilerin fikirlerine aykırı durmak yerine desteklese, geliştirse idi belki bugün dünyada bir Türk Birliği’nin kurulmasının elzem olduğunun idrakinde olan başka gruplar da olabilirdi.

 

Adil Özcan’ın kitabı tabii yalnızca bir “Nurettin Topçu Okumaları” değil. Kitabın akışı içinde verilen örneklerden anlaşılacağı üzere sağdan – soldan, dindardan – dinsizden okuyup harmanladıkları, şiir, roman, inceleme, tarih, sosyoloji, felsefe, din – ahlak konularında verdiği örneklerle okuyucuya bir ufuk çiziyor ve Topçu’nun yaşadığı dönemi, öncesini ve tabii olarak sonrasını ve etkilerini ortaya koyuyor. Kısacası, kitabın arka kapağında yer alan cümlede işaret edildiği gibi, “Bilinenden çok farklı bir Nurettin Topçu  portresi bu kitapta.”

 

Adil Özcan kardeşimi, Nurettin Topçu’yu bütün yönleri ile ve cesaretle ele aldığı kitabı için tebrik ediyor, yeniden yazımın ilk cümlesine dönüyorum: Artık iyice kanaat getirdim ki, yalnızca İstanbul’da Değil, Anadolu’da da kitap yazılıp basılıyor. Hem de öyle eften püften değil, cidden ve gerçekten.

           

(*) Kitabı temin etmek isteyenler, adilozcan58@gmail.com internet adresi ile irtibata geçebilirler.