Osman Çakır’dan Geçmişe Uzanan Bir Eser Daha: Emin Erdoğan, Hayatı Ve Hatıraları

Eski bir yayıncı/dergici olan Osman Çakır kardeşimiz altmışından sonra yeni eserler vermeye devam ediyor: “Nevzat Kösoğlu İle Söyleşi – Hatıralar yahut Bir Vatan Kurtarma Hikâyesi”, “İdris Yamantürk – Bir Cumhuriyet Çocuğunun Hikâyesi: Türk Milleti’ne Borcumuz Var” isimli “Nehir Roman/Hatıra” tarzı hatıra söyleşilerinden sonra şimdi de “Emin Erdoğan, Hayatı ve Hatıraları: Yaşadıklarımın Bir Kısmı Bilinsin İstedim” isimli kitapla karşımızda.

 

Emin Erdoğan Şanlıurfa’dan; “tarıma zararlı haşaratla beslendikleri için halk tarafından uğurlu kuş sayılan” kelaynakların (*) beldesi Birecik’ten çıkıp önemli işler yapan bir iş adamı imiş ama –iş dünyası ile ilgim olmadığından olsa gerek- doğrusu adını bile duymamıştım. Kitabın “Sunuş” yazısından anlaşıldığına göre kendisi hakkında bu çalışma başlayana kadar Sayın Çakır’ın da fazla bilgisi yokmuş. Ancak, bu çalışma başlayınca laf lafı açıyor ve Emin Erdoğan’ın “Yaşadıklarının Bir Kısmı” yeniden canlanırken bizlere de 1930’lu yıllardan günümüze kadar uzanan bir dönemin hikâyesi çıkıveriyor.

 

“Gazın, bezin, ekmeğin karne ile alındığı, içme suyunun kuyulardan sağlandığı, en yakın tarihli  gazetenin üç gün sonra geldiği, hastalığın çok ama hastanenin olmadığı”  ve belki de onlardan daha önemlisi “Ağızdan çıkan sözün çekten-senetten ve paradan daha önemli olduğu, evlerin kapılarının kilitlenmediği” bir diyardan çıkan ve ilkokulu bitirdiği sıralarda babasının işleri bozulduğu için daha çocukluk çağında (on iki yaş) ailesinin sorumluluğunu üzerine alarak “Hayat Okulu”na giren Emin Erdoğan’ın seksen üç yıllık hayat serüveni bu. O, bir bakıma “iğne ile kuyu kazıyor”, “Hac yolculuğuna çıkan karınca” misali işe koyuluyor, küçük işleri büyük şirketlere dönüşüyor ve sonunda başarılara imza atıyor. Bu, işin bir yönü ama bizi asıl ilgilendiren geçen zaman zarfında yaşanan olaylar, doğup büyüdüğü memleketinin ve Türkiyemizin geçirdiği safhalar, sosyo-kültürel değişimler, siyasi çalkantılarla milletini/devletini seven bir insanın değerlendirmeleri…

 

“Ben Kürd’e karşı değilim ama bu adla yapılmak istenen bölücülüğe karşıyım. Birecik’te evlerde, sokaklarda, çarşılarda hâkim dil ve konuşma dili Türkçe idi. Başka dil konuşulmazdı. Sadece buğday pazarında hamallar kendi aralarında Kürtçe konuşurlardı. O civarın Kürt köyleri var. Urfa’da Arapça, Kürtçe ve başka diller konuşanlar vardı. Ama Birecik’te hiç yoktu. Şimdi ise var…” (Syf. 36) 

 

“Çirkin politikacı” ve “Dinimden dönerim, partimden dönmem” sözlerini duymayan yok gibidir. Din ile siyasi partiyi aynı kefeye koymak ve hatta partiyi üstün tutmak yanlıştır ama kullanılmaktadır. Anladığım kadarı ile Emin Erdoğan Demokrat Parti’ye meyillidir ama babası CHP’lidir. 1952 yılında Fırat üzerinde yapım çalışmalarına başlanan köprünün bir ayağı işyerlerine gelince istimlâk edilir. Bir gün İstimlâk Komisyonu üyesi iki kişi evlerine ziyarete gelirler ve babası ile aralarında şöyle bir konuşma geçer:

 

            “- Gayrimenkulleriniz istimlâk edildi ama düşük bedel verildi. Bir dilekçe verin de bunu değerlendirelim ama bizim de bir talebimiz olacak!”

            “- Buyurun!”

            “- Siz Halk Partilisiniz, bundan sonra Demirkırat olacaksınız!”

            “- Siz Tanrı misafirisiniz, bir söz söylemem yakışmaz ama insan dininden döner mi?”

Siyasi rüşvet verilmeyince tabii ki istimlâk değeri arttırılmaz ve işler durur. Askerlik dönüşü artık Kütahya’ya gidecek ve daha sonra Ankara günleri başlayacak olan aile şirketleri için ilk adım atılacaktır.

 

 

Ankara’da İdris Yamantürk’le tanışır ve aralarında iyi bir dostluk başlar. Ankara siyasetin de merkezidir. 27 Mayıs 1960 günü sabaha karşı silah sesleriyle uyanır. Kızılay Sümer Sokak’ta bulunan evlerinin yan apartmanında da Demokrat Parti’nin önde gelenlerinden Namık Gedik, Hayrettin Erkmen ve başka bir milletvekili oturmaktadır ve onlar, ihtilallerin şaşmaz “Kanunu”na göre tutuklanacaklardır. Tarihe ışık tutması bakımından önemli gördüğüm bu bölümü Emin Erdoğan’ın anlatımı ile kitaptan aktarıyorum: (Syf. 123 – 126)

 

“…Askerler geldiler ama sokak bir anda ana baba gününe döndü. Yolun iki tarafını halk doldurdu. Bir albay inin aşağı diyerek bağırıyordu. Hayrettin Erkmen ve Samsun Milletvekili indi, Namık Gedik inmedi. Epeyce bağırdılar. İnmeyince bir subay içeriye daldı.

 

Namık Gedik’in evi birinci katta idi. Caddeye bakıyordu. Subay evin içine girince içerde ne varsa, eline ne geçtiyse camdan aşağı fırlattı attı. Bu arada Namık Gedik’i de aşağı indirdi. Kapıdan çıkartır çıkartmaz bir yumruk vurdu ve Namık Gedik yere kapaklandı. O arada bir araba geldi. Hayrettin Erkmen ve milletvekili o arabaya bindirildi. Halk, “Ona değil makam arabasına” diye  bağırmaya başladı. Makam arabası burada yok dediler. İşte makam arabası diye bizim kamyonu gösterdiler.

 

Biz o zamanlar Gülveren’de bulunan “Asri mezarlık”ın alt yapısını ve mezarlarını yapıyoruz. Şoför işi bırakmış, arabayı da getirip bizim apartmanın önüne bırakmıştı. Bu arabanın şoför mahallinin iki tarafında birer koltuk, ortada da akü vardı.  Araba sağdan direksiyonlu Fortson marka bir İngiliz kamyonu. Şoför sağ tarafa oturur. Akü açıkta idi.

 

Namık Gedik’i getirdiler akünün üstüne oturttular. Albay da elinde silahı ile sol tarafa oturdu. Birisi geldi direksiyona oturdu, arabayı çalıştırmak istedi. Ama çalıştıramadı. Ben aşağı indim ve arabanın sahibi olduğumu söyledim. Müsaade ederseniz ben çalıştırayım dedim. Fakat arabayı ben de çalıştıramadım.

 

 

Albaya, bu arabayı ancak Sümer Sokaktan aşağı bırakarak viteste iken (vurdurarak) çalıştırabilirim, eğer çalışmaz ise fren tutmaz. Herkesi çiğneriz dedim. Namık Gedik eliyle bacaklarımı öyle bir tuttu ki tırnaklarının izi bacaklarıma çıkmıştı. “Evladım buradan bizi çıkar yeter” dedi. Ben Albaya bakıyorum, o da bırak dedi. Ben de boşa saldım ve Sümer Sokağın başında Merkez Lokantası’nın orada araba çalıştı.

 

Albaya nereye gideceğimizi sordum. Orduevine dedi. Orduevi de Necatibey Caddesinden Atatürk Bulvarına dönüyorsunuz hemen yakın. Ordu evinin önünde durduk.  Burhanettin Uluç Paşa tampona çıktı ve Namık Gedik’e bağırdı “Bizim hanım 1950 demokratlarından, bugün Demokrat Partinin adını anmak istemiyor. Hep sizin gibi insanlar yüzünden” dedi.

 

Namık Gedik “Benim kabahatim yok” dedi. Paşa “Kimin?” diye sordu O da “Adnan Bey’in” diye cevap verdi. O arada bir subay tabancasını arabanın içine uzattı. Ben “Eyvah gittik” dedim.

 

 

Kırbaçlanıyoruz

 

Burhanettin Uluç Paşa buna bir tokat vurarak “çek ulan o tabancayı” dedi. Benim taraftaki kapı açıldı. Bir subay ve elinde bir kırbaç… Vurmaya başladı. Namık Gedik alta düştü ben üstte. Bir güzel dayak yedim. Perişan oldum. Yine Burhanettin Uluç Paşa dağılın diyerek subay kalabalığını dağıttı. Bana da yürü dedi ama bende hal kalmadı. Ayaklarım zangır zangır titriyor. Dayağı yemişim başımıza tabanca dayanmış vs.

 

 

Kaputun üzeri de Harp Okulu talebeleri tarafından dolmuş vaziyetteydi. “Efendim önümü göremiyorum” dedim. Paşa; “Yürü diyorum” dedi. Ben arabayı sürünce herkes patır patır aşağı indi. Namık Gedik orta yerde, Hayrettin Erkmen kamyonun kasasına bindirildi. Kasanın her tarafı taş toprak. Harp okulu talebeleri diğerlerinin yanında, benim yanımda yine o albay var.

 

Bizi Kızılay’da durdurdular. Bana parola sordular. Albay oradan atıldı. “Bana sor” dedi. Parola, işaret söylendi ve biz barikatı geçerek Harp Okuluna gittik.

 

 

Hayrettin Erkmen indirildi. Namık Gedik’i yine vurarak aşağı attılar. Ben evden aşağıya indiğimde, sokakta nöbetçi olan polisler bizim eve doğru gelerek kapı açık olduğu için silahlarını apartman aydınlığına atıp kaçmışlardı. Ankara’nın muhtelif yerlerinden toplanmış sivil ve resmi koruma polisleri Harp okulunun bahçesinde sıraya dizilmiş, hepsinin başları eğik vaziyette bekliyorlardı.

 

Getirilen sivilleri de alıp içeri atıyorlar. Benim de başıma bir iş gelir diye beraber geldiğimiz albayı buldum ve beni getirdiniz ne yapacağım dedim.

 

Ha!.. Seni gönderelim dedi.

 

Ben de yalnız gidemeyeceğimi söyledim. Bunun üzerine bir subay çağırdı ve bunu evine götürün dedi. Sonra bir dakika deyip arabaya cephane koymalarını ve Ankara içindeki Harp Okulu talebelerine cephane dağıtmamızı söyledi.

 

Evin önüne geldik. Arabayı bıraktım, yukarı çıktım. Olayların şokunu üzerimden atmaya çalışıyorum. Akşam oldu kapıcı geldi ve “bu arabayı buradan kaldıracakmışsınız” dedi.

 

 

Neden diye sorduğumda “Gelen küfür yazıyor, giden yazıyor. Her kafadan bir ses çıkıyor” dedi. Bir yere kaldıramam. Ne yaparlarsa yapsınlar dedim. Sabahleyin kalktığımda araba yoktu. Kim götürdü bilmiyorum. Yeğenim Necip askerdi ve bir paşanın şoförüydü. Bana geldi ve ağabey sizin araba Cebeci’de dedi.

 

Bu olayla ilgili olarak kamyonun şoför koltuğunda iken sokağa geldiğim esnada çekilmiş ve ilk defa yayınlamış olduğum fotoğrafı bir Alman Hanım çekmiş. Bizim sokakta oturuyordu. Bir Alman Yahudi’siydi. Onlar da Hitler’in zulmünden kaçıp gelmişler. Makam arabası dedikleri Tümay’lardan ayrılırken bize kalan kamyonlardan.  Çöp arabası da dediler. Arabayı getirdiler ama parçalayarak sattım.”

 

İşte böyle… Bize, askerlik eğitimimiz sırasında “Askerlikte mantık yoktur” derlerdi. Bu olay, askerlerin yaptığı ihtilaller/darbelerde ise hiç ama hiç mantık kırıntısının bile olmadığını bütün açıklığı ile ortaya koyuyor.

 

İhtilal iş hayatına da sekte vurmuştur ama hayat devam etmektedir. Aile şirketi tasfiye edilir ve Emin Erdoğan “Öz İnşaat” adıyla kendi şirketini kurar. Bürokrasi ve siyasilerle uğraşıp badireler atlatırken yıllar önce ticarete atıldığı memleketi Birecik’in tozlu-çamurlu yollarını imar etme işine talip olur ve ihaleyi kazanır. Yalın ayak, çamurlara bata çıka kat ettiği Birecik-Nizip yolunu yapmak da ona nasip olur. Ancak, çocukluk ve gençlik yıllarının geçtiği Birecik bırakın gelişmeyi, eski önemini çoktan kaybetmiştir:

 

“Sanatkârlar ve meslek erbabı daha ziyade İstanbul’a gitti. Orada ise ekonomik imkânı olmayan bir zümre kaldı. Bugünkü tahminime göre gerçek Birecikli olarak %20’lik bir zümre kaldı.” (Syf. 205)

 

İşte gelip geçen hükümetlerin yanlış politikalarından biri budur ve bölgenin teröre kurban edilmesinin sebeplerini arayanlar bu tespiti iyi değerlendirmelidirler.

 

BUGÜNLERE NASIL GELİNDİ?

 

Birecik – Nizip yolundan sonra Midyad – Nusaybin işi de alınıyor ama henüz PKK adı ilan edilmediği için “Apocular” olarak bilinen teröristler tıpkı yaşanan süreç içerisinde de şahit olduğumuz gibi şantiyeler basılıyor, inşaat işlerinde kullanılan dinamitler ve işçilerin paraları çalınıyor, iş makinelerine el konuyor vs.  derken, 1978 yılında, Birecik’te 70 yaşlarında manifaturacılık yapmakta olan Şıh Muhammed Amca’nın dükkanına haraç almak için gelen Murat Karayılan ve arkadaşlarının, “Ben haraç vermem” diyen bu 70’lik delikanlının önünden kaçışları ve hüküm giydikten sonra da Apo serserisi ile birlikte PKK denen lanet örgütü kurmaları… Bunlar hep Midyad – Nusaybin karayolu işi yapılırken vuku buluyor. Sahi, bugünlere nasıl gelindi?

 

“Bir sabah dışarı çıktım, (1977 -1980) Belediye Başkanı da (Mehmet Akan) evinden çıktı. Etrafında 3 – 4 kişilik bir koruma var. Belediye’ye gidiyorlar. ‘Mehmet hayırdır’, dedim. ‘Emin Ağabey gel de konuşalım’ dedi. Belediyeye gittim, kahvemizi içtik. ‘Bundan iki ay kadar evvel Abdullah Öcalan diye birisi geldi. Yanında bir kişi getirdi ve bunu işe al dedi. Ben de işe aldım. Bir müddet sonra bir kişi daha! Onu da aldım. Bir süre daha geçti, bunları da belediyeye alacaksın diye bir grup getirdi. Ben tepki gösterdim. Kesinlikle böyle bir şey yapmam. Ben seni Mülkiye’de okuyorsun, eğitimli birisin diye onları işe aldım ama böyle grup halinde işe alamam’ dedim. Bu defa beni tehdit etmeye başladılar…  Emin Ağabey, bu adamlar çok şey yapacaklar ve sanki buraya hâkim olacaklar gibi hissediyorum’ dedi.” (Syf. 212 -213)

 

“Şantiyeye gittiğimde Şantiye Şefi, Kontrol Mühendisi vs.ile oturur yemek yerim. Midyad olayına gittiğimde yine bir açık havada mangal partisi yapıyoruz. Adını hiç unutmuyorum, Kontrol Mühendisi’nin adı Bereket’ti. ‘Evli misin?’ diye sordum, yedi tane çocuğu olduğunu söyledi. Daha genç. ‘Bunların eğitimlerini, geleceklerini düşündün mü’ dedim, ‘Küçük kardeşimin de altı çocuğu var.  Babam, Allah bu Türklere akıl versin; yakında nüfus çoğalmasından dolayı Türkiye’ye sahip çıkacağız diyor!” (Syf.  215 – 216)

 

“Bugün sanki Sevr Antlaşması yeniden uygulanıyormuş gibi geliyor. Irak ve daha sonra da Suriye’de meydana gelen iç kargaşalıklar neticesinde Kuzey Irak’ta oluşturulan Kürt yönetimleri gibi güney sınırlarımızda, Suriye’de de bir Kürt yönetimi meydana getiriliyor.”

 

“Batılı ülkelerin amacı buralarda ve Türkiye’nin Güneydoğusunda bir Kürt Devleti oluşturarak Türkiye’nin gücünü kırmaktır. ‘Çözüm Süreci’ diye topraklarımızın bir tarafa doğru yönlendirilmesi, daha doğrusu bir Kürt Devleti’nin kurulması için mevcut yönetimin de yardımcı olması nasıl bir iştir, aklım almıyor.” (Syf.218)

 

Bütün bunlar Güneydoğu bölgemizin bir evladı olup o bölgeyi karış karış, insanını da ruhu gibi bilen, bu millete hizmet etmekten gurur duyan ve doğrulukla dürüstlükten ayrılmayan değerli bir iş adamımızın tespitleri, kaygıları.

 

Bu güzel eseri hazırlayarak bizleri Emin Erdoğan gibi değerli bir iş adamımızla tanıştıran Osman Çakır’ı tebrik ederken satırlarımın sonunda sözü yine Emin Erdoğan’a bırakıyorum:

 

Bu toprakların bağımsızlık mücadelesi çok zorlu geçmiş, her karışı şehit kanlarıyla sulanarak cumhuriyet çocuklarına emanet edilmiştir.

 

 

Bize teslim edilen bu ülkeyi daha güzel hale getirip ileri götürmek hepimizin vazifesidir…” (Syf. 342)