Asıl Ağlama Duvarı İçimizde, Hepimizde…
ABD Başkanı Donald John Trump’ın aylar önce Suudi Arabistan, ardından da İsrail’e yaptığı ticari, siyasi ve stratejik ziyaretler sırasında Kudüs’te bulunan meşhur Ağlama Duvarı önündeki görüntülerini herhâlde “saçmalık” olarak değerlendirdik ve alaycı gülümsemelerle âdeta dalga geçtik. Aslında Trump’ın hem Suudi Arabistan hem de İsrail’de yaptığı temaslar, yaptığı anlaşmalar, verdiği görüntüler oldukça mesaj yüklü idi. Bizim “meşru” kabul etmediğimiz Mısır Diktatörü Sisi’yi yanında gezdirmesi, başta Suudi Arabistan olmak üzere birtakım Arap ülkelerini maşa olarak kullanıp yine bir Arap ülkesi olan yükte hafif ama parada ağır basan Katar’ı terörist ilan ettirerek bir taşla birkaç kuş birden vurması, resmiyette “stratejik ortak” olan Türkiye’nin baş belası olan terörist gruplara binlerce tır dolusu silah dağıtması işin ayrı bir yönü tabii. Önce Ağlama Duvarı’na dönelim…
Nisan 2017 sonlarında yaptığımız Kudüs ziyareti sırasında yakından görüp resimlediğimiz Ağlama Duvarı, ilk inşası Hz. Süleyman’a ait olan Mescid-i Aksa’dan (Beyt-ül-Makdis) kaldığı için Yahudilerin kutsal kabul ettikleri duvara verilen ad. Yahudilerin “ha-Kotel ha-Ma’aravi” (Batı duvar) dedikleri bu duvar, zamanla “Ağlama Duvarı” olarak adlandırıldı. Yahudiler bu duvarın önünde saygı ile durarak dertlerini döküp ağlamakta, bir bakıma ibadet ederek millî ve dinî şuurlarını canlı tutmaktadırlar. İnanışlarına göre “Bu duvar yıkılmayacak ve Rab, mabedin batı duvarını asla terk etmeyecektir.”
Romalılar döneminde çok sıkıntı çeken ve Kudüs’e girmeleri bile yasaklanan Yahudiler, bölge Türk hâkimiyetine girdikten sonra serbestçe Kudüs’e girip ibadet edebildiler. Osmanlılar, 28 Aralık 1516’da ve Yavuz Sultan Selim’in Mısır Seferi sırasında Sinan Paşa’nın komutasında Kudüs’e girdiler. Kudüs’ün Fethi’nden sonra Yavuz Sultan Selim de bu önemli şehri 31 Aralık 1516 tarihinde ziyaret etti. Bu fetihten sonra İspanya'dan kovulan Yahudilerden dileyenlerin Kudüs’e göçme veya ziyaret etme imkânı doğunca Ağlama Duvarı devamlı bir dua yeri hâline geldi. Osmanlılar Yahudileri himaye ettikleri gibi Mescid-i Aksa ile birlikte Ağlama Duvarı’nı da tamir ettirip yıkılmaktan kurtardılar.
Nasıl ki Hristiyanlar Papazlara, Budistler kendi rahiplerine dertlerini döküp “günahlarından arındıklarına” inanıyorlarsa, Ağlama Duvarı önündeki seremoniyi de buna benzetebiliriz. Bütün bunlar o inanışlara sahip olanların hayat tarzları, manevi dünyalarıdır ve yapıp ettikleri kendilerini bağlar. Biz asıl kendimize bakmak zorundayız.
Mensubu olma şerefine sahip olduğumuz İslamiyet, Allah tarafından gönderilen en son ve en mükemmel dindir. Nitekim Al-i İmran Suresi’nde, “Muhakkak ki Allah indinde din İslam’dır.” buyurulmuştur. Biz bunu bilir ve inancımızı yaşarız, yaşamaya çalışırız. Başka din ve inanışlara mensup olanların hâl ve hareketleri, inançlarını yaşama ve uygulama biçimlerini alay konusu yapmak bir Müslüman’a yakışmaz. Müslümanlar öncelikle kendi eksikliklerini gidermek, tabir yerinde ise iki yakalarını bir araya getirip söküklerini dikmek zorundadırlar.
İslam ülkelerinin durumu ortada, dinimizin mensupları olan Müslümanların yani hepimizin hâli meydanda. Dinimiz, “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu!”, “İlim Çin’de de olsa alınız.”, “Her bilenin üstünde bir bilen vardır.” düsturlarını vermesine, hepsinden önce de Yüce Allah’ın ilk emrinin “Oku” olmasına, Kur’an-ı Kerim’de kafalarımıza vururcasına ve defalarca “Akletmez misiniz?”, “Düşünmez misiniz?” diye sorulmasına, “Sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler, akıl da etmezler.” ve “Ola ki düşünür, ibret alırsınız.” diye ikaz edilmemize rağmen okumayan, okusa da anlamayan, anlamaya gayret etmeyen, araştırmayan, incelemeyen, ilim peşinde koşmayan insanlar değil miyiz? Baştan aşağı bütün İslam Dünyası üretmiyor, hazır yiyor ve sürekli tüketiyor. Türk Milleti olarak ağzımızda bir sakız var ve çiğneyip duruyoruz: “En iyisi biziz!..” Sahi, gerçekten öyle miyiz ve nereye kadar?
Memleketimde, çoktan rahmetli olan bir Kalender Emmi’miz vardı. İnsanların geçimsizlikleri, çekememezlikleri, bir şeyler üretememelerine sitem eder ve “En iyisi Deli Veli, o da direkte bağlı.” derdi. Biz ise millet olarak sanki hepimiz direkte, direklerde bağlıyız.
Evet, görünüşe göre İslam ülkeleri arasında en iyi durumda olan biziz ama dünyaya sunduğumuz bir markamız, genel kabul gören bir icadımız yok. Kontrolsüz ve düzensiz şehirleşme, sosyal yapıyı bozdu. Çevre duyarlılığı ve temizliği konusunda yediden yetmişe bütün vatandaşlarımız ve devlet kurumlarımızın, hatta bu konuda davranış değişikliği oluşturması gereken okullarımızın bile notu sıfır. Köyde iken bir bakıma üretici durumunda olan insanların çoğu şehirde hazır yiyenler oldu. Yanlış tarım ve sanayi politikaları, günü kurtarmaya yönelik uygulamalar ayyuka çıktı ve Hollanda misalinde olduğu gibi yalnızca Konya ilimiz kadar yüzölçümü olan ve doğru dürüst güneş yüzü bile görmeyen ülkeler, tarım ve sanayi üretimi ile bunlara bağlı ihracat kalemlerinde bizi dörde, beşe katladılar. Hükûmetlerin, “Fak-Fuk Fon” diye özetlenen uygulamalarına, belediyelerin “sosyal yardım” adı altındaki sözde hizmetleri de eklenince zaten kıt kanaat geçinmeye alışık olan insanlarımız, tabir yerinde ise yan gelip yatmaya başladılar. Köyünde kendine yetecek kadar üretim yapan ve fazlasını da satarak para kazananlar şehirde ekmek, patates, soğan makarna dağıtılıyor diye koşup geldiler. Aileden önce bir boyacı, sıvacı yamağı gelip şehrin varoşlarına yerleşti; ardından akraba, eş-dost, konu-komşu derken büyük şehirlerde koloniler oluşturuldu. Bu durum giderek az çok iş potansiyeli olan başka şehirlere ve ilçelere doğru yayılıverdi. Kalifiye eleman yerine ucuz ve niteliksiz işçi çalıştırıldı, iş ve işçi güvenliği gibi kavramlar yok sayıldı ve iş kazalarının önü ardı kesilmediği gibi sosyal ve kültürel yapı da bozuldukça bozuldu. Buna bir de Suriye ve Irak’tan gelen kontrolsüz göçler eklenince yandı gülüm keten helva! Hâl böyle olunca da zaten, “Erkek sanat okulu”, “Kız sanat okulu”, “Erkek ve Kız Meslek Lisesi” ya da “Enstitüsü” gibi iş dünyasına kalifiye eleman yetiştirip gençlerin kısa yoldan meslek sahibi olmalarını sağlayan okullar bir bir kapanmaya, önemlerini kaybetmeye başladı. En son, bir Endüstri Meslek Lisesi öğretmenine durumu sorduğumda tamamen hayal kırıklığına uğradım. Türkiye gibi gelişmekte olan bir ülkede öğrenci tercihlerinde ilk sıralarda olması gereken bu okullar, ne yazık ki en son sırada imişler ve elene elene gelen en gönülsüz öğrencileri kabul etmek zorunda kalıyorlarmış. Güler misiniz, ağlar mısınız? Millî Eğitim Bakanlığı, bu konuda çözüm üretecek yerde dört artı dört artı dört, olmadı artı beş diye işi yap-boz oyununa çevirmiş durumda. Keza sınav sistemleri de yerine ne konacağı bile bulunmadan durmadan değiştiriliyor. Camilerde Cuma hutbelerinde cemaate, çocuklarını İmam Hatip okullarına yazdırmaları telkin ediliyor ama sanat, meslek öğrenmeleri, fizik, kimya, elektrik/elektronik, uzay bilimleri vb. dallar için bir kelime edildiğini duymadım.
Klasik ifadelerde “Çözüm üretme sanatı” olarak nitelendirilen siyaset kurumu çarpık şehirleşme, sosyal devlet anlayışı ve eğitim politikaları konularında gerçekten çözüm üretip ideal sistemi bulup oturtmak yerine siyaseten faydalanma yolunu tercih ediyor. Artık 100. yıldönümüne çok az bir süre kalan Cumhuriyet’imizin hâlâ oturmuş bir eğitim sisteminin olmaması olacak iş değildir. Hani insanın, geçmişe doğru göndermeler de yaparak “Mutlakiyet ilan ettik olmadı, Meşrutiyet ilan ettik olmadı, Cumhuriyet ilan ettik olmadı; ciddiyet istiyoruz beyler, ciddiyet!” diye feveran edesi geliyor. Oysa ciddiyetten tamamen uzaklaşıp eşi menendi görülmemiş bir sistemi dayatarak karanlığa göz kırpıyoruz. “Ya tutarsa!” mantığı doğru bir mantık değildir. Bir milletin geleceği üzerine kumar oynanamaz, oynanmamalıdır. Bu anlayışla üretim toplumu olmak elbette imkânsızdır ve olamıyoruz. Böyle olunca da ülke olarak sözde büyüyor olmamızın tüketime dayanması kaçınılmaz hâle geliyor.
Bu anlattıklarımız işin sosyal, kültürel ve ekonomik boyutlarıyla ilgili. Ya din ve inanç dünyamız? Lafa geldiği zaman “%99’u Müslüman olan Türkiye” diye ahkâm kesmek kolay ama bu yüzde 99’un yüzde 95’inin İslamiyet’i bilerek, anlayarak, özümseyerek değil de geleneksel ve alışkanlık olarak yaşadığını söylemek pek de abartılı olmaz. “Müslümanım” diyen ve özellikle günde beş vakit namaz kılan herkesi ilgilendirdiği için çoğu zaman Fatiha Suresi örneğini veriyorum. Bizi insan ve Müslüman olarak yarattığı için Allah’a hamdederek, onu övüp yücelterek başladığımız bu surenin anlamını layığı ile biliyor muyuz acaba? Ben inanıyorum ki, yalnızca beş vakit namaz kılan insanlar olarak toplam 7 ayetten oluşan bu surede Allah, bizlerden ne istiyor ve bizler Allah’a ne söz veriyoruz bir anlayabilsek, bir bilebilsek günümüzde karşılaştığımız ve karşılaşabileceğimiz pek çok tehlikenin önü alınmış olacak; “din bezirgânları” aç kalacak ama insanımız nedense kendisi Allah demek yerine “Allah” diyen birilerinin peşine takılmayı tercih ediyor. Günde beş vakit namaz kılan bir Müslüman dualarla birlikte en az 45-50 defa Fatiha Suresi’ni okuyor ve bu Sure’nin 4. ayetinde “İyyakena’budü ve iyya kenestain” derken günde en az 45-50 defa Allah’a şu sözü veriyor: “Ancak Sana kulluk/ibadet eder ve ancak Senden yardım dilerim!”. Ancak ne var ki söylediğinin, Allah’a verdiği sözün farkında ve şuurunda olmadığı için birtakım sahtekâr, düzenbaz ve son örnekte görüldüğü gibi terörist din bezirgânlarının peşine düşüyor. Ne yazık ki “İslam Dünyası” dediğimiz dünyayı oluşturan ülkeler baştan aşağı bu örneklerle dolu. Bir ilim ve medeniyet coğrafyası olması gereken bu topraklar kan ve gözyaşından başka bir şey vaad etmiyor. Kur’an-ı Kerim’i ve günde 45-50 defa okuduğu Fatiha’yı anlamayan “Müslüman”, kendisine dualar da Arapça öğretildiği için ne istediğini hiç bilmiyor. Cemaate katıldığında İmam Efendi’nin sessiz ettiği duaya “Âmin” dediği için neye “Âmin” dediğini yine bilmiyor. Televizyonlardaki mevlid yayınlarında kadrolu duacıların -âdeta Allah’a nutuk çekercesine- bağıra çağıra yaptıkları Türkçe dualarda ise ilimle irfanla, teknoloji ile ilgili bir cümlecik bile bulunmaz. “Hemen ölecekmiş gibi ahiret, hiç ölmeyecekmiş gibi de dünya için çalışmayı” salık veren Peygamber buyruğu ortada dururken insanlar yalnızca “öteki dünya” ile haşır neşir olmaya yönlendiriliyorlar. Hac ve Umre ziyaretlerinde her ziyaret yerinde ve her fırsatta yapılan dualarda hoca efendilerin kafilelerinde bulunanlara “Amiin!” dedirttikleri şu dua cümlesine bakar mısınız? “Allah’ım, bize buralara TEKRAR TEKRAR GELMEYİ NASİP EYLE!” Yani Müslüman yemeyecek içmeyecek, gelecek nesiller için, ülke kalkınması için bir gayret sarf etmeyecek ve bu yıl Umre’den dönünce gelecek yılın umresi için hazırlığa girişecek, organizasyon şirketi de müşterilerini garanti etmiş olacak! Maalesef anlayış ve uygulama bu.
Ecdadımız bir zamanlar Hristiyan ve Yahudilerin mağdurlarına kucak açarken şimdi İslam dünyasının mağdurları başka diyarlara sığınabilmek için genç ihtiyar, çoluk çocuk, aç susuz yollara düşüyor, denizlerde boğuluyor.
Evet, her şeye rağmen “En iyisi biziz.” ama çare bulup çözüm üretebiliyor muyuz? Bunu yapabiliyorsak nereye kadar? Ağzımızda, “En iyisi biziz”den başka birkaç sakız daha var ve onları da çiğneyip duruyoruz: “Dış güçler”, “Siyonistler”, “Küfür ehli”, “Vahşi Amerika”, “Katil Avrupa” vs. İyi de kardeşim, onların “fıtratları” bu. Kaba tabiri ile “İt itliğini, puşt puştluğunu” yapacak da sen ne güne duruyorsun? Bu sakızları çiğneyip işin içinden çıkmak, bizi tembelliğe itmekten, oturup ağlamaktan ve derdimize yanmaktan başka ne işe yarıyor ki?
Yahudilerin Kudüs’teki “Ağlama Duvarı” önünde duvara vurarak ağlayıp sızlamalarını komik buluyoruz ama ne yazık ki İslam âlemi ve bu âlemin hemen her ferdi kendi ağlama duvarını yanında taşıyor. Oysa üretmeden tüketip ağlayıp sızlanarak gözyaşı dökmenin hiçbir faydası yoktur ve olmayacaktır. Nitekim yıllardan beri, “Dış güçler, Siyonistler, Küfür ehli, Vahşi Amerika, Katil Avrupa vs.” diye sızlanmamız dert üstüne dert katmaktan başka hiçbir işe yaramadı.
Kudüs’ün ve Ortadoğu coğrafyasının elimizden çıktığı dönemlerde 4. Ordu Komutanı Cemal Paşa’nın yaveri olarak bölgede bulunan ünlü yazar Falih Rıfkı Atay, o günleri anlattığı “Zeytindağı” isimli eserinde bu durumu çok güzel ifade ediyor: “Gözyaşının hiçbir faydası olmadığını anlamak için, Yahudilerin Kudüs’te yüzlerce yıldan beri her cumartesi günü başlarını dayayıp ağladıkları taşı ziyaret ediniz: Yüzlerce yıllık gözyaşı, bu ağlama duvarını bir santim aşındırmamıştır.”
Buna rağmen biz hem Yahudilerin ağlama duvarı seremonilerini tuhaf buluyor hem de kendi ağlama duvarlarımızı her daim yanımızda taşıyarak ağlıyor, ağlıyoruz. Mescid-i Aksa’nın kıble tarafında onlar kendi ayinlerini yapıyor, ilahiler okuyor, hatta eğlenip şarkılar söylüyorlar ve Ağlama Duvarı önünde dertlerini dile getirip içlerini boşaltıyorlar. Orada o sahne yaşanırken ilk kıblemiz Mescid-i Aksa’nın içinde ise beş vakit namaz kılınırken bile Mihrap’la Minber arasında, İmam’ın hemen bir metre yakınında Yahudi askeri kendisine tahsis edilen koltukta bacak bacak üstüne atıp cemaati kolaçan ediyor. Keza El Halil kentindeki Halil’ür-Rahman Mescidi’ne asker kontrolünde izinle ve birkaç turnikeden geçilerek girilebiliyor. Bu ağlanası hâller haklı olarak bize Kahramanmaraşlı Sütçü İmam’ı hatırlatıyor ve ruhuna Fatihalar gönderiyoruz. O, “İşgal altındaki bir beldede Cuma namazı kılınmaz!” diye feveran ederek Maraş’ın işgalden kurtarılıp “kahraman” olması yolunda ilk kıvılcımı çakmıştı. Biz ise, işgal altındaki Hazreti Ömer, Selahaddin Eyyubi ve Yavuz Sultan Selim yadigârı Kudüs’ü ve hiç değilse Mescid-i Aksa’yı hürriyetine kavuşturacak politikalar geliştirmek yerine İsrail’in minnetine sığınıp “Bizleri buraya tekrar tekrar gelmeyi nasip et.” diyen hocaların dualarına “Âmin” demekle yetiniyoruz. Kısacası hep ağlıyor, ağlıyoruz. Çünkü Müslümanların taştan, topraktan yapılan sabit bir Ağlama Duvarı’na ihtiyaçları yok; her Müslüman fert ağlama duvarını yanında taşıyor ve her fırsatta ağlıyor, ağlıyor.
Filistin’i, Kudüs’ü; Mescid-i Aksa’nın, Halil’ür-Rahman’ın o esaret altındaki durumlarını, hür ve müstakil birer devlet görünümünde olmalarına rağmen Ürdün’le Suudi Arabistan’ın İngiltere ve Amerika kontrolünde olduklarını yakından müşahede ettikten sonra medarı iftiharımız olan Osmanlı’ya sitem etmeden geçemedim, geçemiyorum. Osmanlı sözde 400 yıl oralara hükmetmiş ama Balkanlarda uyguladığı politikaları Ortadoğu ve Hicaz bölgelerinde de tatbik etmediği için yalnızca bekçilik yapıp mescit, su kemeri gibi bazı sosyal hizmetler vermekten öte bir iz bırakmamış. 1917’den itibaren bölgede etkili olmaya başlayan İngiltere ise kısa sürede sistemini kurup herkese İngilizce öğretmiş de biz 400 senede hiçbir yerliye Türkçe öğretememişiz. Ben şahsen, dört gün kaldığım Filistin’de genç, yaşlı, esnaf olsun bir kelime bile Türkçe konuşana rastlamadım. Oysa küçücük çocuklardan ihtiyarlara kadar herkes İngilizce konuşabiliyor.
Bizde, Türk adını ağızlarına almaktan bile kaçınan, Müslüman olmalarına rağmen mağdur Türkmenlere; Karabağlı, Doğu Türkistanlı kardeşlerimize yardım etmekten uzak duran bazı grupların Filistin, Gazze, Mısır, Myanmar gibi yerler söz konusu olduğu zaman imkânlarını seferber etmelerinin, Türkiye’de teröre kurban verdiğimiz nice şehitlere, gencecik öğretmenlere gözyaşı dökmeyip mesela Mısırlı Esma’nın, Filistinli bir çocuğun yasını tutmalarının sebebi de acaba oralardaki Türk’e ve Türkçeye olan yabancılık mıdır, onlarla aralarında bir kan bağı mı vardır, bunu da bilmiyorum!
Yıllardan beri Ortadoğu’da yaşananlar; Irak, Suriye, Mısır ve Libya’nın düştüğü/düşürüldüğü durumlar ve Türkiye olarak bu konuda ancak iş işten geçtikten sonra uyanmaya başlamamız kâr etmiyor. Bütün İslam âleminin ve tabii ki öncelikle bizim öngörülü, ferasetli olup akılcı politikalar üretmemiz gerekiyor. Tabii ki iş yalnız politika üretme ile de kalmıyor; topyekûn uykudan uyanarak öncelikle yanı başımızdan hiç ayırmadığımız “ağlama duvarımızı” yıkıp atmak zorundayız. Ardından da teknoloji alanında atacağımız hızlı ve kararlı adımlarla tarımda, sanayide üretip hurafelerden arınarak ilim peşinde koşmak, çağı yakalayıp geleceğimizi kurtarmak zorundayız.