ŞERİF MARDİN’İN GÜNCEL SÖZLERİ VE AYDINLARIMIZ
Şerif Merdin, “Mahalle Baskısı” kavramını söylemesinin yıldönümünde “ne demek istediğini” anlatmaya çalışmış.. Haberlerde ifade edildiği kadarıyla, Mardin konuşmasında ve sorular üzerine özetle şöyle söylüyor:
“Osmanlı’da mahalle gerçek bir birimdir. Burada imam, imamın okuduğu kitaplar, tekke, külliye ve esnaf vardır. Bu yapıya cumhuriyetin kurduğu yapı rakip oldu. Bu mahalle olgusu karşısında öğretmen, okul, öğrenci, öğrencinin kitabı ve cumhuriyetin öğretmenle birlikte getirdiği rakip ‘bir inşa’ söz konusudur. Uzun vadede bu iki inşanın birbiri ile rekabetinde öğretmen kaybetti. Çok değil. 1950’den beri bu rekabette tuhaf bir şekilde çok aydın olan iyi işler yapmak isteyen, halka doğru gitmekte kendine bir şekil vermiş olan, halkı seven öğretmenin bu işte geride kaldığını görüyoruz. Burada cumhuriyetin küçük bir eksiği var ama aslında büyük bir eksik. Biz Türkiye’yi çok iyi tanımıyoruz. En önemli saydığım ‘iyi doğru ve güzel’ hakkında Kemalizm’in bir zaafı var. Batıda laiklerin tartıştıkları ve binlerce sayfalık tartışma yaptıkları ‘iyi, doğru ve güzel’ anlatısı hakkında bu gün Türkiye’de liseden mezun olanların bilgisi sıfır seviyesindedir. Kemalizm’in zaafının bu olduğunu anlamak lazım. Uzun zaman Kemalizm çalıştığınız zaman kuru bir yanı olduğunu anlıyorsunuz. Yurtta sulh, cihanda sulh çok derin bir ifade değildir. Bu kuruluk nereden geldi, uzun vadede niçin devam etti. Bizim okullarımızda ‘iyi doğru ve güzel’ hakkında inceleme yapmayı lüzumsuz bir şey olarak gördük ve bunun tersini yapan İslami eğitim tipidir. İlle de İslami eğitim tipinin bu ‘iyi doğru ve güzel’i halletmesi diye bir şey yoktur.” (Milliyet, 24.05.2008, Gürkan Akgüneş haberi)
Şerif Mardin bir bilim adamı olarak, olgularla ilgili gözlemlerini yansıtıyor. Nitekim konuşmasında “mahalle baskısının iç dinamiklerini tam kavramış değilim” gibi itirafları, söylediklerinin, olgularla ilgili şahsi gözlemleri olarak algılanması, çok fazla abartılmaması gerektiğini de ortaya koymuş oluyor.
Ne var ki, Türkiye’de malum aydın zihniyet, hocayı ve söylediklerini, nasıl işlerine geliyorsa öyle yorumlamaktan yine vazgeçmedi. Bir taraf, öğretmenlerin imamlar karşısında kaybetmesinin faturasını gericilere, karşı devrimcilere ve emperyalizmin uşaklarına yüklüyor; diğer taraf “Kemalizm’in kuru bir ideoloji” olduğu sözünü bir keramet gibi alıp Şerif Mardin’i evliya mertebesine çıkarıyor.
Yani, Şerif Mardin öylesine çekiştirildi ki, bir kolundan bir taraf, diğer kolundan karşı taraf, sanırsınız ki adam ortadan ikiye ayrılacak! Bu “iki tarafı” iyi görmek durumundayız.
Ülkemizde hiç olmazsa 200 yıllık tarihi olan Batılılaşma süreci halen devam ediyor. Eskiden “ilerici”, “batılılaşma yanlısı”, “batıcı” diye isimlendirilen, Erol Güngör’ün “yabancılaşmış” dediği aydın grubu, şimdilerde “çağdaş” jargonuyla gündeme geliyor. Ancak bu aydınların bugün aralarında öyle kanaat farklılığı var ki, aynı grupta tasnif edilmeleri artık mümkün değil. Küreselleşme ve AB’ne girme süreci gibi etkiler, bu “ilerici” aydınları iki gruba ayırmış görünüyor.
İki tarafıyla da bu aydınlar, pozitivist eğitimin etkisiyle, kendi toplumunun inanç ve kültür değerlerini beğenmeyen, batıya hayran olan bir anlayışla yetiştirildiler. Türk toplumunun tarihi köklerini reddeden, cumhuriyeti, yeni bir millet inşa etme projesi olarak algılayan bu zihniyet, geriliğimizin sebeplerini, halkın inançlarında, örf ve adetlerinde, Türk ve İslâm oluşumuzda arıyor. Başka bir ifadeyle aralarındaki kanaat farklılığı, cumhuriyetin yeni bir millet inşa etme projesi olduğunu kabul etmekte değil, o yeni milleti benimseyip benimsememe noktasında belirginleşiyor.
Kürtçülerle ve bazı İslâmcılarla kozmopolit bir ittifak oluşturan, bir kısmı liberal düşünceli, bir kısmı eski solcu aydınlar, birinci grubu oluşturuyor. Bunlardan liberal kanada mensup olanlar, cumhuriyetin inşa ettiğini (ya da topluma dayattığını) iddia ettikleri yeni kimliğin, Türk kimliği olduğunu, bu dayatmanın tutmadığını iddia ediyorlar. Çünkü, siyasi ve kültürel bir Türk kimliği, küresel kültürü benimseyen, AB iradesini Türkiye Cumhuriyeti Devletinin ve Milletinin iradesinden daha üstün gören bir toplum haline gelmemizin önündeki en önemli engeldir. İşbirliği yaptıkları kütçülerle siyasal İslâmcılar ise, elbette farklı şeyler murad ediyorlar.
Siyasal İslâmcılar, sömürgelikten kurtulma mücadelesi veren kimi Müslüman ülkelerin aydınlarına öykünerek, cumhuriyetin öngördüğü Türk kimliği yerine, ancak fantezi olarak değerlendirilebilecek bir ümmet kimliği tasarlıyorlar. Kürtçüler, Türk kimliğini bir üst kimlik olarak benimseyemedikleri için yeni kimliğe karşı çıkıyorlardır. Aslında liberal ve solcu olanlar, tamamen batılı değerleri benimsemiş, Türk ve İslâm olmak yerine, içlerinde bazılarının öykündüğü Helenistik pagan kültürü türünde bir kimlik sevdasıyla cumhuriyetin öngördüğü yeni kimlik modelini de, Osmanlı’dan kalma eski kimlik modelini de reddediyorlardır.
İkinci grup ise, cumhuriyetin, ümmet esasına dayanan eski Osmanlı kimliği yerine önerdiği yeni Türk kimliğinin tartışmasız kabul edilmesi gerektiğini söylüyorlar. Atatürk’ün kurduğu cumhuriyetle, eskiye ait tüm bağlardan kurtulmuş, maziye ilişkin hatıraları yok olmuş yeni bir toplum ortaya çıktığını, daha doğrusu çıkması gerektiğini söylüyorlar. Cumhuriyeti kuranların, Atatürk’ün, Ziya Gökalp’in tasavvurlarını anlamak yerine, işlerine gelen bir yaklaşımla, 1923’te adeta “gökten zembille inmiş” bir toplum modeli öngörüyorlar. Tabii geçmişi böyle yok sayınca da, toplumun kültür kodlarının, zihni motivasyonunun ve manevi değerlerinin ne olacağı konusunda aklı selim sahibi insanları tatmin edecek, ikna edecek bir teklif ortaya koyamıyorlar; kültür kodları batı normlarını benimsemiş, zihni motivasyon olarak anti emperyalist, manevi değerler bakımından da onuncu yıl marşını mehter yerine ikame etmeye çalışan bir ideolojik yapı, Kemalizm ortaya çıkıyor. Bu yapı elbette, Şerif Mardin gibi bilimsel disiplin sahibi ve düşünen kafalar tarafından, “kuru, içi doldurulmamış” olarak nitelenecektir.
Şerif Mardin, bu iki grup arasındaki ayrışmayı keskinleştirecek bir söylemi geliştirmiş bulunuyor. Mütevazı ve saf görünüşünün arkasında saklı başka bir niyet yoksa, bilim adamının bunu bilerek yaptığı söylenemez. Dileğimiz odur ki, Şerif Mardin duruşunu muhafaza etsin ve taraflardan birinin onu kullanmasına izin vermesin.
Öbür yanda bu iki aydın grup dışında geniş bir milliyetçi muhafazakâr camia aydınlarıyla birlikte, bu “Şerif Mardin olgusunu”, yani bilim adamının söylediklerini ve tepkileri seyrediyor. Bu “seyretme” halinin, öz eleştiri konusu olacak sebepleri olmakla birlikte, işin tabiatından kaynaklanan bir “de facto”, bir fiili durum olduğunu da düşünmek zorundayız.. Öğretmenle imamı, mahalle olgusu veya cumhuriyetin onun yerine öngördüğü yeni yapı içinde birlikte bulundurmak mümkün değil miydi? Can Dündar ve Derya Sazak gibi, “Köy enstitülerini kapatmasaydık öğretmen bu yenilgiyi tatmayacaktı” diyenlere, “köy enstitülerinde süt sağmak, bahçıvanlık yapmak, bağ bozmak, marangozluk yapmak, çobanlık yapmak gibi birçok beceri kazandırılmak istenen öğretmen adaylarına köylünün ibadet ihtiyaçlarını da karşılayacak bir din bilgisi vermeyi akıl etselerdi asıl, bu yenilgi yaşanmazdı” demeyi “malumu ilan” saydığı için herhalde bu camia sessiz kalıyordur.
Yeni bir millet inşa etmek ve onu Türk kimliğiyle tavsif etmek, bu Anadolu insanının geçmişini inkâr etmeyi veya son bin yılını inkâr ederek O’nu İslâmiyet öncesi Türk Kültürüyle, ya da pagan Helen kültürüyle irtibatlandırmayı gerektirmiyordu. Yani Türk olmak ve aynı zamanda Müslüman olmak, varlığımızın devamı için, eskinin eksikliğini daha doğrusunu yetmezliğini gidermek, yeninin sığlığına derinlik kazandırmak için gerekliydi. Küreselleşme makasının ikiye böldüğü aydınlarımızın anlaması gereken aslında bu gerçektir.