Yeni Medeniyet Tasavvurumuzun Kaynakları Türk Dünyası Ortak Tarihinden Günümüze Bir Bakış

15 - 16.ASIRLAR: TÜRK ÇAĞI
Yeryüzünde atalarımızın hakim olduğu topraklarda var olan inanç grupları ve etnik gruplar bugün de varlıklarını sürdürmektadir. Hindistan’da Babür hanedanı 1526’dan 1858’e kadar 332 sene hüküm sürmüştür. Babür hanedanından önce de, 1206’dan beri Hindistan’da Kutbiler, Kalaçlar, Tuğluklar, Seyidiler ve Ludiler gibi Türk hanedanlarından yöneticiler vardı. O zamanlar Hindistan’da var olan etnik gruplar bugün de vardır. Hindistan’dan Pakistan’ın, din farklılığından dolayı ayrılması, İngilizlerin Babür hanedanını yönetimden uzaklaştırmalarından sonra güttükleri yönetim siyasetinin bir sonucudur.

İran’da Türkler, 15. Asır başlamadan önce yönetimdeydi. Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan 1472’de Fatih Sultan Mehmet’e yenilince kısa süren bir fetret döneminden sonra Safeviler İran’a hakim oldu, Safevilerin zayıflamasıyla 18 asırda Nadir Şah ile birlikte Avşarlar, daha sonra Kacarlar İran’da yönetime geçti. Bütün bu sayılan yönetici hanedanlar Türk’tü. İran’da yönetimde, Pehleviler 20.yüzyıl başlarında tahta geçinceye kadar, hep Türkler vardı. 500 seneden fazla süren bu Türk yönetiminde İran’da da farklı inanç grupları ve etnik gruplar hayat hakkı buldu.

Selçuklu, Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti yönetimlerinde de Anadolu, Balkanlar ve Ortadoğuda Türkler adaletle hükmettiler; yönetimleri altındaki bütün etnik ve inanç gruplarını Allah’ın emaneti sayarak inanç ve kültürlerini özgürce yaşamalarını kendi sorumlulukları saydılar. Tarih araştırmaları, 18.asırda Bulgaristan’da Türk yönetiminin, kiliselerin yaz aylarında tamir masrafları için bütçeden pay ayırdığını, hıristiyan tebaanın kiliselerde ibadetlerini yapabilmelerini güvence altında tuttuğunu göstermektedir. Balkanlardaki ortodoks halkların, Osmanlı’nın ilk yüzyıllarında, daha İstanbul’un fethinden önce, “burada katolik şapkası görmektense, Türk sarığı görmeyi tercih ederiz” sözleri meşhurdur.

Kültürler arası ilişkiler konusunda çalışan Alman bayan profesor Margret Spohn, YKB yayınları tarafından “Herşey Türk İşi” adıyla Türkçesi yayınlanan kitabında, 16. Asırda Alman çiftçilerinin Türk Yönetimindeki Hıristiyan çiftçilere imrendiğini, (çünkü kendileri feodal efendilerine mahsulün %90’ını verirken, Türk yönetimindeki hıristiyan çiftçilerin haraç adı altında ödedikleri vergi ise %50’den çok daha azdır) anlatmaktadır. Bu yüzden “ya Türk Yönetimi buraları da yönetsin, ya da biz Türk topraklarına gidip çiftçilik yapalım” demekteydiler. Protestanlığın babası olan Martin Lüther, çiftçinin bu kanaatini fark edince, katolikler kadar Türkleri de kötüleyen bir propoganda kampanyasıyla çiftçinin Türklerle ilgili bu olumlu kanaatini değiştirmek için uğraşmıştır.

TÜRK DENİZİNİN ÇEKİLMESİ: ZEVAL ÇAĞI
16. asır ortalarında Asya’daki Çin, Afrika’daki Mısır ve önceki bölümde saydığımız bütün büyük devletlerin yönetimi Türk idi. 1552’de Ruslar Kazan’ı işgal ettikten sonra Türk çağı zeval bulmaya başladı. Buna rağmen 18. Asır ortalarında bile Dünya’nın en güçlü devletleri sıralamasında Anadolu ve balkanlardaki Osmanlı, İran’daki Safevi, Türkistan’daki Buhara (Şeybani - Özbek) Hanlığı ve Hindistan’daki Babür devletleri halâ ilk beşte yer alıyordu.

Türklerin 1552’de başlayan bu gerilemesi ve güç kaybı, 20.asır başlarında dibe vurmuştu. Birinci Dünya Harbinden sonra, zaten Ruslara kaybettiğimiz İdil Ural, Türkistan, Kafkasya, İngilizlere bırakmak zorunda kaldığımız Hindistan’dan sonra İran’da İngiliz ve Rus işbirliği, 1923 yılında Kacar hanedanın tahttan uzaklaşmasını, yerine Fars Pehlevi hanedanının iktidara gelmesini sağladı.

Osmanlı devleti de Birinci Dünya harbinden önce Kuzey Afrika, Orta doğu ve Balkanlarda büyük topraklar kaybetmişti. Birinci Dünya harbinden sonra Suriye ve Irak da kaybedildi, doğu, güney ve güney doğu Anadolu, Trakya ve Ege, Akdeniz sahilleri, Karadeniz sahilleri düşmanların işgaline maruz kaldı, elimizde Anadolu’nun ortasında bir avuç tıoprak kaldı. Türk denizi çekile çekile bitme noktasında gelmişti.

Atatürk’ün önderliğinde Türkiye Cumhuriyeti devletinin kuruluşu, bu çekilmeninm durma noktasıdır; Sakarya Meydan Muharebesi ve Büyük Taarruz’la, güney, güneydoğu ve Kuzey Anadolu’da çete gayretleriyle, Ege’de Yunan’a karşı yine çetelerin ve daha nizami ordu birliklerinin gayretiyle ülke işgalden kurtarıldı. Birinci Dünya harbinde, Balkan harbinde, Kurtuluş savaşında, bilhassa Çanakkale ve Sakarya’da biz ilim ve irfan erbabını şehit verdik; yani cumhuriyetin bedeli ilim ve irfandır. Cumhuriyetin kıymetinin buradan kaynaklandığını bilmek ve unutmamak durumundayız.

16.asırdan sonraki gerileyişimizle Rusların yükselişi, Rus ve Türk tarihlerinin mukayesesinde ortaya çıkan bir hususu vurgulamamızı gerektiriyor: Rusya’da Türk yönetimi, Cengiz Han zamanından başlayıp, Altunorda Devleti ve sonra Kazan hanlığı ile 1552’ye kadar, 300 seneden fazla devam etmiştir. Bu dönemde Ruslardan sadece vergi alınmış, onların kendi yönetimlerine karışılmamış, etnik ve inanç yapılarına dokunulmamıştır. Buna rağmen Rus tarihçileri, merhum Akdes Nimat Kurat’tan okuduğumuz kadarıyla, Rus tarihinin yaklaşık 240 yıllık o dönemini “Tatarskaya İgo – Tatar Boyunduruğu” diye ifade ederler. Ama kendilerinin 1552’de Kazan’ı aldıktan 1876’da Hokand Hanlığını alıncaya kadar geçen 324 sene ve ondan sonra günümüze kadar geçen 115 sene zarfında Türk Yurtlarında yaptıkları dikkate alınırsa, ya “Tatarskaya İgo” tabirinin haksızlık olduğu sonucuna varmalıyız, ya da Rus yönetimi altında geçen bu dönemi de biz “Rus Giyotini” olarak nitelemeliyiz. Görülüyor ki, Ruslarla biz bileşik kaplar gibiyiz. Bizim yükselişimiz Rusların gerilemesi, Rusların yükselişi bizim gerilememizle paralel cereyan etmektedir. Şimdi yükseliş sırası bizdedir. Putin’in iktidara gelmesi, Rus gerilemesini biraz durdurmuş olabilir. Osmanlı zamanında da Köprülü dönemi geçici bir parlaklıktı. Yani Putin Rusların Köprülüsüdür.

TÜRK DENİZİ YENİDEN YÜKSELİYOR
16.asır ortalarında başlayan çekiliş, 20. Asra kadar devam etti. Ruslar, Sovyet döneminde de Türk yurtlarında egemenliklerini ve Türk haklarını birbirinden uzaklaştırarak assimile etme politikalarını sürdürdü. Fakat İdil Ural, Türkistan, Kafkasya ve Sibirya’da bağımsızlık arayışı hiç bitmemişti. Bütün Türkistan’da Aral faciasına, Kazakistan’da Kazak olmayanların iskân politikalarına ve yönetime getirimelerine, çayır mera topraklarının tarla arazisi yapılarak hayvancılığa vurulan darbelere, Azerbaycan’da Ermenilerin Dağlık Karabağ’a yerleştirilmelerine karşı tepkiler hiç bitmedi. Sonunda 1985’lerden itibaren “Homo Sovyetikus - Sovyet İnsanı” adı altında Rus kimliğini benimsemiş halklar meydana getirmeye yönelik eğitim uygulaması sonuç vermedi ve Gorbaçov meşhur “Perestroyka - Yeniden Yapılanma” ve “Glasnost – Açıklık” politikalarını gündeme getirdi. Bu da bir sonuç vermedi. Çünkü Doğu Avrupa ülkelerinden yayılan rejim muhalefeti Sovyet coğrafyasına da sıçramıştı. Sovyetler Birliği 1991 yılı sonlarında kendini feshetti ve Sovyetleri oluşturan 15 cumhuriyetin hepsi, Rusya Federasyonu da dahil, bağımsızlıklarını ilan etti. Bir dönem kapanmış, yeni bir dönem başlamıştı.

Bugün Sovyetlerden ayrılan Azerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan, Tacikistan, Türkmenistan ve Özbekistan halkının büyük çoğunluğu Müslüman olan ülkelerdir. Tacikistan dışındakilerin dilleri, Türk lehçeleridir. Türkiye ve KKTC ile birlikte bu cumhuriyetler Türk Cumhuriyetleri olarak anılmaktadır. Bu Türk Cumhuriyetleri güçlerini birleştirirse ortaya büyük bir güç çıkacaktır. Bu gücün bugünkü temel göstergeleri aşağıdaki tabloda verilmiştir. Bağımsızlığın ilk yıllarındaki, 1990’lardaki sıkıntılar ve fert başına milli gelirin, Türkiye ve KKTC’de 3000 civarında, diğer kardeş cumhuriyetlerde 1000 dolar civarında olduğu dikkate alınırsa, yirmi iki senede sağlanan ilerlemenin boyutları daha iyi anlaşılır. 2013 yılında Bakû’da toplanan Devlet Başkanları zirvesinde Cumhurbaşkanımız Abdullah Gül, bu gücün toprak büyüklüğü (yedinci), nüfus (dokuzuncu) ve toplam milli hasıla (onüçüncü) bakımından Dünya ölçeğinde sıralamasını yapmış, gücün büyüklüğü hakkında bir fikir vermiştir.

Birleşme yönünde ümitlerimiz artıran bir takım gelişmeler olmaktadır. 1993’te TÜRSOY’un, 2008’de TÜRKPA’nın kuruluşundan sonra, 2009 yılında Azerbaycan, Kazakistan, Kırgizistan ve Türkiye, Türk Kengeşi (Türkçe Konuşan Ülkeler İşbirliği) Anlaşması imzalamışlardır. 2012 yılında Bişkek’teki Devlet Başkanları zirvesinde aşağıdaki bayrak kengeşin bayrağı olarak kabul edilmiştir. Bugün bu kengeş, İstanbul’da bulunan daimi sekreteryasıyla, bünyesindeki alt komisyonlarla bir işbirliği örgütü hüviyetindedir. Bu kengeşe Özbekistan ve Türkmenistan’ın da bir an önce katılması hem beklentimiz, hem de temennimizdir. Sonra da sırada olması gereken iki ülke Tacikistan ve Moğolistan’dır. Çünkü bu ülkelerin halkları da bizimle, gerçi farklı unsurlar bakımından, kültürel yakınlığa sahiptir.

Tablo - Türk Cumhuriyetlerine ilişkin Temel Bilgiler (Tablodaki bilgiler geniş ölçüde CIA’nin web sayfasından yararlanarak hazırlanmıştır.)


Ülke

Egemenlik İlanı

Bağımsızlık İlanı

Nüfus (milyon kişi)

Yüzölçümü (bin km kare)

Başkent ve diğer önemli şehirler

Fert Başına Gelir (Amerikan doları)

Azerbaycan

23.09.1989

30.08.1991

9,5

87

Bakü, Gence

10700

Kazakistan

26.10.1990

25.10.1991

18

2724

Astana, Almatı

14100

Kırgızistan

12.12.1990

31.08.1991

5,5

200

Bişkek, Oş

2400

KKTC

10.01.1976

15.11.1983

0,27

3,35

Lefkoşa, Girne

16000

Özbekistan

20.06.1990

01.09.1991

28,5

448

Taşkent, Buhara, Semerkant

3600

Türkmenistan

22.08.1990

29.10.1991

5,1

488

Aşkabat, Merv, Türkmenabat

8900

Türkiye

23.04.1920

29.10.1923

80,5

783

Ankara, İstanbul, İzmir, Adana, Bursa, Trabzon

15200

Bu gücün Dünya’ya ve insanlığa getirisi ne olacaktır? Bunun için birinci bölümde sergilemeye çalıştığımız tarihimiz başlıca referensimizdir. Bu tarih bize bizi anlatmaktadır. İlimde, Mimaride, askerlikte, insan haklarında neler yaptığımız ortadadır. “Devlet-i Ebed Müddet” kavramı, Türklerin adalet uygulamasında, dayandıkları kaynakları gösterir. Bizim hakim olduğumuz her yerde var olan inanç ve etnisiteler bugün de vardır. Bu, bize has bir kültürel özelliktir, kültürümüzün zihni muhtevası bizi bu “emanete sahip çıkma” ilkesinde zirveye ulaştırmıştır. Başka hiçbir kültürde, hele Avrupa’da bunu göremezsiniz. Biraz Anglo Saksonlar, başka kültürlere hoşgörü bakımından bize benzer; fakat onlar da Kuzey Amerika’da yerli namına birşey bırakmamışlardır.

Fatih Sultan Mehmet Han, tebdili kıyafetle çarşıya gider ve bir dükkandan üç şey ister. Dükkak sahibi birini verir ve diğer ikisin henüz siftah yapmamış komşusundan almasını söyler. Komşu dükkân da iki şeyden birini verir ve diğerini siftah yapmamış olan komşusundan almasını söyler. Tabii padişah çok memnundur. !5. asırda ülkemizi gezen Avrupalı bir seyyah da benzer bir muamaleyi anlatır: “Sabah erken Bursa’da çarşıya gittim. Hediyelik bir bıçak alacaktım. Dükkânın birinden beğendim, fiyatı da uygundu. Alacağımı söyledim. Dükkan sahibi dedi ki, komşum siftahını yapmadı, ben yaptım. Bu bıçağın aynısını aynı fiyata ondan alabilirsiniz.

Materyalist dünya görüşünün hem Marksist hem de kapitalist uygulamalarında karşılaşmanız mümkün olmayan bu dayanışma örneği, sadece “komşu açken tok yatan bizden değildir” diyen yüce peygamberimizin ümmetinde görülebilirdi. Bu anlayışın sahipleri fethettikleri ülkelerde de adaletle hükmettiler; her yere barış ve huzur götürdüler.

İnsanlık bizi bekliyor. Yeryüzünde nimetlerle külfetlerin, toplumlar, ülkeler arasında paylaşımında büyük bir dengesizlik var. Bu dengesizliğe yol açanların bunu önlemesi beklenmez; ayrıca kültürel muhtevaları da buna yetmez. Kyoto protokolundan imzasını çeken Kanada buna en tipik örnektir. Protokole göre, atmosfere salınan sera gazlarında her ülke belli bir azaltmaya gidecektir. İnsanoğlunun gelecek endişesi yüksek bir bilinci gerektirir. “Benden başkası ve sonrası tufan (umurumda değil anlamında söylenir)” yaklaşımını sergileyen Kanada tavrı, batının zihniyetini gösteren çok manidar bir örnektir.

Sözün özeti: Yeryüzünde nimetlerle külfetlerin dağılımındaki dengesizliği ortadan kaldıreacak, küresel adaleti tesisi edecek bir güce ihtiyaç var; o güç Türk Dünyasının birlikteliğinden ortaya çıkacak güçtür.