Yoksa ben de mi unutmasaydım, Kinimi içimde mi büyütseydim

Orhan KAVUNCU

1968 - 1969’da ben Ankara Üniversitesi Ziraat Fakültesinde üçüncü sınıftaydım. Bir önceki akademik yılın, yani 1968’in Nisan ve Mayıs aylarında Fransa’da öğrenci olayları Türkiye’ye de sıçramış, ilk boykotu Atatürk Üniversitesi Ziraat Fakültesi uygulamıştı. Gerekçe, ders kitaplarının az olması, olanların da pahalı olması, yeni çıkan 657 sayılı Devlet Personel Kanununda Ziraat Mühendislerinin teknik eleman olarak gösterilmemesiydi.

Erzurum’dan Ankara’ya bizim fakülteye gelen bir grup arkadaş önce solcuların yönetimde olduğu TMTF’ye bağlı Talebe Cemiyetiyle görüşmüş, sonra da benim başkan olduğum MTTB’ye bağlı Talebe Derneğine gelmişlerdi. Gelenlerin belki de tamamı bizim fikrimizdeydi (Hüsnü Yusuf Gökalp, Cumali Ünaldı, turşu Kemal rahmetliyi hatırlıyorum). Bu arkadaşların, boykotu Ankara’ya da taşımak teklifini solcular kabul etmişti. BU durumda bizim olayın dışında kalmamız düşünülemezdi. Toplanan öğrenci genel kurulundan boykot kararı çıktı. İsteklerimiz, 657 sayılı kanunda Ziraat Yüksek Mühendislerinin de teknik eleman sayılması, ders kitaplarının ve teksirlerinin ucuz temin edilmesiydi.

Ancak boykot başladıktan kısa bir süre sonra gördük ki solcuların niyeti bu tip masum “esirgenen, unutulan hakları” temin etmek değil, öğrencinin “devrimci bilinçlenmesiydi”. Bu durumda 1968 – 69 öğretim yılının başladığı günlerde, sanırım ekim ayında yeniden toplanan öğrenci genel kurulunda boykot, öğrencilerin en az % 70’i gibi bir çoğunluğun isteğiyle kırıldı. Dersler başladı. Fakat kısa bir süre sonra solcular fakülteyi işgal etti ve boykotu “devrimci terör” uygulayarak devam ettirdiler.

Şubat tatili başlamıştı. Memlekete gittim. Döndüğümde Yıldırım Beyazıt Yurdunun kantinindeki panolarımızın solcular tarafından yakıldığını, yine aynı yurt binasındaki dernek odamızın basıldığını, ancak içerideki Hasan Tanrıseven arkadaşımızın cesurca direnişiyle odayı tahrip edemediklerini öğrendim. Yakılan panoların birisi talebe derneğinin “Ergenekon” isimli panosu, diğeri de yanlış hatırlamıyorsam İrfan Karadağ’ın başkan olduğu Köycülük derneğinin panosuydu. Böyle bir tecavüz çok ağırımıza gitmiş, çok üzülmüştük. Bir akşam toplandık ve ertesi günü sabahleyin kantinde solculara ait ne kadar pano varsa hepsini kantinin ortasına yığıp yakmaya karar verdik. Sabah daha yatağımdan çıkmamıştım, CKMP Gençlik Kollarından tanıdığım ve yurtta kalmayan bir arkadaş beni uyandırdı ve “Türkeş seni çağırıyor” dedi. Partinin Yüksel Caddesindeki genel merkezine gittim.
Rahmetli niyetimizi öğrenmişti,

siz solcuların panosunu yakacakmışsınız, doğru mu?” diye sordu. Ben de,
Evet, efendim” diye cevap verdim.
Hiçbir şey yapmayacaksınız, anlaşıldı mı” dedi. Ben de
Anlaşılmadı efendim ” deyince,
Otur bakalım” dedi ve bana “komonistlerle masonların işbirliği içinde nasıl bir kardeş kavgası meydana getirmek istediklerini ve bizim bu oyuna gelmememiz gerektiğini” anlattı. Sonra da gözlerimin içine bakarak
Şimdi anlaşıldı mı?” diye sordu. Anlamıştım, ama yine de zayıf bir sesle
anlaşıldı ama şubat tatilinde onlar bizim iki panomuzu yakmışlar” dedim.
Bırak panolarınızın yakılmasını, gözünün önünde arkadaşını öldürseler, en ağır hakaretlerde bulunsalar, anana bacına küfretseler bile bir şey yapmayacaksın. Anlaşıldı mı?” diye tekrar sordu. Yapacak bir şey yoktu,

Anlaşıldı” dedim ve biz Yıldırım Beyazıt Yurdunda, Ziraat ve Veteriner Fakültelerinde inisiyatifi solculara bıraktık. Onlar bizi, Ziraat ve Veteriner fakülteleriyle Yıldırım Beyazıt Yurdunun bulunduğu yerleşkeye sokmuyordu. Sadece benim hemşerim, lise arkadaşım olduğu için solcular tarafından kıyasıya dövülen sosyal demokrat arkadaşlarım oluştu, imtihanlara dahi giremez hale gelmiştik. Okuma hürriyetimiz engelleniyordu. Özerklik adı altında polisin üniversiteye girmesine, dolayısıyla bizi koruyacak tedbirler almasına idare izin vermiyordu. Biz de bir müddet sonra misilleme olarak solculardan gördüğümüzü Ulus’ta ve Kızılay’da kovalamaya başladık. 12 Eylül muhtırasından epeyce sonra, 1972’lerde filân ancak Yurdun ve bölgenin kontrolü tekrar ülküce gençlere geçti.

* * *

1975’lerden sonra Türkiye’de kardeş kavgası alabildiğine yayılmış, Türkeş bey rahmetlinin bana anlattığı o oyun ne yazık ki tutmuştu. Fakültede asistandım ama evden okula, okuldan eve rahat gidemiyordum. Türkiye can pazarına dönmüştü. Çorum’da, Sıvas’ta, Maraş’ta kitlesel eylemler olmuştu. Onlardan ve bizden binlerce vatan evlâdı öldü.
Ben o zamanlar kavga ettiğim, yüzüme kırık şişeyi savuran, o şişeyle avucumda yaralar açan, “Orta Asya’dan gelen köpek, bu fakültede faşistlik yapıyorsun. Seni devrimci terör uygulayarak susturmasını biliriz biz” diye 20-30’u birden üzerime çullanan, arkadaşımın burnunu kıran, benim yüzümde muşta izi bırakan solcuları unuttum, affettim. Her hangi bir düşmanlık beslemiyorum.
Ama “Hatırla Sevgili”, “Öyle bir Geçer zaman ki” gibi televizyon dizilerini seyrettikçe, birilerinin yaşadıklarımızı nasıl ters yüz ettiğini, o günün gerçeklerini nasıl çarpıttığını görüp “yoksa yanlış mı yapıyorum?” diye düşünüyorum. O günlerde bana yapılanları anlatıp çocuklarımın birer solcu düşmanı olarak yetişmesini mi sağlamalıydım? Böyle yapmadığım için acaba kusurlu muyum? Yoksa ben de mi unutmasaydım, kinimi içimde mi büyütseydim?