Günümüzle İlgili Bir 28 Şubat Değerlendirmesi
www.odatv.com göz altıları ve tutuklamaları, içeride ve dışarıda “Türkiye’de düşündüğünü söyleme özgürlüğü” olmadığı şeklindeki yorumlara yeniden fırsat vermiş oldu. Savcılık açıklamasında soruşturmanın, ifadesi alınan yazarların yazdıklarıyla bir ilgisi olmadığını açıkladı. Ancak insan “kurunun yanında yaşın da yandığı” kanaatinden bir türlü kurtulamıyor; 12 Mart muhtırasından sonra TRT’nin radyosunun ve o zamanki tek televizyon kanalı olan televizyonunun haber bültenlerinde senaryo olduğu her kelimesinden belli “irticai faaliyet” haberlerini hatırlıyor: “Başı takkeli, eli tespihli bir grup ayin yaparken yakalandı.” Hemen her gün yayınlanan bu gibi haberlerin aslı astarı olmayan suçlamalara, ihbarlara dayandığını düşünürdük, vicdanımız sızlardı. Şimdi de benzer duygulardan kendimizi kurtaramıyoruz. Türkiye’nin normalleşmesi gerekiyor.
Suçlu aranırken, zanlı sorgulanırken dikkatli davranılmaz, soruşturma konusu fiille ilgisi olmayan insanlar gözaltına alınır ve tutuklanırsa ülkede adalet olmadığı kanaati yaygınlaşır. Dün ayin yapıyorlar diye içeri alınanlar bu kanaati yaygınlaştırıyordu; bugün de Müyesser Yıldız ve mümasilleri…
12 Mart ve 28 Şubat birbirine yakın tarihlerdir. Onun için 55-65 yaş grubu ikisini birlikte hatırlıyor. Ancak bunlar 12 Mart’ta üniversite öğrencisiydiler veya yeni mezun olmuşlardı, 28 Şubat’ta ise kâmil yaşa ermişlerdi. O bakımdan 28 Şubatta olanlar bizim için daha taze ve daha iyi tahlil edilebilir. O günleri hatırlamak, benzer yanlışların yapılmamasını sağlayabilirse, ibret alınmasına vesile olabilirse faydalı olur.
28 ŞUBAT ÖNCESİ MANZARA
1991 yılında MÇP ve IDP ile üçlü ittifak yaparak meclise giren Refah Partisi her gün güçleniyordu. Bunun sebeplerini o günlerin siyasi manzarasından çıkarmak mümkündür:
Seçimlerin galibi DYP, Kürtçü milletvekillerini meclise taşıyan ve Meclis kürsüsünde Kürtçe yemin skandalına yol açan SHP ile koalisyon kurmuştu. Demirel, 1993 Nisan ayında Özal’ın vefatı üzerine cumhurbaşkanı olmuş, yerine Tansu Çiller Başbakanlık görevini üslenmişti. O günkü hükümet ortakları arasında uyumsuzluk vardı. Erdal İnönü’nün Haziran 1993’te istifasıyla boşalan SHP Genel Başkanlığına Eylül ayındaki kurultayda seçilen Murat Karayalçın hükümette Başbakan Yardımcısı ve Dışişleri Bakanı olarak görev almıştı. AB ile Gümrük Birliği Anlaşması, Dağlık Karabağ etrafındaki Azerbaycan topraklarını işgal eden ve Hocalı katliamını yapan Ermenistan’a karşı AGİT tarafından çözüm arayışı için oluşturulan Minsk Grubunda etkili olamamak gibi bazı dış işlerinde, hükümetin iki kanadı arasında uyumsuzluk, Karayalçın’la birlikte çok daha belirgin hale geldi.
993 yılı Türkiye için son derece üzüntü verici olayların cereyan ettiği bir yıl oldu. Uğur Mumcu öldürüldü; Sivas’ta Madımak oteli yakıldı. 1994 yılında İstanbul’da Gazi mahallesinde eylemcilerin polisle çatışması, yüreğimizi ağzımıza getirmiş, 12 Eylüle hazırlık günleri geri mi geliyor korkusunu yaşatmıştı.
26 Mart 1994 belediye seçimlerinde SHP İstanbul ve Ankara Büyükşehir Belediye başkanlıklarını RP’ne kaptırmış, seçimler sol için büyük bir mağlubiyetle sonuçlanmıştı.
Bu sonuçtan ders alan SHP ile CHP birleşme kararı aldı. Sonuçta iki parti 1995 Şubatında CHP adı altında birleşti. Deniz Baykal Genel Başkan oldu ve hükümette Başbakan Yardımcılığı ve Dışişleri Bakanlığı görevini Murat Karayalçın’dan devraldı.
1994 Nisan ayındaki büyük devalüasyon, hükümetin ciddi bir şekilde yıpranmasına yol açtı; enflasyon artık dizginlenemez bir hızla artıyordu.
O yıllarda ANAP Malatya Milletvekili Bülent Çaparoğlu’nun sunduğu kanun teklifiyle 2547 sayılı YÖK Kanununa “mevcut kanunlara aykırı olmamak şartıyla üniversite öğrencileri istediği gibi giyinebilirler” şeklinde bir ek madde ilave edildi. Ancak Anayasa Mahkemesinin bununla ilgili kararındaki muğlâk ifadeler başörtülü kız öğrencilerin üniversiteye girebilmesiyle ilgili yeni bir tartışmayı başlattı. Laikliği ideolojik bir yaklaşımla “laisizm” olarak algılayan çevrelerin gösterdiği tepkiler akıl almaz boyutlara ulaşmıştı. Televizyon haberlerinde sıradan başörtülü kadınlara bile tahammül edilmediğini gösteren görüntüler yer alıyordu. Gazetelerde oğlunun şehit cenazesine veya mezuniyet törenine katılan başörtülü annelerin kaba muamelelerle tören yerinden uzaklaştırıldığına ilişkin resim ve haberler veriliyordu. Bunlar karşısında hükümet ortağı DYP’nin sessiz kalması, SHP’nin bünyesine kattığı CHP ile birlikte bu “laisist” anlayışı destekler tavrı, toplumun ana kitlesi olan muhafazakâr çoğunluğun hükümetten rahatsızlığını artırıyor ve Refah Partisine meyletmesine sebep oluyordu.
İşte bu ortamda ve siyasi istikrar beklentisiyle yapılan 1995 Aralık erken seçimleri, beklentileri gerçekleştiremedi. Refah Partisinin birinci olduğu seçimlerde sıralama, DYP, ANAP, DSP ve CHP şeklinde oldu. Seçim sonuçları koalisyonları kaçınılmaz kılıyordu. Seçimlerin hemen ardından Mart 1996’da Mesut Yılmaz Başbakanlığında kurulan DYP – ANAP (ANAYOL) hükümeti kısa ömürlü oldu. Anayasa Mahkemesi, Refah Partisinin başvurusu üzerine, oylamaya katılanların yarısından bir fazla güvenoyu alınmadığı gerekçesiyle oylamayı iptal etti (toplantıya katılan 544 üyenin 257’si kabul vermişti). Bunun üzerine muhalefetin verdiği gensoru önergesinin görüşülmesini beklemeden Mesut Yılmaz istifa etti. Yerine Erbakan başbakanlığında kurulan Refah – Yol Hükümeti 8 Temmuz 1996’da güvenoyu aldı.
Verdiği oyla hükümetin güvenoyu almasını sağlayan BBP, kamuoyuna gerekçesini rahmetli Muhsin Başkanın ağzından şöyle bildiriyordu: “Müslümanların iktidarına engel oldular dedirtmem.” Bu sözlerin örttüğü başka gerekçeler de vardı elbette. Refah Partisi vatandaşların oylarıyla birinci parti olarak meclise girmişti ve hükümet kurma görevi ona verilmeliydi. Halkın tercihine saygı göstermek demokrasinin şartıydı. Meclis dışından müdahale anlamına gelen baskılara karşı, halkın tercihine uygun davranmak demokratlığın ve delikanlılığın icabıydı.
28 ŞUBAT 1997 MGK KARARLARI
Türkiye’de laik çevreler için tedirgin edici bir dönem başlamıştı. Rahmetli Erbakan o çevreleri rahatlatacak bir davranış biçimi sergilemek yerine, her biri karşı tarafın tedirginliğini artıran tavrılar aldı ve konuşmalar yaptı:
- Erbakan’ın Ekim 1996’daki Libya ziyaretinde Kaddafi’nin “Kürtlerin varlığını görmezden geliyorsunuz” şeklinde sarf ettiği sözler ve diplomatik nezaket kurallarıyla bağdaşmayan istiskal edici tavrı Türkiye için çok ağırdı. Başbakan buna karşı gerekli tepkiyi gösteremedi. Ziyaretçi heyet içinde yer alan dönemin BBP Milletvekili Recep Kırış “Turgut Reis’in torunlarına bunları söyleyemezsiniz” diye tepki gösterdi.
- Susurluk kazası siyasetçi – polis - mafya ilişkilerini gözler önüne seren görüntülere yol açtı. Hükümet bu konuda da etkili bir tavır ortaya koyamadı.
- Erbakan dönemim ileri gelen bazı tarikat liderlerine Başbakanlık konutunda yemek verdi ve “AB’nin Euro’suna karşı bizim de D8’lerle ortak paramız, meselâ Dinar’ımız veya Riyal’imiz olmalı” dedi (11 Ocak 1997),
- Ankara Sincan Belediyesince düzenlenen Kudüs Gecesindeki konuşmalar bardağı taşırdı (30 Ocak 1997)
Bütün bu olanlar Silâhlı Kuvvetler içinde tansiyonun yükselmesine yol açıyordu. Asker içindeki bir grup, 1993’teki Sivas olayları ve Uğur Mumcu’nun öldürülmesinden sonra daha Refah Partisi iktidara gelmeden başörtüsüne karşı son derece haksız uygulamalara başlamışlar, askeri lojmanlara gelen subay ve astsubay yakını başörtülü kadınlara yerleşkeye girme yasağı getirmişlerdi. Muhtemelen bu grubun inisiyatifiyle Kudüs gecesinden sonra, askerler tanklar ve zırhlı araçlarla Sincan’da “gözdağı” anlamına gelen bir geçit resmi, gövde gösterisi yaptı (5 Şubat 1997).
28 Şubat'ta yapılan MGK toplantısı 9 saat sürdü. MGK laikliğin Türkiye'de demokrasi ve hukukun teminatı olduğunu sert bir şekilde vurguladı. MGK kararlarında, laiklik için yasaların uygulanması istendi. Bildiride, “tarikatlara bağlı okullar denetlenmeli ve MEB'e devredilmeli, 8 yıllık kesintisiz eğitime geçilmeli, Kuran kursları denetlenmeli, Tevhid-i Tedrisat uygulanmalı, tarikatlar kapatılmalı, irtica nedeniyle ordudan atılanları savunan ve orduyu din düşmanıymış gibi gösteren medya kontrol altına alınmalı, kıyafet kanununa riayet edilmeli, kurban derileri derneklere verilmemeli, Atatürk aleyhindeki eylemler cezalandırılmalı” deniliyordu. Kararlarda, calibi dikkattir ki, “rejimi silâh zoruyla değiştirip, bir din devleti kurmak isteyenlere karşı etkili mücadele” gibi bir ifade yoktu.
O günlerde merhum Muhsin Yazıcıoğlu’nun “namlusunu halka çevirmiş tanka selam durmam” veya “Türkiye İran olmaz, Suudi Arabistan veya Cezayir de olmaz ama Suriye olmasına da biz müsaade etmeyiz” sözleri 28 Şubat sürecinde Türk Silahlı Kuvvetlerinde etkili olan marksist ateist cuntaya karşı söylenmiş sözlerdir.
Başbakan Erbakan, MGK kararlarını kerhen imzaladı. Hükümet bir kararnameyle “Kriz masası Yönetim Merkezi Yönetmeliği” çıkardı. Asker bu yönetmeliğe uygun olarak bakanlıkları denetlemeye başladı.
21 Mayıs'ta Yargıtay Başsavcısı Vural Savaş, ‘‘Ülkeyi iç savaşa sürüklediğini ve rejim karşıtı fikirlerin odağı haline geldiğini’’ söyleyerek, RP'nin kapatılması için dava açtı.
Haziran'da Genelkurmay, irticai faaliyetleri desteklediğini iddia ettiği firmalara ambargo koydu. Önce Anayasa Mahkemesi, Yargıtay ve Danıştay başkan ve üyeleri, sonra medya ileri gelenleri Genelkurmay Başkanlığı'na çağrılarak kendilerine irtica konusunda brifing verildi. Bu brifinglerde Marksist yazar Faik Bulut’un kitabının kaynak olarak kullanılması, sunumu yapanların ideolojik olarak taraf olduklarını göstermektedir.
18 Haziran'da Necmettin Erbakan başbakanlıktan istifa etti. İstifasının nedeninin başbakanlığı Tansu Çiller'e devretmek olduğunu belirtti. Ancak DYP’den bir grup milletvekili RP’li bir hükümete güvenoyu vermeyeceklerini söyledi. Buna rağmen Tansu Çiller Meclis’te güvenoyu alacak sayısal çoğunluğa sahip olduğunu imzalarla ispat ettiği halde 19 Haziran'da Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, hükümet kurma görevini ANAP Genel Başkanı Mesut Yılmaz'a verdi ve ANASOL-D hükümeti kuruldu. Bu hükümet zamanında 8 yıllık kesintisiz eğitim kanununu çıktı. Daha önce kurulmuş bulunan Batı Çalışma Grubu ordu içinde ve ordu dışında irticacı avına çıktı, işe alınacak gençlerin evlerine ziyaretler yapılıyor, eşi veya annesi başörtülü adaylar işe alınmıyordu.
Bu arada Anayasa Mahkemesi 16 Ocak 1998’de Refah Partisini kapattı. Erbakan ve 5 arkadaşının milletvekilliği düşürüldü ve 5 yıl siyaset yasağı konuldu. Daha sonra kurulan Fazilet Partisi, Refah Partisinin yerine ikame edildi. Seçimlere doğru Mesut Yılmaz tekrar istifa etti ve Bülent Ecevit’in azınlık hükümetiyle 18 Nisan 1999 seçimlerine gidildi.
SONUÇ YERİNE
Türkiye sancılarından kurtulup enerjisini bir türlü doğru yerlere teksif edemiyor. Siyasi veya ideolojik rakipler, bu topraklarda birlikte yaşamak zorunda oldukları bilinciyle birbirlerini algılamak yerine, sürekli mücadeleyle birbirlerini yok etmeye çalışıyorlar. Oysa bir fikrin, ideolojik bir temayülün, bir inancın bir toplum içinde yok olması o kadar kolay değil.
Her namaz kılan dindarı potansiyel mürteci sayan laisist ve ilkel pozitivist anlayıştan vazgeçilmelidir. Bunun yanı sıra bazı ordu mensuplarının darbe teşebbüsü, TSK’nin tamamının rejim düşmanı olduğu anlamına gelmez. Veya 12 Eylül’de, 28 Şubat’ta aklıselim sahibi herkesi çileden çıkaracak kimi uygulamalardan dolayı ordunun tamamını suçlamak yanlış olur. İktidara muhalefet eden her yazarın darbecilerle işbirliği yaptığını varsaymak bir paranoyadır.
O günlerden ders çıkaran insanlar, kendisi gibi düşünmeyenleri yok etmeye çalışmak, ondan nefret etmek, sindirip cezalandırma korkusuyla pasifize etmek yerine, medeni bir tavırla onu ikna etmeye, ortak paydalar arayarak 780 bin km kare vatan toprakları üzerinde birlikte yaşama sorumluluklarını yerine getirmeye çalışmalıdır.