CEMAAT KAVRAMI VE DENİZ FENERİ OLGUSU

Prof. Dr. Orhan KAVUNCU

Almanya’daki Deniz feneri davası 18 ay önce başladı; Nisan 2007’de. Konunun gündeme bu kadar geç gelmesi, ayrı bir merak konusudur. Yine merakla beklenen mahkeme kararı bugün açıklandı; üç sanık da “nitelikli dolandırıcılık” suçundan ceza aldı. Firdevs Ermiş aldığı 1,5 yıl cezayı, bugüne kadar tutuklu bulunduğu için çekmiş sayılıyor. Dernek başkanı Mehmet Taşkan 2 yıl 9 ay, Kanal 7 Avrupa Koordinatörü Mehmet Gürhan da 5 yıl 10 ay hapis yatacaklar.

Dava önemli bir problemin varlığını ortaya koyuyor. Bu problem, davanın açılma sebepleri, Almanya’nın Türkiye’den “Marko’nun” intikamını aldığı iddiaları, basında diğer yazılıp çizilenler, davanın siyasi polemik konusu haline gelmesi değildir. Bunlar üzerinde durmaya gerek görmediğimiz detaylardır. Üstelik, Başbakan Erdoğan’la Aydın Doğan – Deniz Baykal ikilisi arasında süregelen söz düellosu, “tencere dibin kara, senin ki benimkinden kara” tekerlemesini hatırlatıyor. Yani al birini vur ötekine dedirten bir polemik sürüp gidiyor. İş Bankasıyla, Aydın Doğan arasındaki ilişkiler, İş bankasıyla CHP arasındaki ilişkiler karşı tarafın tenceresinin dibindeki karalar. Bir partinin bankası olur mu? Mamafih, esas problem bunlar değil.

Hatta, Türkiye’deki Deniz Feneriyle Almanya’daki Deniz Feneri arasındaki ilişkiler de, meselenin üzerinde durmak istediğimiz önemli boyutunu oluşturmuyor. Türkiye Deniz Fenerince “oradan bize 6 milyon Euro bağış geldi ama onlarla aramızda hiçbir alaka yok” açıklamaları, “zevahiri kurtarmaya” çalışmaktır, ayrıca ahlâki bakımdan da uygun ve inandırıcı değildir.

O zaman nedir önemli saydığımız problem?

Başbakan Nisan 2007’de partisinin GYK toplantısında Abdullah Gül’ün kolunu kaldırarak “cumhurbaşkanı adayımız, kardeşim Abdullah Gül” dediği zaman, bunu az raslanan bir öz veri olarak görmüş ve imrenmiştim. Diğer partilerin, sol veya sağ grupların yakın geçmişinde böyle bir görüntü yoktu; yakın geleceklerinde de olma ihtimali yoktu. “Bu insanlar iddialarının gereğini yapıyorlar; bu insanlar iddialarını adamı” diye düşünerek AKP camiasını içten içe takdir etmiştim.

Ne yazık ki, yönetim kadrosu içinde ortaya çıkan bu dayanışma ve feragat görüntüsü, camianın mensubu olmayanlarla ilişkilerde ortaya çıkmıyor. Oysa İslâm da, genel geçer siyaset kuralları da, iktidar partisinin, iddialarını sahiplenmek ve bütün ülkenin partisi olmak bakımından, davranış biçimlerinde bir çifte standart değil, tam tersine tek bir standart uygulamasını gerektiriyor. Nitekim, “yakınlarınızın aleyhine bile olsa adaleti ayakta tutun” (Nisa 135), “bir topluluğa olan kininiz sizi Adaletten alıkoymasın” (Maide 8) diyen Kur’an-ı Kerim yöneticilere, cezaları ve ödülleri herkese aynı şekilde uygulamayı emrediyor.

Oysa devlet dairelerine bakıyorsunuz, bırakın AKP’ye yakın olmayı, kimi yerlerde AKP’li olan cemaatler arasında bile “kendinden olanı” kayırma ve “kendinden olmayanı” harcama furyası almış başını gidiyor. Muhalefet partileri, bu memurların feryadına kulak vermelidir. Muhalefet milletvekilleri, AKP’ye yakınlığını ispat edememekten veya böyle bir ihtiyaç duymamaktan başka hiçbir günahı olmayan insanların nasıl mağdur edildiğini, Tarım Bakanlığında, Denizcilik Müsteşarlığında ve başka kurumlarda gidip yerinde görmeli vce bunu kamuoyuna duyurmalıdırlar. Anayasa Mahkemesi, AKP’nin kapatılmamasına karar verdikten sonra bazı kurumlardaki fütursuzluk, “gemi azıya almak” noktasına gelmiştir.

Dindar olmak ile, bir dini gruba mensup olmak aynı anlama gelmiyor. Cemaatler, kendi mensuplarına hak gördüklerini başkalarına da hak görmelidirler, kendi mensuplarına lâyık bulmadıklarını başkalarına da lâyık bulmamalıdırlar; hiç olmazsa iğneyi kendilerine çuvaldızı başkalarına batırmalıdırlar. AKP ve tabanı, bu gibi hususlarda kendilerine çeki düzen vermelidir. Bunlar partinin kapatılıp kapatılmaması noktasında önemsiz olabilir. Ancak Türkiye’nin geleceği, birlik beraberliği bakımından ve AKP’lilerin vicdanlarına doğru ölçülerin yerleşmesi bakımından önemlidir. Değerli araştırmacı Dr. Fahri Atasoy’un web sayfamızın Fikir Meydanı penceresinde yer alan “Cemaat Kavramı Üzerine Bir Tartışma” yazısı bu bakımdan dikkatle okunması gereken bir yazıdır. O yazıda irdelenen cemaat olgusunun Türkiye’de sadece dini cemaatleri ifade etmediğini, her çeşit siyasi,ideolojik gruba genellenebileceğini yakın tarihimizde gördük. Dolayısıyla: “Bugüne kadar elin adamı yağmaladı, şimdi sıra bize geldi” yaklaşımı, çok tehlikeli bir yaklaşımdır.

  • Kanı ciğeri üç kuruş etmez adamlar daha önce şu kadar götürdüler, benim gibi bir mücahit (ya da milliyetçi, ülkücü, devrimci) bu kadar götürmüş çok mu?” yaklaşımı da aynı şekilde çok tehlikeli bir yaklaşımdır.
  • Toplumu bölecek, kamplaşmaya hizmet edecek yaklaşımlardan özenle kaçınmak gerekir. AKP’ye oy verenler de vermeyenler de bu toplumun bütünlüğü içinde yer almaktadır. Dışarıdan görüntü bu bütünlüktür. Toplumun bir bölümü iyi, bir bölümü kötü olamaz. Toplumdaki her araz, her grupta görünür. Esasen de öyle olmalıdır. Toplum yerlerde sürünürken bir grup elitin, ya da bir cemaatin meleklerin katına yükselmesi, yöneticilerin işi bakımından bir anlam taşımaz. Yöneticinin işi bütünü meleklerin katına yükseltmektir.
  • AKP’nin tabanını oluşturan cemaatlerin, kuruluş amaçları dışında işlerle iştigal etmeleri hem kendilerinin amaçları bakımından yozlaşmasına, “halis niyet” düsturunda bir kayba yol açmaktadır; hem de toplumun genelinde bir kirlenmeye hizmet etmektedir. Bu cemaatler ve yardım kuruluşları, dernekler vb. asli amaçlarının dışına çıkmamalıdır.