Üniversitelerde Emeklilik Yaşı Üzerine
2547 sayılı Yüksek Öğretim Kanunu 30. Maddesine göre “öğretim üyelerinin görevleri ile ilişkilerinin kesilmesini gerektiren yaş haddi 67 yaşını doldurdukları tarihtir”. Ancak 2008 yılında çıkan 5772 sayılı kanunun 8. Maddesiyle 2547 sayılı kanuna eklenen 55. Madde, 2006, 2007 ve 2008 yılında kurulması kararlaştırılan 41 devlet üniversitesinde görev almaları şartıyla öğretim üyeleri için öngörülen emeklilik yaşını, 72 yaşın doldurulduğu tarih olarak düzenledi. 2008’de çıkan kanuna göre bu uygulama 31.12.2015 tarihine kadar devam ediyordu. 30.12.2015 tarihinde çıkan 6656 sayılı kanunun 5. Maddesiyle uygulama bir yıl daha uzatıldı. Yani TBMM, 31 Aralık 2016 tarihine kadar uygulanmak üzere, yeni kurulan üniversitelerde emeklilik yaşını 72 yaşın doldurulduğu tarih olarak belirledi.
Bu uygulamanın devlet üniversitelerinin tamamına teşmil edilmesi yönünde de görüşler vardı. Ancak 6656 sayılı kanun “yeni kurulan devlet üniversitelerinde” uygulamasını korudu ve uygulamayı ancak bir yıl uzattı. Tartışmalar önümüzdeki seneye de bu şekilde sarkmış oldu.
Yeni kurulan üniversiteler için öğretim üyesi açığını bir nebze olsun azaltmanın bir yolu olarak geliştirilen bu formül yerindedir. Eski büyük üniversitelerde kadro tıkanıklığı vardır ve bu üniversitelerin rektörleri çoğunlukla 72 yaş uygulamasına karşıdır. Yeni kurulan üniversiteler de kadro açıklarını kapatabilmek için uygulamanın devamını arzu ediyorlar. Bu yaklaşımların yanlış bir tarafı yok; her üniversite kendi gerçekliği açısında konuya yaklaşıyor.
Ancak kimi tartışmalar, üniversitelerimizde “ekol” kavramının nasıl yozlaştığını göstermesi bakımından ilginçtir. Geçen gün, benden epeyce genç bir rektör arkadaşım, konu üzerine sohbet ederken beni tenzih etmeyi ihmal etmeden, “hocam yani bu yaşlı hocalar da çekilsinler köşelerine artık. Bir faydaları olmadığı gibi yük oluyorlar” dedi. Üzülmüştüm ama beni tenzih etmiş olmakla birlikte, konu benim şahsımla ilgili bir tartışma haline gelecek diye sesimi çıkarmadım. Bir defa emeklilik yaşıyla ilgili tartışma, 67’den 72’ye beş yıllık bir yaşlanma ile ilgiliydi. Arkadaşımın meselâ diye verdiği örnekler ise, 85-90 yaşında hocalardı. Kaldı ki tartışma, ortada mevzuatla belirli düzenlemeler yapıp yapmamanın ötesinde bir zihniyet meselesi olduğunu gösteriyordu.
Hemen kendi muhitimden örnekler verecek olursam, Halil İnalcık 100 yaşında ve bugün Türkiye’de Tarih kürsülerinde çalışan herkesin hürmet ettiği, ziyaret edip ağzından bir kelime yakalamaya çalıştığı bir insandır. Ruşen Keleş Yerel Yönetimler konusunda yine aynı şekilde herkesin peşinden halen koştuğu bir “piri fanidir”. Amerika’da, Kanada’da kısa veya uzun süre kaldığım üniversitelerde aynı uygulamayı gördüm; yaş haddinden emekli olmuş hocalar “emeritus” olarak çalışmaya devam ediyor ve öğrencileri onların kürsüdeki mevcudiyetinden mutlu oluyordu. Buna karşılık kürsüsünden emekli olmuş ancak halen gelip giderek çalışma yapabilecek hocalarına kürsüde bir yer vermeyi bile çok gören genç bilim adamları da vardır.
Yaşlı hocalara karşı bu davranış farklılıkları şüphesiz sadece gençlerden kaynaklanmıyor; yaşlı hocaları arasında da saygıyı hak edip etmeme bakımından farklar vardır. Benim görebildiğim faktörlerden bir tanesi, kürsüler arasındaki faklardır. Üniversitelerde her kürsü ayrı bir ekol, ayrı bir dünyadır. O kürsü kurulduğundan beri görev alan insanlar, büyüklerinden kaptıklarına kendileri de bir şeyler ekleyerek bir gelenek oluştururlar. Ben şimdi Allah ömür verirse bir ay kadar sonra yaş haddinden emekli olacağım Ankara Üniversitesi Ziraat Fakültesinde yeni tanıştığım genç bir arkadaşın davranışlarından hangi kürsünün geleneğini yaşattığını biraz sohbet edince oldukça isabetle tahmin edebiliyorum.
“İnsan Yetiştirme” işini sadece bilgi aktarmadan ibaret görürseniz geleneğiniz de ona göre oluşur. Gençleri ahlâklı, araştırıcı cehdiyle dolu, uyumlu, büyüklerine saygılı, küçüklerine korumacı ve yardımcı bir şekilde yetiştirmenin yolu sadece bilgi aktarmak değildir. Büyük hocalar gençlerin gözünde birer model olarak durur. Büyükler farkında olsa da olmasa da gençler tarafından izlenir. İzlenenler izlendiğinin ne kadar farkında olursa olsun, rol yapamayacaklarına göre, bir müddet sonra gerçeklikleri neyse gençlere öylece model olurlar ve gençler de onlar gibi davranmaya başlar.
Onun için gelin insani vasıflarımızı gözden geçirelim. Kanun size hangi hakları hangi yaşa kadar verirse versin veya sona erdirirse erdirsin, vasıflı insan iseniz kendinizi bilirsiniz, faydalı olup olmayacağınıza karar verip çalışmalarınızı ona göre düzenlersiniz.
Orhan Düzgüneş hocam rahmetli yaş haddinden emekli olduğu 1984 yılından sonra öldüğü 1996 yılına kadar 12 sene kürsüye gelip gitmeyi ihmal etmedi ve hiç kimse onun varlığını yük bilmedi; herkes hocadan son bir şey kapabilir miyiz diye gelişini beklerdi. Ama emekli olmasına daha on seneden fazla zaman varken kurduğu kürsünün başkanlığını 1972’lerde henüz doçent olan öğrencisi Tahsin Kesici hocama bırakmasını da bildi.
Sözün kısası, her şeyin başı adam olmaktan geçiyor. Bilimde arş-ı âlâya yükselebilirsiniz, çok da akıllı, başarılı olabilirsiniz. Ama adam olamamışsanız, talebeleriniz de adam olmaz. Gelin Yunus’un sözlerine kulak verelim:
İlim ilim bilmektir/ İlim kendin bilmektir
Sen kendini bilmezsen/ Bu nice okumaktır.