Dijital Çağ ve “Zamanın Ruhu”
İnsanlığın bütün çağlarını belirleyen, toplumların tüm zamanlarında geçerli olan kurallar ve kabuller yoktur. Toplumun kendini gerçekleştirme biçimi olan kültür, farklı etkilerle ve etkenlerle değişip dönüşebilmektedir. Diğer yandan, belli devirlerde, toplumsal dünyada bazı müşterekliklerin olduğu da vakıadır. Tefekkür tarihinde buna “zamanın ruhu” (Alm. Zeitgeist) dendi. Bu kavramın ilk kez kullanılmasından bu yana, belli bir dönemde mevcut anlayışlar, o döneme özgü olan duyuş ve düşünüş biçimleri, o dönemi başka dönemlerden ayıran karakteristik nitelikler bu kavramla adlandırılmaya başlandı. Herder’in telaffuz ettiğini, daha sonraki yıllarda başka filozoflarca da kullanılıp güncel hâle getirildiğini genel kaynaklardan okuduğumuz bu kavram, gerçekten de kullanışlı bir kavram oldu. Bu kavramın mutlak bir varoluşsal gerçekliğe karşılık gelip gelmediği tartışmasına girmemek; ancak onun değişmez olguları ifade etmediğini, genel anlamı ve kullanımı itibarıyla, insan dünyasına ilişkin bazı soyut gerçekliklere işaret ettiğini var saymak uygun düşer. Dolayısıyla geniş çerçevede düşününce, bir çağa ait olan, o çağı karakterize eden nitelikleri bu kavramla adlandırmak yanlış olmaz. Elbette bu kavramla, her daim olup biten somut olgular değil, onların arkasında yattığı düşünülen soyut ilkeler, kişilerin zihinlerindeki müşterek kabuller kastedilir.
Bu kavramda bahse konu olan nitelikler toplumsal dünyayla, insan eylemleriyle ilişkili olduğu için, onlara değer de biçilebilir. Değer biçmede ise belirleyici olan, kişilerin veya toplumların değer dünyası olur. Ancak değer biçmeden önce, bir tespitte bulunmak lazımdır. Biz burada, değer biçmekten ziyade, dijital çağ çerçevesinde ve genç kuşaklar açısından bir “zamanın ruhu” soruşturması yapmayı amaçladık. “Zamanın ruhu” kavramından hareketle ve bu kavramdan esinlenerek, “kuşakların ruhu” diye bir kavramlaştırmaya gittik. Sözü edilen “ruh”lar gerçekten varsa, “kuşakların ruhu”, aynı zamanda o çağdaki “zamanın ruhu”ndan bağımsız görülemez. Başka bir deyişle, zamanın ruhu kuşakların ruhunda belirginleşebilir. Dolayısıyla biri üzerine bir analiz yaptığımızda, diğeri hakkında da bir şey söylemiş oluruz.
Bu noktada yeni kuşakları, son 10-15 yılda yapıldığı gibi x, y, z şeklinde adlandırmayacağız. Bu tarz bir adlandırma, yeni kuşaklara adeta bir özerklik alanı tahsis etmek demektir. Ayrıca böyle bir adlandırmanın devamında listelenen nitelikler, araştırma sonucu diye sunulan karakteristik özellikler, birilerinin onlarda oluşmasını istediği özellikler gibi görünmekte, adeta onları zihinlerde onaylatma amacı güdülmektedir. Hiçbir kuşağın özerklik alanı yoktur. Her kuşak, adı üstünde, “kuşak”tır; toplumsal devamlılığın belli dönemlerinde olduğu gibi, x veya y veya z değil, “yeni kuşak”tır. Bu nedenle, onlara atfedilen tutumların altında yatan ilkeler ve ideler soruşturulmayı, muhakeme edilmeyi beklemektedir. Mesela kimileri, bu kuşakların çok zeki, başarılı, haksızlığa başkaldıran, özgür vs. olduğunu ilan etmektedir. Elbette kelimenin gerçek anlamındaki bu nitelikler toplamı hem insan için hem toplumsal dünya için kazanım olarak görülmelidir. Bu kuşaklar gerçekten de öyle midir? İnternet çağının bu kuşakları, daha özgür ve yaşanılası dünyanın öncü kuvveti midir? Haksızlığa başkaldıran, yüksek değerler peşine düşmüş insanlık havarileri midir? Yani bu ve benzeri yargıları sorgulamak gerekir. Çünkü hiçbir kuşak “mükemmel insanlar topluluğu”, “iyiliğin yeryüzü temsilcisi”, “insani değerlerin öncü kuvveti” değildir. Geçmişte böyle bir tablo olmadı, muhtemelen gelecekte de olmayacak! İnsan doğuştan donanımlı gelmez. Bir toplumda ve bir çağda yetişir. Onun sahip olduğu nitelikler, yaşama dünyasından edindikleri deneyimler ve kendi oluşturduğu idelerdir. Dolayısıyla yeni kuşaklar yepyeni bir “zaman ruhu” inşacıları değildir. Ama aynı kuşaklar, dışta mevcut bir “zaman ruhu”nu içselleştiren pasif alıcılar da değildir. Zamanın ruhu, o çağın tüm aktörlerinin beraberce, bilinçli veya bilinçsiz olarak oluşturdukları müşterek kabuller, amaçlar ve anlamlar dünyasıdır. Bu da o kuşakların eylem ve söylemlerinde belli belirsiz açığa çıkar.
Yeni kuşaklar ve “zamanın ruhu”
“Dijital çağ kuşaklarının ruhu”nda neler gözlemlemekteyiz?
Yeni kuşaklarda dikkati çeken davranış karakteristiklerinin başında, karşı olma ve başkaldırı tutumları gelmektedir. Bu, özellikle sosyal medya ağlarında, güncel davranış biçimlerinde, baskın bir tutum olarak kendini göstermektedir. Sistemsiz gözlemlerle edinilen izlenim şudur: Yeni kuşaklar adeta hep öfke veya hoşnutsuzluk yüklüdür, önceki/eski ile bağlantılarını korumaya eğilim duymamaktadırlar. Buna paralel olarak da bu kuşaklar her daim bir başkaldırı tutumu sergilemektedirler. Herhangi bir aykırı fikir beyanında öne sürülen düşüncenin tartışılmaması, karşı tezlerin sevimsiz bir üslupla sunulması, devamında da alaycı ifadelerin yoğunluk kazanması yaygın görülen bir tepki ve iletişim biçimidir.
Öncelikle başkaldırı ve karşı olma kavramları, bağlantılı olmakla birlikte, gerçekte içerik olarak farklı kavramlardır. Başkaldırı bir eylem, harekete geçme hâli; karşı olma ise, ötekini ötekileştirme ve onu onaylamama, icabı hâlinde reddetme tutumudur. Karşı olma bir düşünce ürünü, karşıt karar verme vakıası; başkaldırı ise bilfiil kaldırıp atmak ve tanımamaktır. Dolayısıyla biri pasif diğeri aktif bir varoluşu anlatır. Önce karşı oluruz, sonra da icabı hâlinde başkaldırırız. Karşı olma başkaldırının zihinsel zeminidir.
Burada sözü edilen başkaldırı sıradan bir itiraz değil, daha kökten bir ret tavrıdır. Basit bir tepkinin ötesinde olan bu tavrın herhangi bir temellendirmeye dayandığını söylemek pek mümkün değildir. Zihnin bütün kıvrımlarında gerçekleşen bu olumsuz tutumda, tamamen öteleme, neredeyse tamamen sırtını dönme eğilimi baskındır. Bu tavır ve tutum aynı zamanda anlık ve güncel bir tepki olarak değil, zihinde gerçekleşen bir kopuş hâli olarak kendini göstermektedir. Hem duygusal kopuş hem reel kopuş… Dolayısıyla böyle bir başkaldırı “derin” diye nitelenmeyi hak eden bir başkaldırıdır. Basit nedenlere dayalı itiraz, olayların akışı içinde, yerini pekâlâ uzlaşmaya bırakabilir. Bu tarz bir karşı oluş tutumunda hep bir birleşip buluşma zemini vardır. Ama derin başkaldırıda, deyim yerindeyse “gemiler yakılmış”, mevcut değer dünyasıyla tüm köprüler atılmıştır. Yeni kuşakların “zamanının ruhu” böyle bir şey gibi görünmektedir.
Herhangi bir tasarımı olan, başkaldırır. Karşı olan ise, olmamasını diler ama yerine yenisini tasarlamaz. Ayrıca başkaldırı, salt bireysel kaygı temelli bir eylem değildir. Başkaldırıda öteki için iyi olan da gözetilir. Başkaldırı gerçekte eşit var olma talebinden güç alır. İyi olana değil, kötü ve olumsuz olana başkaldırıldığına göre, kişinin başkaldırdığı şey, ötekilerle arasındaki eşitsizlik durumu olmuş olmaktadır.
Birçok şeye başkaldırılabilir, birçok şeye karşı olunabilir. Ama başkaldırılan şeyin insan dünyasına ait olan, toplumsal-yaygın bir şey olması gerekir. Örneğin sosyal veya siyasal otoriteler, toplumsal kurallara, kurulu düzene, mevcut işleyişe, değerlere; toplumsal yaygınlığı olan değiştirilebilir nitelikteki her şeye insan başkaldırabilir. Örneğin doğaya başkaldırılamaz. Çünkü doğa, insan dünyası değildir; insan tarafından kurulmamıştır. Kaos ortamına da başkaldırılamaz. Çünkü başkaldırının olası sonucu zaten kargaşadır. Bu demektir ki, belirttiğimiz gibi, kurulu düzene başkaldırılır. Genellikle de bunlar sosyal ve siyasal düzendir.
İnsanların toplumsal düzenle, devletle bağlarının zayıflaması, devletin zihinlerde önemsizleşmesi, devletsizliği tanımamış/yaşamamış olmak, yönetenlerin bariz hataları ve suiistimalleri, işleyen düzende rüşvet, yolsuzluk, adam kayırma gibi insanları infiale sevk eden uygulamaların olması; bütün bunların köpürtülerek ve tahrik edici biçimde iletişim ortamında yaygınlaştırılması… Bu ve benzeri nedenlerle başkaldırı oluşabilir. Ayrıca bunlar bireysel veya kitlesel başkaldırıya da yol açabilir. Konumuz bağlamında asıl üzerinde durulması gereken, bireysel başkaldırıdır.
Çok farklı nedenlerle zihinlerde yaygınlaşan hoşnutsuzluk, ilk taşın atılmasıyla kitlesel harekete dönüşebilir. Ama tabii bu tür bir başkaldırı yıkıcı sokak hareketleri demektir. Kitleler kolayca sokağa dökülebilir. Çünkü kitlesel hareketin büyüsü akılcı muhakemeyi işlevsiz hâle getirir. Bu tür başkaldırılar kalıcı olmaz. Kısa süre sonra yatışır, toplumsal düzen bir şekilde sağlanır. Ancak asıl sorun, kalıcı ve hatta giderilemez olan başkaldırı, zihinlerde gerçekleşen yıkımlardır. Bu da başkaldırının asıl yansımasının bireyde olacağını göstermektedir.
İster bireysel başkaldırı olsun ister kitlesel başkaldırı; bir şey için, bir şey uğruna, bir amaçla bir şeye karşı olunur veya başkaldırılır. Ve bu da mantıksal olarak daima “şimdiki hâl”den, şimdide olandan “daha iyi”dir. Kendimiz için, durduk yere kötü olanı veya şimdikinden daha olumsuz olanı istemeyiz. Hep bir iyi uğruna mevcuda tavır alırız. O hâlde, bu “daha iyi”nin ne ve nasıl olduğu sorusu gündeme gelmektedir.
En kolay ortaya çıkan başkaldırı, ideolojileşen tasarımlara dayanan karşı çıkışlardır. Geçen yüzyılda, ideolojiler çağında otoritelere başkaldırı vardı. Bir ideoloji, kendi amaç ve ideallerine uymayan otoritelere başkaldırmayı emretmekteydi. Çünkü her ideolojinin bir amacı vardı. İdeolojiler geçen yüzyıldaki başkaldırıların itici gücü idi; bu yüzyılda ise, bu itici güç işlevi başka kavramlara yüklenmiş gibi görünmektedir. İdeolojilerin etkin olmadığı bu çağda, bu kez başka nedenlerle insanlar başkaldırmaktadır. Sorun da bu kavramların bir ideal taşıyıp taşımadıkları, varsa şayet nasıl bir ideale köprü oluşturdukları sorunudur.
Başkaldırı, doğası gereği bilinçli bir eylemdir. Yani öyle olmalıdır. Onun dışarıya yansıması “Hayır, istemeyiz.” şeklinde olsa da! Ki başkaldırının başka ifade yolu da yoktur. Mevcudu onaylamamak, onu reddetmek demektir başkaldırı. Olumsuz olana başkaldırılır. İnsanlığın tarihsel tekâmülü, kayıtsız şartsız teslimiyetle olmamıştır. İnsanlık tarihi aynı zamanda başkaldırılar tarihidir. Lakin bu başkaldırının temel dinamiklerini, amacını, ortaya konuş şeklini incelemek lazımdır. Sadece “istememe” üzerine kurulu bir başkaldırı, bilinçli bir talep değil, hiçbir şey talep etmemektir. Bu ise nedensizdir. Hâlbuki bir nedeni olan başkaldırı, üzerinde muhakemeler yapılabilecek bir eylemdir. Gerekçeden sonuca kadar, reel ya da rasyonel olup olmadığı tartışıldığında, akıllar makul olanda birleşebileceği ve irrasyonel olana olabildiğince kapılarını kapatacakları için, ortaya bilinçli bir karar ve tercih çıkacaktır. Oysa nedensiz başkaldırıda, üzerinde tartışılacak bir gerekçe, varılacak bir hedef yoktur. Hedefsiz ve nedensiz başkaldırı, bu yönüyle, darmadağın olmuş bir zihnin dışa yansımasıdır. Ayrıca dijital çağ kuşağında başkaldırı her şeye yöneliktir. Bu da onun içeriksiz bir başkaldırı olduğunu ifade etmektedir. Çünkü bilinçli ve haklı bir başkaldırıda, onaylananlarla onaylanmayanlar arasında ayırım yapılır. Bir ideal tasarımına dayanmayan, olumsuz olana gösterilen bir tepkinin ötesine geçmeyen bu başkaldırı sokağa yansıtılırsa bir yıkım hareketi olur ama asla insan dünyasındaki “iyi”yi inşa edemez.
Başkaldıran genç kuşakta, “hiçbir şeyi istememe” tavrının belirleyici olması, bu kuşakların hayattan kopuş hâli içinde olduklarını, dünyayı nasıl ve ne şekilde değiştirmek istediklerine ilişkin bir tasarıma sahip olmadıklarını; dünyayı tanımadan ve tanımaya çalışmadan bir değiştirme hevesi sergilediklerini, bu talepte insani değer ve idelerin hiç telaffuz edilmediğini görüyoruz. Bütün dünyada aynı temaların (çevre, küresel ısınma, iklim değişikliği vb.) öne çıkarılması, ortaya konan başkaldırı tavrının akılcı ve bilinçli olmadığı, kasıtlı bir yönlendirmeye bağlı olduğu kuşkusu doğurmaktadır.
Gerçekte biyolojik devir daimin sürekliliğinde, yeni kuşaklar daima eski kuşakların yerini aldı. Bu değişim sürecinde, eski ile yeni arasında hep bir gerilim yaşandı. Başka bir deyişle, her kuşak başkaldıran bir kuşak oldu. Fakat bu gerilimde, ontolojik veya epistemolojik kopuş, değer dünyasından kopma vakıası yaşanmadı. Eski kuşak ile yeni kuşak arasındaki gerilim, gerçekte kültür dünyasının dinamizmini oluşturdu. Kültürün diyalektiği buradan beslendi. Lakin bu çağın ruhunda, eski ile yeni arasında yaşanan gerilimde kültürün yeniden üretildiği bir diyalektik değil, adeta kopma, ayrılıp gitme vakıası baskın olmaya başladı. Gerilimler geçmiş çağlarda köprüleri daha sağlam inşa etmeye yaradı. Ama dijital çağda, köprülerin yıkılmaya yüz tuttuğu kuşkusu mevcuttur. Bu da yaşadığımız çağdaki değişimin herhangi bir değişim olmayabileceğini, hatta değişimin ötesinde, bir kırılma ve kopuş süreci yaşandığını düşündürmektedir.
Her ne kadar bu yazımızda üzerinde durmayacak olsak da “orta yaş kuşağının ruhu”na ilişkin tespitimizi de paylaşalım: Derin bir huzursuzluk… Çevremizde mutlu insanların azaldığına, depresif duygu durumlarının çoğaldığına sistemsiz gözlemlerle tanık olmaktayız. Belki de bugünün adeta sonsuz ve sınırsız iletişim dünyasında, başka hayatlardan, dünyanın her köşesinde olup bitenlerden haberdar olmak, zihinler üzerinde geliştirici etki icra etmemiştir. Belki de deneyimlerle zenginleşmesi gereken zihin dünyasında, derin bir anlam kaybı yaşanmaktadır.
İkilem
Başkaldırı tamamen insana ve insan dünyasına ait eylemlerden biridir. İnsani varoluş başkaldırı eyleminde ete kemiğe bürünür. İnsandan başka canlılar başkaldırı sergileyemezler. Başkaldırı “Ben varım.”, “Özgürlük talep ediyorum.”, “Özgürce tasarlayabiliyorum.” demektir. Bu yönüyle başkaldırı, insani taleplerin dile gelişidir ve insanı kendini gerçekleştirme yolunda bir üst aşamaya yükseltir. Lakin her başkaldırı, insanı insan olma mevkiine iyice yerleştiren bir başkaldırı değildir. Bu noktada, amaçsız bir karşı çıkıştan değil, insani nitelikli yüksek düzeyli amaçlar uğruna sergilenen başkaldırıdan söz ediyoruz.
İnsani kaygılara dayanan bilinçli başkaldırı, başkaldıran açısından değil başkaldırılan açısından sorundur. Başkaldıran, neyi niçin talep ettiğini ve onun risklerini bilmektedir. Siyasal otoriteye başkaldırı örneğinden yola çıkalım… Otorite, kendisine itaat edilmesini, egemenliğine uyulmasını ister. İtaat aslında toplum için de “iyi”dir. Çünkü otorite kamu düzenini de sağlar ve sürdürür. Lakin otorite kendini mutlak egemen ilan etmeye kalkarsa burada bir ikilem ortaya çıkar: Kişi itaati bıraktığında toplumsal düzen altüst olacaktır ama toplumsal düzenin devamı için otoriteye itaate devam ettiğinde, herhangi bir neden olsa da olmasa da başkaldırmadığında, otoritenin mutlak ve hesap vermez bir otorite hâline gelmesi engellenemeyecektir. Ayrıca, başkaldırıldığında, özlenen “iyi”yi kimin inşa edeceği belirsizleşebilecektir. Kitlesel başkaldırı yeniyi ve iyiyi inşaya evrilemez. Kitle ancak tahrik edilip yönlendirilir. Herhangi bir ideal/proje sahibi olmayan, güncele odaklanan, güncelin aciliyeti altında ezilen kitlelere yıkım yaptırılabilir. Onlar yeniyi inşa edemezler. Çünkü inşa edebilecek olanlar projesi olanlardır. Yıkımcı kitleler inşa etmek… Kasıtlı yönlendirmeye dayalı başkaldırının arka planındaki aklın amacı olsa olsa bu olabilir. Dolayısıyla kitlesel başkaldırı, tuzağa düşürülmüş kitlenin eylemidir. Bir ideal yoksa her şeye başkaldırma hayatın anlamsızlığı algısını beraberinde getirir. Devamında da zihinler böyle bir hayatın yaşanmaya değer olup olmadığını muhakeme etmeye başlarlar. Bunalımlar buradan filizlenir.
Başkaldırıda başka bir ikilem daha mevcuttur: Başkaldırılan, yani olumsuzluğa yol açan, olumsuzluğu inşa eden, merkezî yönetimdir, merkezî bir siyasal otoritedir. Merkezîlik, merkezi elinde tutanın kontrolü demektir. Bu, düzenli devamlılık anlamına gelir. Bu durumda merkezîlik aynı zamanda olumsuzluğun da nedeni olmaktadır. Bu nedenle başkaldırı merkezîliğe karşı icra edilir. Bu, merkezîliğin reddi demektir. Merkezîlik kötü sonuçlara yol açtığına göre, merkezîyetsizlik sorunların çözüm yolu gibi görünebilir veya sunulabilir. Böylece merkezî olmayan organizasyonlara/uygulamalara dâhil olmak ve onları onaylamak, gerçekten de merkezin otoriter mevcudiyetine başkaldırı gibi görünür.
Bu tabloda, merkezî olmayan ortamların kişileri maksatlı biçimde yönlendirebileceği hususu dikkate alınmaz. Oysa bu, her daim ihtimal dâhilindedir. Böyle bir kabulde, merkezî olmayan uygulamaların ve yapılanmaların düzeni nasıl sağlayacağı hususu göz ardı edilir. Çok bileşenli değişim durumlarında, karmaşık toplumsal dünyada olup bitenleri organize etme zorunluluğu vardır. Oysa merkezî olmayan yapıları kutsayan, insanlığın merkezî kontrolün olmadığı ortamlarla daha mutlu geleceğe doğru adım atacağını öne süren tezlerde, buna hiç temas edilmemektedir.
Merkezîyetsizlik ve başkaldırı
Zaman zaman dijital çağın “otoritelere başkaldırma çağı” olduğu öne sürülür. Kitlelerin başkaldırı bilincine sahip olduğu dile getirilir. Hâlbuki kitleler kendi başlarına böyle bir çağ başlatamazlar. Onlar sadece yönlendirilirler. Zihinlerde şayet yaygınlaşan bir müşterek tutum varsa işte bunun üzerinde durup düşünmek gerekir. Belki bir düşünsel merkez bunu organize etmiştir; belki de dijital çağda yaşanan değişim. Örneğin merkezîyetsizlik talebinin yükseltilmesi, merkezî yapıların olumsuzlanması, merkezî olmayan organizasyonların öne çıkarılması ve hayatın içinde yer alması… Bu süreçte merkezî yapıların günah defterlerinin ortaya dökülmesi, yaygın bir tepkinin zeminini oluşturur.
Başkaldırının bir nedeninin olması, kişinin bilinçli eylem içinde olduğunu ifade eder. Ancak bir nedenin mevcut olması yetmez, bu nedenin gerçekten doğru ve uğruna başkaldırmaya değecek bir neden olup olmaması önem taşır. Örneğin bugün öne sürülen en büyük gerekçe, merkezî siyasal otoritelerin büyük günahları: Yolsuzluk, otoriteyi kötü kullanım, iletişimsizlik, doğan iletişim boşluğunu başkalarının doldurması vakıası… Bunlar da bu gerekçeye dayanak olarak gösterilmektedir. Zihinlerin merkezîliği anlamsız görmelerinin yolunu açmak… Zihinlerde her türlü merkezî yapıyı anlamsızlaştırmak! Bunun yolu da işlerin reelde nasıl yürüdüğü konusunda kitleleri bilinçsiz kılıp merkezî olan elinde tutanları karalayarak “o kişileri” değil, “merkezî otoriteyi” hedefe oturtmak… Merkezî otoritenin yanlışları ve kötü uygulamaları da bunun kanıtı hâline gelir. Böyle bir süreç, gittikçe toplumsal yaşantıya ve değerler dünyasına başkaldırıya evrilebilir; toplumsal yaşantı ortamının kısıtlayıcılığı öne sürülebilir. Devamında da her türlü değerin, mantıksal ölçütün, gerçek muhakemenin iptali gelir. Özellikle dijital dünyada bu değişim çok kolay gerçekleşir. Değer tanımayan saldırganlık, internet ortamında linç, karşısındaki dijital öznenin kimliğini önemsememe, onu sadece karşılık veren imge olarak görme, insani değerlerin düşüşü… Bütün bunlar, merkeze bir şeyi, örneğin değeri, insanı, duyguyu almayan tutum ve tavırlardır. Merkezîlik düşüncesinin yıkımıyla, zihinlerde merkezî olmayan yapılar meşruiyet kazanır. Artık sosyal veya siyasal anlamda bir düzen ve otorite, düzen sağlayan ilkeler, anlamını ve önemini kaybeder. Aslında bu süreçte, sosyal ve kültürel aidiyetler adeta buharlaşır.
Dijital ortamda, merkezî olmayan uygulamaların ve ortamların yaygınlaşması, kitlesel kabul görmeye başlaması, bu tablonun teknolojik zeminidir. Gerçekten de dijital çağda merkezîyetsizlik telkini öne çıkmaktadır. Daha doğrusu alışılagelen ve geleneksel olan merkezin ortadan kalkması, katı kontrolün sona ermesi, dolayısıyla özgürlük ortamı olarak sunulmaktadır. Örneğin iletişim platformlarının, sosyal medya ortamlarının merkezî otoriteye bağlı olmamaları vurgusu… Bilinen anlamıyla merkez, ulusal sınırlardır. Bu sınırlar ortadan kalkarsa merkezîyetsiz bir dünya önümüzde uzanır. Hele merkezî siyasal ve sosyal yapıların doğurduğu adaletsizlikler, suiistimaller bu tezin doğruluğuna kanıt olarak sunulmaktadır. Bugün örneğin iletişimin merkezî kontrolün dışında gerçekleşmesi, ticaretin gittikçe merkezî otoritenin dışına çıkması; daha önemlisi, sosyal medya ortamlarının bir merkeze bağlı olmayan yapılar olduğu iddiası, hatta internetin merkezîyetsiz yapısı… Ancak gerek internetin gerekse sosyal medya ve iletişim ortamlarının merkezîyetsiz yapısı olduğu iddiası perdelenmiş bir gerçekliğe ilişkin yanıltıcı telkindir. Çünkü bu ortam, dijital dünya, iddia edildiği gibi, gerçekten ve kelimenin gerçek anlamında merkezîyetsiz değildir. Bu ortam yapay zekâ marifetiyle kontrol altında tutulmakta, kişilere yaptırım uygulamakta ama hiç kimseye hesap vermemektedir. Bir merkeze bağlı olmadığı iddia edilen dünya, alışılagelen anlamda kontrol mekanizmasına sahip bir merkezin göze çarpmadığı, görünüşte herkesin kimseden izin almadan serbestçe kendini var kılabildiği, gerçekte ise birilerinin kontrolü altında o ortamları kullanabildiği bir dünyadır. Mevcut merkezin dışında ve mevcut merkezin varlık koşullarını ortadan kaldıran, asla erişilemeyen başka merkezlerden sevk ve idare edilen ortamlar bireyi kuşatmıştır.
Trajedi
Eğer insani gerekçelere dayanan, erdemli bir davranış kategorisine ait olan bir başkaldırı, bir karşı çıkış varsa bu, insani açıdan olumlu, rasyonel bir durumdur. Başkaldırının tetiğini çeken bazı nedenler vardır ki insan bunlar ortaya çıkınca tavır ve tutum değiştirir. Dünya görüşü farklılığı/aykırılığı ve karşıtlığı, akla aykırı bulmak, gerçekliğe aykırı olarak görmek, hoşnut olmamak, sevmemek veya zihin yapımıza uygun olmaması bunlardan bazılarıdır.
Başkaldırıda veya karşı oluşta sadece akıl ve aklın kullanım ilkeleri belirleyici değildir; duygular da en azından akıl kadar etkilidir. Örneğin mevcut dünya düzeni ve hayatın gerçek işleyişi, reel varoluş düzeni beni mutsuz kılıyorsa yeni sığınağım dijital dünya olur. Çünkü dijital dünyada ne olmak istiyorsam onu oluyorum, dilediğim tavrı sergileyebiliyorum. Hâl böyle iken, reel dünyanın bilfiil işleyişine karşı olmamam için hiçbir neden yok demektir. Elbette bu noktada, salt bencil beğeni duygusu nedeniyle sergilenen tavrı hesaba katmıyoruz. O, olsa olsa basit bir itirazdır. Zira başkaldırıda, açık veya örtülü, mutlaka bir öteki vardır, ötekiler adına veya bireyseli aşan gerekçeler uğruna başkaldırı icra edilir. Lakin başkaldırı bir trajedi de içerebilir. Gerek başkaldırı gerekse karşı olma insani bir duruş, kişinin iyi adına kötüye dur ihtarı olduğuna göre, bunlar neden bir trajedi olsun?
Herhangi bir insani durumun trajedisi üç husus içerir: İlki kaçınılmazlık, ikincisi olumsuz seçeneklilik, üçüncüsü amaçsızlık! Eğer kişi neden olduğunu, neden yaptığını, ne uğruna tavır aldığını bilmeden ve bir sonuç doğurmayacağı hâlde, anlamlı olmadığı hâlde, “karşı olma”dan yapamıyorsa, ortada bir trajedi var demektir. Bu karşı olma, bu başkaldırı trajik bir eylemdir. Kişi bir amaç belirlemeden, kaçınılmaz seçenek olarak başkaldırıyı görmektedir ve eylemi sadece olumsuz bir tutum sergilemekten ibarettir. Tabii bu, bireyde temellenen, bireyle sınırlı bir trajedidir. Ama bunun devamında, toplumsala yayılan bir trajedi de ortaya çıkar. Alttan alta yayılan otorite karşıtlığı, hiç de akılcı nitelik taşımaz. Zihinlerde işlerin nasıl yürütüleceğine dair bir proje olmadan, düzenleyici mekanizmaları tanımamaya doğru gidiş, amaçsızlık ve sadece olumsuz seçeneklilik demektir. Bu trajedinin sosyal ve psikolojik etkisi kendini beslemeye ve bulaşıcı olmaya başlarsa bu trajik başkaldırı tek tek bireylerden genele yayılır.
Başkaldırı veya karşı olmanın sergilenişi de tavrın özünü yansıtır. Küfürbazlıkla, değer tanımamakla ve bu nedenle herkese uyup düşünmeden hedefe oturtulanı linç eylemine katılmakla başkaldırıyı karıştırmayalım. Hâkim iletişim küfürse, hakaret ve alaycılıksa bunlar, herhangi bir ilkesi, tezi olmayan karşıtlık tutumlarının, iletişim dünyasına yansımalarıdır. Bu noktada, başkaldırıyı sergileme tavrının da insani değer dünyasına aykırı olmaması gerektiği unutulmamalıdır. Erdemli, öteki tarafından da en azından biçimsel olarak onaylanacak bir tutum ve eylem…
Erdemli başkaldırı
Belirtildiği gibi insani değerler uğruna, insanı olduğundan daha iyi kılacak bir amaç için sergilenen başkaldırı erdemli bir başkaldırıdır. Bu değerlerin başında, özgürlük gelmektedir. Ancak özgürleşme biçiminin algılanışı, başkaldırıyı yıkımcı kılabilir. Ötekini, merkezî otoriteyi, merkezî denetim olan ortamları kişi özgürlüğünün garantörü olarak değil, engeli olarak görebilir; telkinlerle öyle de gösterilebilir. Özellikle dijital çağın gerçeklikten kopuk öznesi, hayatın içinde tam yer almamış, hiçbir risk üstlenmemiş, hiçbir yük yüklenmemiş bir kişidir. Dolayısıyla onun özgürlük tasarımı, dilediğini engelsizce/engellenmeden yapma isteği ve hakkı şeklinde oluşur. O, bu tür bir özgürlük tasarımına bağlı olarak, böyle bir özgürlük “uğruna” karşı olur. Orada sadece kendisi vardır, öteki adeta yoktur. Onun özgürlük anlayışı öteki adına talep içermez. Bir sorumluluk bilinci de özgürlük tasarımına eşlik etmez. Belirtildiği gibi bu özne hayatın içinde neredeyse hiçbir mücadeleye girmemiş, her şeyi önünde hazır bulmuştur. Dolayısıyla bir yükümlülük de yüklenmemiştir. Bu kişi herhangi birine karşı sorumluluk hissedecek bir uyarım/etkileşim içinde de olmamıştır. Çünkü sorumluluk duygusu bizatihi karşı karşıyayken, bir aradayken oluşur ve gelişir. Bu özne için yaşamak engelle karşılaşmadan varlığını sürdürmektir. “Sanal öteki”, bir engelse eğer, yok edilmesi gereken bir engele dönüşür. Bu da özneler arası dijital dünyada insani değerlerin etkisizleşmesi demektir. Diğer yandan hayatın kendine özgü dinamizmi ile yüzleşmeyen, sadece kendi talep, tercih ve istekleriyle varlığını sürdürüp inşa eden özne, elbette ben merkezli ve tamamen yüzeysel/duygusal bir başkaldırı içinde olabilir. Bu da yani duygusal/yüzeysel olma durumu da onun, içinde olduğu iletişim kanalları yoluyla kolayca yönlendirilebileceğini gösterir. Çünkü bu işi, tüm koşulları -realite, koşullar, kendisi, öteki, kurallar vs. hesaba katarak bir tutum belirlemez.
Karşı olmanın salt bireysel temeli olabileceği gibi özneler arası temeli de olabilir. Eğer özneler arası temeli olan bir başkaldırı veya karşı olmadan söz ediyorsak, bu durumda, bencil bireyliği aşan bir tasarım, bir hedef/amaç var demektir. Bencil talepleri geride bırakan, ötekini de içine alan, ötekine de uzanan bir talep. Bu, ötekine tahakküm amacı taşımaz, öteki için de “iyiyi talep etme” anlamına gelir. Bu talepler bilinen zamanlarda bilfiil sosyal ortamlarda ortaya çıktı. Bu durumda, sanal sosyalleşmenin, dijital bağlantıların, bahse konu özneler arası tasarımı oluşturup oluşturamayacağı sorunu doğar. Doğal sosyalleşmede, ötekinin beriki için bir değeri de inşa olur ve sosyal ortam bu değer ve değerlilik üzerinden sürer. Ötekinin bizim için değeri, tasarımlarımın özneler arası olup olmamasını belirler. Sanal sosyalleşme eğer bu değerliliği temin ve inşa edebilirse sorun yok demektir. Peki ya edemezse…
Başkaldıran, kendine güvenendir, bir şey talep edendir. Onun hep bir dayanağı vardır ve o “iyi”dir. Peki dijital çağ kuşaklarının kendine güveni, bir talebi, bir “iyi tasarımı”, bir dayanağı var mıdır? Varsa nedir? Yoksa sadece bireysel beğeni mi, sadece mevcudu beğenmeme dolayısıyla bir karşı olma mı söz konusudur?
Böyle olsa bile, beğenmemenin de öteki öznelerce muhakemeye konu edilebilecek bir nedeni olmalıdır. Aslında bir tasarım, beğenmemenin nedenini de içerir. Sadece beğenmeyip karşı olmak, bir tasarımı olmamak demektir. Kişisel beğeniye aykırılık dolayısıyla karşı oluş “bir şey uğruna” değil, sadece bencilce bir karardır. Oysa “bir şey uğruna” olması, toplumsala uzanan bir köprüdür. Çünkü uğrunu oluşturan şey, salt bireysel ben varlığımızla sınırlı değildir. Ben varlığı ileriye hamle yapandır, sadece güncel tatmin peşinde koşmaz, eğer “uğruna” tasarımı varsa. O “uğruna olan” yukarıda bir yerdedir. Bu yukarısı herkes için üst değer kategorisinde olmayı ifade eder.
Bu başkaldırının en önemli dayanaklarından biri, kişinin bilgiye kendisinin kolayca erişebilmesi vakıasıdır. Bu da bir ikilem taşır. Evet, kişinin dilediği bilgiye erişmesi olumludur ama eriştiği bilgi acaba hakikati kavraması için yeterli midir? Erişilen bilgiyle oluşturulan fikir, doğru tutum mudur? Ki eğer “hakikati kendi eliyle elde ettiği ve başka bir şeye ihtiyaç duymadığı inancı” içinde olursa bu, onu başka tüm bilgi ve fikirlere kapalı hâle getirmez mi? Bilme kibrinin yaygınlaşması... Bu önemli bir sorun olarak karşımıza çıkmaktadır. Bilme erdemli bir eylem ama eksik bilme ve eksik bildiğini fark etmeme, kendini eksik bilgisine rağmen tam ve yetkin görme, tam manasıyla bir kibirdir. Bilme kibri, kişinin tümel bilgiye bir başkaldırısı gibi görünür. Ama bu, insanı “olduğundan daha iyi” duruma taşıyacak bir başkaldırı değildir. Bu başkaldırı, kendini yetkin görerek başka bilgi ve yorumlara daha en baştan karşı çıkma davranışına yol açar. Bu noktada dijital teknolojide gizli bir tuzak karşımıza çıkar. Dijital teknoloji tüm bilgilere aracısız ve sınırsızca erişim ortamı olması bakımından, herhangi bir süzgeçten geçirmeden her türlü bilginin içselleştirilmesi sonucunu doğurmaktadır.
Sonuç
Zihinlerin sükûnet bulamayacak kadar savrulması, sayısız bilgiyi süzememesi ve bu nedenle yeterli düzeyde reel ve rasyonel analizler yapamaması, kişiyi her türlü yönlendirmeye açık hâle getirmektedir. O, özgür olduğunu zanneder ama aslında onu kuşatan dijital mağaranın telkinleri ile karar vermeye eğilimli olur.
Dijital çağ, içine aldıklarını hem bireysel hem toplumsal yanılsamaların içine atmıştır. Sanılanın aksine, aklını kullanarak kendini yöneten bireylerin sayısı gitgide azalmaktadır. Her şey kişinin elinin altındaysa, dilediği bilgiye kendisi erişiyorsa, dilediği tıklama ile dilediğini yapıyorsa bu, onda artık yetkin birey olduğu tasarımı oluşturur. O, kendini gerçek manada bir muhakemeye tabi tutamaz. Olduğundan çok fazla yetkin ve mütekâmil görür. Bu kişi temelsiz ve içi boş bir kendine güven tutumu içine girer. Bu noktada biz, hayatın içinde sınanmamış bireyselliklerden söz ediyoruz. Kişi her şeyi ret etmeyi başkaldırı ve özgürlüğün gereği olarak görüyorsa ortada bir yanılgı var demektir. Bu tavır, zihni darmadağın eden, ruhu sefalete düşüren bir iç durumdur. İyi uğruna, yani insaniliği yücelten değerler adına başkaldırmak erdemdir. Bu nedenle, başkaldırı, insani değerler adına olursa kazanımdır.
Evet, başkaldırmak gerekir. Ama dijital dünyanın egemenlerine, bu dünyayı sevk ve idare edenlere, bu dünyada insan zihnine suikast düzenleyenlere başkaldırmak lazımdır. Bunun için öncelikle dijital dünyayı doğru kavramak, dijital teknolojinin doğasını ve yapısını doğru değerlendirmek gerekir. Şayet bir sorun varsa çözüme giden yol, olup biteni asıl temelleriyle kavrayıp gerçek nedenleri bilmek ve gereğini yapmaktan geçer. Bu, akılcı olmayı, aklını kullanmayı gerektirir. Ancak kendinin ve düzeyinin farkında olan, ne yapıp ne yapamayacağını bilen bir kişi “aklını kullanır.” Bütün bunların yolu da bilinci insani değerlerle dolduran tefekkürden geçer.