CUMHURİYET’İN YÜZ YAŞINA BİR KALA TÜRKİYE

Türk milleti yüz yıl kadar önce bir var olma savaşı, Millî Mücadele verdi. Bunu, millî iradeye dayanan Türkiye Büyük Millet Meclisi ile gerçekleştirerek mazlum milletlere örnek oldu. 2019’dan bugüne kadar bu büyük mücadelenin çok önemli dönüm noktalarının yüzüncü yıllarını milletçe kutladık. Önümüzdeki yıl da Millî Mücadele’nin doğal sonucu olarak ilan edilen Cumhuriyet’imizin 100. yılını idrak edeceğiz. Cumhuriyet’in ilanının 99. Yılında, bir yandan geleceğe umutla bakmamıza yetecek kadar sebep var öte yandan da dikkatli ve uyanık olmamızı zorunlu kılan çok önemli meselelerle karşı karşıyayız.

Gündemi işgal eden enflasyon, hayat pahalılığı, Rusya-Ukrayna Savaşı ve ondan kaynaklanan meseleler vb.nin yanında Türkiye, uzunca bir süredir 2023 yılı Haziran ayında yapılacak olan Cumhurbaşkanlığı seçimi tartışmalarıyla meşgul. Önceki seçimler gibi bu seçim de elbette siyasi açıdan çok büyük önem taşıyor; hatta siyaset dünyamızın iki ittifakı açısından da bu önem, “hayati” addediliyor. 2017’deki anayasa değişikliği ile yürürlüğe giren sistemin denge-denetleme mekanizmaları bakımından sorunlu olduğu genel olarak kabul ediliyor. Sistemin tartışıldığı dönemde değişikliğe taraftar olanlar, anayasa değişikliği sonrasında Siyasi Partiler ve Seçim Kanunlarında yapılacak değişikliklerle bunların kısmen giderileceğini ifade ediyordu. Bugüne geldiğimizde görülen şu: Şayet İktidarın Meclis’te çoğunluğu varsa yürütmenin, yasama ve hatta yargı üzerinde kuvvetli bir etkisi kaçınılmaz olmaktadır. Cumhurbaşkanı seçilen kişi, siyasi destek bakımından Meclis’te azınlık durumuna düşerse ne olabileceğini ise henüz tecrübe etmedik. Ancak böyle bir durumda büyük sıkıntıların yaşanacağını öngörmek kâhinlik sayılmamalıdır.

Bu kısa girişten sonra asıl konuya gelelim. Siyaset, ittifaklar, seçim ve sonrası elbette çok çok önemli konular. Zira geleceğimizin şekillenmesinde siyasilerin, bilhassa da iktidarın vereceği kararların ve bunların uygulanma biçimlerinin etkisi açıktır. Ancak meselelere biraz yukarıdan veya daha doğru bir ifadeyle belirli bir mesafeden baktığımızda kritik önem taşıyan noktanın; içinde yaşadığımız dijital çağın belirsizlikler ve hızlı değişmelerle dolu dünyasında, devletin yapısı ve demokrasinin alabileceği şekiller üzerinde düşünmek ve muhtemel senaryolara göre üstünlük elde etmek olduğunu görmemiz gereklidir. İklim değişikliğinden nükleer tehdide, göç hareketlerinden su ve gıda krizine kadar bir dizi meselenin -bunların dünyanın geleceğini tasarıma tabi tutanların yönlendirmelerinden azade şekilde ortaya çıkmadığını ileri süren görüşler, “komplo teorisi” denilerek geçiştirilmemelidir- sadece millî sınırlar içinde çözülemeyeceği malum. Bununla birlikte, iş başa düştüğünde, küresel kovid 19 salgınının başlarında da açıkça ortaya çıktığı gibi, millî devlet yapısının ne denli hayati önem taşıdığını teyit eden gelişmeler de ortadadır. O hâlde, bir yandan dijital çağın imkânları ve ancak küresel çapta baş edilebilecek sorunlar küreselleşmenin altını çizerken öte yandan toplumların pek çok açıdan ihtiyaçlarının temini ve güvenliğin sağlanması, yakın ve orta vadede millî devlet yapısının olmazsa olmaz niteliğini vurguluyor.

Genel kanıya göre, içinden geçtiğimiz sürecin evrensel boyuttaki özellik veya eğilimlerinden biri de otoriterleşmedir. Pek çok gelişmekte olan ülkede, klasik demokrasinin yerini seçilmiş liderlerin daha fazla söz ve yetki sahibi olduğu yeni bir “demokrasi” anlayışı almaktadır. Tabii, bu süreci etkileyen en önemli faktörlerden biri yine dijitalleşmedir. Öyle ki, modernitenin disiplin toplumundan post-modern çağın kontrol toplumuna geçişin en önemli araçları, bilişim teknolojilerine ve özellikle yapay zekâya dayalı izleme mekanizmaları, sosyal medya ve sanal âlemdir. Vatandaşların davranışlarını yönlendirmek isteyen hükûmetler olsun diğer siyasi parti veya gruplar olsun sosyal medyayı bu istikamette kullanmaktadır. Gözetleme, yönlendirme ve siber saldırılar devlet yönetimlerinde otoriterleşmenin araçları olarak da karşımıza çıkar. Dünyada bu konuda en yoğun ve detaylı teknikleri Çin’in uyguladığını biliyoruz. Doğu Türkistan’da uygulanan postmodern soykırım bir yana Çin rejimi, vatandaşlarının neredeyse aldığı nefesleri kontrol altında tutan bir sistemi başarıyla(!) yürütmektedir. Bu eğilimin, sadece Çin’de değil dünyanın pek çok ülkesinde otoriterleşmeden dijital diktatörlüğe doğru gittiği yönünde de ciddi eleştiriler var. Öte yandan Çin gibi ülkelerin bu bağlamda tek hedeflerinin ülkelerinin içi olmadığı, diğer ülkelerin dijital altyapılarını kontrol altına alarak tabir caizse bir nevi “Dijital İpek Yolu” kurmaya çalıştıkları da ileri sürülüyor.[1]

Peki, Türk Devleti bu yeni dünyada nasıl şekilleniyor? İç ve dış pek çok sorunun yanında dijital çağın bu meydan okumaları, fırsat ve tehditleri bizim açımızdan ne ifade ediyor? Dört yıldır tecrübe ettiğimiz Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sistemi (CBHS), bu yeni şartlar düşünülerek mi tasarlanmıştır yoksa Türkiye’nin 15 Temmuz 2016 Hain Darbe Girişimi ile karşı karşıya kalmasında önceki sistemin zaaflarının başat rol oynadığı tespitinden hareketle mi bir çıkış yolu olarak görülmüştür? O dönemdeki kanaatim, bu ikinci varsayımın esas alındığı şeklindeydi ve bunun geçiş dönemine has olacağını öngörüyordum. Bugün gelinen noktada şu soruyu ciddi olarak sormak ve cevabını birlikte aramak durumundayız: Türkiye’nin önünde sadece bugünkü hâliyle CBHS ile Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem (GPS) seçenekleri mi vardır? CBHS’nin tadil edilmesi, denge ve denetleme mekanizmalarıyla daha “demokratik” ve “katılımcı” hâle getirilmesi bir başka seçenek olabilir mi? Veya Fransa modeline benzer bir seçilmiş bir Cumhurbaşkanı ile yine halkoyu ile seçilmiş Meclis’ten çıkacak bir hükûmet modeli olabilir mi? Aslında bu, Recep Tayyip Erdoğan’ın 2014’te Cumhurbaşkanı olmasıyla gerçekleşmişti; Binali Yıldırım’ın başbakanlığı döneminde de neredeyse sorunsuz yürümüştü. Ancak eski hâliyle Bakanlar Kurulu mekanizmasının işleri yavaşlattığı savıyla yetkilerin tek elde toplanmasının, ülke sorunları için daha doğru bir yol olduğu düşüncesiyle hareket edilmişti. Böylelikle, bütün Türk-İslam devletlerindeki modellerde bulunan bir yönetim tarzına (Hakan-Sultan-Cumhurbaşkanı/Vezir-Sadrazam-Başbakan/Divan-Bakanlar Kurulu) son verildi. Bunun yanında devlet bürokrasisi ile seçilmiş hükûmet arasındaki köprüyü oluşturan müsteşarlık kurumunu kaldırarak daha çok siyasi kişiliklerin getirildiği bakan yardımcılıkları uygulamasına geçildi.

Yeni sistem, 15 Temmuz’un ardından uygulanan Olağanüstü Hâl ortamında başladı ve 2018 Temmuz ayında OHAL kalkmasına rağmen bazı OHAL yetkileri devam etti. Bunlardan bazıları da kalktı ancak birkaçı 2023 ve 2024 yıllarına kadar kullanılmaya devam edilecek. Bir yandan ülkenin yirmi yıldır aynı parti tarafından yönetilmesi, 15 Temmuz darbesinin yol açtığı sıkıntı ve sarsıntılar, Türkiye’ye dışarıdan yönelen ciddi tehditler öte yandan Dijital Çağ’ın sağladığı araç ve imkânlar, önümüzdeki yıllarda Türk Devleti’nin ve demokrasisinin muhteva ve yönünü tayin etmede başat rol oynayacaktır. Kanaatimizce, Türkiye’nin selameti açısından, iktidardaki ve muhalefetteki partiler birkaç ana noktada mutabık kalmak zorundadır. Her şeyden önce dünyadaki gelişmeler, ABD’nin bölgemizdeki siyaseti, sığınmacı ve göçmenlerin yol açtığı ve özellikle de bundan sonra bu olgudan kaynaklanacak sıkıntılar, Türkiye açısından ciddi bir beka meselesidir. Türk siyaseti; Suriye PKK’sı, Yunanistan vb. ile sıkıştırmaya çalışan ABD karşısında kesinlikle millî çıkarlar etrafında kenetlenmeli; ABD’ye Türk milletinin ve Türk Devleti’nin dostluğunun da hasımlığının da önemi ve anlamı lisanımünasiple anlatılmalıdır. Burada ne iktidar ne de muhalefet partileri taviz ve beklenti izlenimi vermelidir. İkinci olarak, özellikle iktidar tarafı ülkede, ister gerçek ister algı olarak olsun, bir baskı ve otoriterleşme ve “tek adam rejimi” havası yaratan uygulama ve söylemlerden kaçınma yoluna gitmelidir. Bunun için yapılacakları veya yapılmayacakları saymaya gerek yoktur.

Üzerinde mutabık kalınması gereken ana nokta, Cumhuriyet’imizin 100. yılında Türk Devleti’nin temelini oluşturan millî devlet, üniter yapıdan taviz verilmemesidir. Özellikle 1990’larda ve 21. yüzyılın ilk 10-12 yılında çok revaçta olan “devletin küçültülmesi”, “yerel yönetimlere özerklik”, “ademimerkeziyet”, “ana dilde eğitim” gibi kavramların Türkiye’nin birlik ve bütünlüğü açısından yol açtığı /açacağı sakınca ve tehlikeler herhâlde anlaşılmıştır. Türkiye, bu süreçte asla içe kapanmacı bir anlayışla hareket edemez, etmemelidir. Türkiye’nin imkân ve kapasitesi çerçevesinde Türk Dünyası bütünleşmesi, Balkanlar ve İslam dünyasıyla ilişkiler, Afrika ve Güney Amerika açılımları devam ettirilmelidir. ABD’nin başını çektiği NATO’nun yeni politikaları, Şanghay İşbirliği Örgütünün politikaları ve yeni yükselen güçlerin (Hindistan, Brezilya, Meksika vb.) yeni dengedeki yerleri iyi hesap edilerek Türkiye’nin bir bölge gücü olarak güçlenmesine hep birlikte çalışmalıyız.

Bütün bunları, etkin bir icra kadar, hukukun üstünlüğü ve adalet ilkelerine dayalı bir yargı ve hükûmeti denetleyecek bir yasama erki ile yapabiliriz. Demokratik hukuk devleti çerçevesinde eleştiriden, farklı seslerden rahatsız olmamalıyız. Yine unutulmamalıdır ki, Türkiye’nin Türkiye olarak kalması büyük ölçüde üniter millî devlet vasfını muhafaza etmesine ve sığınmacı ve düzensiz göçmen meselesinin çözülmesine bağlıdır. Etrafımızdaki “kolay lokma”ları yutup Irak’ta, Suriye’de “devlet” bırakmayanların da onların bu hamlelerinden istifade ederek Doğu Akdeniz’e yerleşenlerin de planları ve emelleri konusunda her daim uyanık olmak zorundayız.

 

[1] https://www.hukukvebilisimdergisi.com/dijital-teknolojiler-modernite-ve-dijital-otoriterlik/ (Bilal Tanrıverdi, “Dijital Teknolojiler, İnsan Hakları ile Elektronik Demokrasi, Modernite ve Dijital Otoriterlik”)