SURİYE’DE YENİ DÖNEM BAŞLARKEN

SURİYE’DE YENİ DÖNEM BAŞLARKEN

Suriye’de, baskıcı Baas iktidarının uygulamalarının yanında Arap Baharı havasının da etkili olduğu gösterilerle 2011’de bir iç savaş başladı. Aralık 2016’da Rusya, İran ve Hizbullah’ın desteğiyle muhaliflerden alınan Halep’e yönelik olarak 27 Kasım 2024’te başlayan operasyonun 8 Aralık’ta Şam’da sonuçlanması ve Beşşar Esed’in ülkeyi terk etmesi ile Suriye’de yeni bir aşamaya geçildi. İlk bakışta çok ani görünen bu harekâtın başarıya ulaşması, farklı çevrelerde değişik tepkilere yol açtı.

2017 yılında, daha önce Suriye iç savaşında yer alan ve “selefî-cihatçı” olarak nitelenen bazı unsurlar tarafından kurulan HTŞ (Heyetu Tahrir-eş-Şam) liderliğinde Suriye’de yeni bir yönetimin kurulacağı anlaşılıyor. Kökleri itibarıyla, el-Kaide, en-Nusra gibi örgütlerle ilişkisi olan bu yapının İdlib’de yıllar içinde kurduğu yönetimin, uluslararası aktörlerle ilişkilerinin geldiği noktanın bu sonuçta etkisi olduğu kesin. Bununla birlikte, Suriye’deki iç savaştaki iç ve dış tarafların, bölgede ve küresel siyasette yaşanan bir takım gelişmelerin bu sonucun ortaya çıkmasına zemin hazırladığı da muhakkak.

Herhangi bir önem sıralaması ima etmeden pek çok analistin hemfikir olduğu iki ana etkeni şöyle sıralayabiliriz: Esed rejiminin baş destekçileri Rusya, İran ve Lübnan Hizbullah’ının son süreçte yeterince müdahale etme imkânından yoksun kalması, ABD seçimlerinde Trump’ın başkan seçilmesiyle gerek Rusya-Ukrayna Savaşı’na gerekse Çin’e yönelik siyasetlerde değişiklik sinyallerinin gelmesi.

İran’ın sahadaki en önemli aktörlerinden Kasım Süleymani’nin 2020’de öldürülmesi, İran Cumhurbaşkanı Reisi’nin bir helikopter kazasından ölmesi (19 Mayıs 2024), yeni İran Cumhurbaşkanı Pezeşkiyan’ın göreve başlama töreninde HAMAS lideri Haniye’nin Tahran’da İsrail tarafından katledilmesi (31 Temmuz 2024), İsrail ve İran’ın karşılıklı füze saldırıları, İsrail’in Gazze’ye yönelik soykırım boyutlarındaki katliamlarına Lübnan Hizbullah’ına ve lider kadrolarına yönelik eylemleri hiç şüphesiz Suriye rejiminin İran tarafından yönlendirilen milislerden sağladığı desteği zaafa uğrattı.

Rusya’nın, Ukrayna ile savaştan dolayı Esed rejimine desteğindeki azalmanın da etkili olduğu söylenebilir. Aslında Esed rejiminin ülke bütünlüğünü sağlamak konusunda başarılı olamayacağı açıkça görülmekteydi. Zulüm ve baskı altındaki halk, ekonomik açıdan da büyük sıkıntılarla yüz yüzeydi. Türkiye Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Esed’e yaptığı çağrıların mahiyetinin Esed tarafından anlaşılmadığı da ortaya çıktı. Arap Birliğine dönmüş olması ve kendisine yapılan jestler, muhtemelen Esed’in gerçekliği algılamasını engelliyordu.

Hâlbuki bir süredir muhaliflerin Halep’e yönelik bir harekâtın hazırlıklarını yaptığı açık kaynaklardan da yansımaktaydı. HTŞ liderliğinin imaj değiştirerek dünya medyasında yer alması da önemli bir işaret olmalıydı. Netice itibarıyla Esed’in ordusu, ciddi ve etkili herhangi bir direniş göstermedi ve ülkede yönetim değişti. Bu sürecin en önemli aktörlerinin başında, hiç kuşkusuz Türkiye gelmektedir. MİT Başkanı Sayın İbrahim Kalın’ın, HTŞ lideri Ahmed Hüseyin eş-Şara (Golani) ile birlikte Şam’daki Emevi Camisi’nde kıldığı namaz, Türkiye’nin sahadaki gücünün ve yerinin açık bir mesajı ve göstergesiydi.

Bu noktaya kolay gelindiği söylenemez. Türkiye’nin işin başındaki politikasının isabetsiz olduğunu, ancak Suriye’nin kuzeyindeki PKK-YPG yapılanmasının bir tehdit hâlini almasından ve bilhassa da 15 Temmuz hain darbe girişiminden sonra ordumuzun gerçekleştirdiği Fırat Kalkanı (2016), Zeytin Dalı (2018) ve Barış Pınarı (2019) gibi harekâtlarla doğru bir istikamete girdiğimizi unutmamalıyız.

Tabii o dönemde sözde demokratik açılım ve çözüm süreçleri yaşanmakta ve PYD lideri kırmızı halılarla karşılanmaktaydı. Yine, başlangıçta sığınmacılarla ilgili Geri Kabul Anlaşması gibi hataları burada tekrar zikretmeye gerek yok. Halep’in düşüşünden sonra başlatılan Astana süreci de Türkiye’nin Suriye’deki gelişmelerdeki rolü ile askerî ve diplomatik boyutlardaki etkisi bakımından son derecede önemliydi.

Bu 12-13 yıllık sürecin Türkiye açısından ekonomik, siyasi, sosyal vb. bakımlardan maliyetinin yüksek olduğu da bir gerçektir. Bununla birlikte 2016’dan bugüne kadar izlenen politika, ana hatlarıyla doğrudur. Türkiye, NATO müttefiki (!) ABD’nin sözde DEAŞ’a karşı desteklediği Suriye PKK’sının varlığına tahammül edemeyeceğini, 2015 yılı sonlarından ve bilhassa 2016’dan beri her fırsatta ifade etti. Nihayet bugün gelinen noktada, Suriye’de artık PKK-YPG’nin barınamayacağı da anlaşılmaktadır. Bu terör örgütünün Suriye’deki temsilcileri, efendileri olan devletlerden ılımlı mesajlarla yardım dilenirken içerideki bölücüler ve destekçileri de faydasız çığlıklar atmaktadır. Bu bakımdan izlenen sabırlı ve dikkatli siyasetin belli bir sonuca ulaştığı teslim edilmelidir. Bundan sonra yapılması gereken, vaktiyle âdeta yerinden kaçırılan Süleyman Şah Türbesi’nin derhâl asıl yerine taşınması ve PKK-YPG’nin Suriye’deki silahlı gücüne ve gasp ettiği topraklardaki hâkimiyetine kesin olarak son verilmesi olacaktır.

Bu süreçte gerek Arap ülkeleriyle gerek ABD ile gerekse Rusya ve İran ile çok çeşitli görüşmelerin olduğu bir vakıa… Ancak bütün bunlar nihai analizde Türkiye’nin izlediği siyasetin başarısını gölgelemez. Astana sürecinde İdlib’deki muhaliflerin varlıklarını idame ettirmeleri, büyük ölçüde Türkiye’nin desteğiyle, Türkiye’deki STK’lerin yardımlarıyla mümkün olmuştur. Tel Rifat ve Menbiç’i PKK’dan alan Suriye Millî Ordusu, Türkiye tarafından desteklenmektedir.

Türkiye, uluslararası konjonktürü iyi değerlendirmiş, gerek Dışişleri Bakanı Sayın Hakan Fidan’ın diplomatik ilişkileri gerekse istihbaratın sahadaki faaliyetleri ile Suriye’deki devrim hareketine müzahir olmuştur. Bu sonuç, siyaseten geçmişteki hataları örtmede kullanılabilir ama ülkemizdeki muhalif kamuoyunun en azından bir kısmının zalim ve baskıcı bir yönetimin devrilmesine üzülmesini anlamak da mümkün değildir. Belli kesimlerde Suriye’nin yeni yöneticilerinin ideolojik yapıları hakkında kaygılar da olabilir ama bunlar bir zulüm ve işkence rejiminin arkasından gözyaşı dökmeyi asla meşrulaştırmaz. Aksine ülkemizdeki bazı çevrelerin ideolojik körlükten dolayı, güya savundukları demokrasi, insan hakları vb. değerler konusundaki samimiyet dereceleri hakkında da şüphe uyandırır.

Tabii, şu andaki olumlu sonuç her şeyin bittiği, bundan sonra ortalığın güllük gülistanlık olacağı anlamına da gelmez. Türkiye, bu sonuçla kazandığı itibarı devam ettirmek için kurulacak tuzaklara karşı son derecede dikkati olmalıdır. Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, Suriye PKK’sının askerî varlığına son verilmesi, öncelikli bir meselesi olarak önümüzde durmaktadır. Yeni Suriye’de, yıllardır orada zulüm gören Türkmen kardeşlerimizin hür ve korkusuz bir şekilde yaşamaları için gerekli güvenceler sağlanmalıdır. Yeni Suriye’nin etnikçi ve mezhepçi siyasetlerin girdabına girmeden, HTŞ liderliğinin vaat ettiği gibi, “kapsayıcı” bir anlayışla inşa edilmesine yardımcı olmalıyız.

Suriye’deki durumu istismar ederek Suriye’nin savunma kapasitesine yönelik saldırılarını sürdüren ve topraklarını işgal eden İsrail’e “Dur!” denilmesi gerekmektedir. Ahmed Hüseyin eş-Şara, mevcut durumun nezaketi sebebiyle İsrail’e karşılık vermeyeceklerini ifade etmekte; hem İran ve Rusya gibi Esed destekçisi ülkelere hem de İngiltere başta olmak üzere Batılı devletlere ılımlı mesajlar göndermeye çalışmaktadır. Bu bağlamda, yeni Suriye’nin inşasında en önde gelen güç olmamız için bizim bu gayretlere destek vermemiz önem taşımaktadır.

Bu süreçte üzerinde durulması gereken bir başka konu da Türkiye’de eğitim görmekte olan Suriyeli öğrencilerin ülkelerine döndüklerinde öğrenimlerine sağlıklı bir şekilde devam edebilmelerinin sağlanmasıdır. Maarif Vakfı başta olmak üzere Türk kurumları, Suriye’de Türkçe müfredata uygun Türkçe eğitim veren okullar açmalı; mevcut okul ve kursları da güçlendirmelidir.

Konunun Türkiye açısından mühim boyutlarından biri de yıllardır ülkemizde geçici koruma statüsünde yaşayan sığınmacılar meselesidir. Süreç içerisinde uluslararası hukukun gerektirdiği yükümlülüklerin ağır maliyetinin yanında sayısı kesin olmamakla birlikte yüzbinlerce Suriyeliye vatandaşlık verildiği de açıktır. Suriye’de düzenin kurulması, hayatın normalleşmesi ile birlikte bu mesele de yine hukuki statüleri doğrultusunda makul bir çözüme kavuşturulmalı; Suriyelilerin geri dönüşleri sağlanmalıdır. Sağlık hizmetlerindeki ayrıcalıklar dâhil, geçici koruma statüsünden kaynaklanan uygulamaların kaldırılması gerekmektedir. Gelinen noktada, artık gönüllü dönüşten veya arzu edenlerin kalabileceğinden söz edilmesi anlamsızdır; Suriyelilerin ülkemizdeki misafirlik dönemi sona ermiştir.

Türk Ocakları camiası olarak hadiselerin başlamasından itibaren bilhassa hem ülkemizdeki hem de Suriye’deki Türkmen kardeşlerimize yönelik sürekli yardım faaliyetleri yürüttük. Türk STK’leri, bu tür faaliyetleri Suriye’deki durum düzene girinceye kadar sürdürecektir. Türkiye’deki Suriyeli misafirler de bundan böyle ülkelerinin yeniden inşasına katkı sağlama görevlerini ifa etmek durumundadırlar. Bir takım iş çevrelerinin, ucuz iş gücü olarak istismar ettikleri için Suriyelilerin gitmelerine karşı çıkması ise utanılacak bir tavırdır. Suriyelilerin ve sayıları onlardan da çok olan düzensiz göçmenlerin yaptıkları işleri, Türkiye’de 10-15 yıl önce birileri yapmaktaydı; hatalı eğitim ve istihdam politikaları yüzünden gelinen durumu tersine çevirmek Hükûmet’in görevidir. Bu konuları bahane olarak ileri sürmek yanlıştır. Kısacası, Suriye’de iç savaşın sona ermesi, Türkiye’nin sosyal ve nüfus yapısının tekrar rayına girmesi bakımından da önemli bir fırsattır ve Hükûmet bu konuyu, sığınmacıların hukuki statüsü çerçevesinde, mümkün olan en kısa sürede çözmelidir.