İFRAT, TEFRİT, İTİDAL
Osmanlı devlet ve toplum düzeninde yolunda gitmeyen işlerin olduğu bir dönemde, 1653 yılında, Defterdar’ın Divan mensuplarıyla yaptığı toplantı neticesinde konuya dair fikirlerini yazdığı Düsturü’l-amel li-ıslahi’l-halel (Bozuklukların Düzeltilmesinde Tutulacak Yollar) adlı eserinde Kâtip Çelebi (öl. 1657) kadim tıp bilgisine göre insan bedenindeki dört sıvı [ahlat-ı erbaa; kan, balgam, safra ve sevda (midede hazmı kolaylaştıran salgı)] ile toplumu oluşturan dört unsur (erkân-ı erbaa: asker, ulema, esnaf-tüccar ve çiftçi reaya) arasında kurduğu benzetme çerçevesinde şunları ifade eder:
Vücut yapısının bozulmaması için bu dört “hılt”ın (sıvı) itidal üzere yani dengeli olması şarttır (“Ve bu ahlât-ı erbaa itidal üzre olmak vâcibdir, tâ ki beden muhtell olmaya”). Ancak Kâtip Çelebi, toplumu oluşturan unsurlarda tam bir dengenin olmasının mümkün olmadığını, o yüzden de ulufeli asker sayısını azaltma girişimlerinin boşuna olduğunu, asıl önemli noktanın fazlalık ve azlığın belirli sınırlar dâhilinde tutulması olduğunu belirtir. İşte burada “itidal” yani “denge” kavramına merkezî bir anlam atfeder. Kâtip Çelebi, hem İbn Haldun’un tavırlar nazariyesinden yani devletin doğup gelişen ve sonra da zevale uğrayan yapılar olduğu şeklindeki tasavvurdan hem de Antik Çağ’dan müdevver beden ile toplum arasında kurulan analojiden haberdar bir âlimdi. Değişimin önüne geçmeye çalışmanın beyhude bir çaba olduğu düşüncesiyle o dönemde daha yaygın olan kanun-ı kadimci anlayıştan farklılaşması da bu birikimiyle alakalı olmalı. Sanayi öncesi toplumlarda değişmenin günümüze oranla daha yavaş seyrettiği gerçeğini dikkate aldığımızda, Kâtip Çelebi’nin ve ondan yüz yıllarca önceki filozof ve düşünürlerin merkezî önem atfettiği “itidal” yani “denge” kavramı, günümüz dünyasında bizim için ne ifade ediyor? Aşırılık nedir? İfrat ve tefrit yani aşırılığın iki ucu arasında dengeyi nasıl bulacağız?
Meşhur tarihçi Eric Hobsbawm, 20. yüzyılı “aşırılıklar çağı” olarak tanımlamıştı. Bu durumda 21. yüzyılı nasıl tavsif edeceğimizi kendimize sormalıyız. Hobsbawm’ın eserinde 20. yüzyıla dair görüşleri kaydedilenlerden biri olan müzisyen Yehudi Menuhin şöyle der: "Yirminci yüzyılı özetlemek gerekirse insanlığın o zamana kadar idrak ettiği en büyük umutları canlandırdığını ve bütün hayalleri ve idealleri yıktığım söyleyebiliriz." Bu tespitin 21. yüzyıl için çok daha fazla geçerli olacağını şimdiye kadar yaşadıklarımız maalesef bize ihtar etmektedir. 19. yüzyıldaki gelişmelerin de etkisiyle ve dünya savaşlarındaki kitle ölümlerine rağmen 20. yüzyıl, dünya nüfusunda büyük artışlara, teknolojide büyük sıçramalara, atmosfer ve denizler dâhil çevre ve hava kirlenmesinde -1986’da bir nükleer reaktörde meydana gelen kaza sonucundaki Çernobil felaketini de unutmayalım- tehlike çanlarının çalmasına sahne olmuştur. Dünyanın pek çok ülkesi, 20. yüzyılda tarım çağından sanayi, oradan da bilgi çağına geçecek, bu yüzyılın sonları ve 21. yüzyılın başlarında ise sayısal (dijital) çağ ile tanışacaktır.
Kısaca 20. yüzyılın sona erdiği 1990’larda “tarihin sonu”nu ilan edenlerin pompaladığı iyimser hava, kısa sürede “medeniyetler çatışması”nın piyasaya sürülmesi ve özellikle de 11 Eylül 2001’de yaşanan saldırılar sonrasında küresel egemenlik savaşının iyice kızışması ile dağıldı. “Uzun yirmi birinci yüzyıl”ın ilk çeyreğinde bildiğimiz hâliyle dünyanın ve insanlığın geleceği hakkındaki belirsizlik ve kaygıların gerçekleştiğine şahit olmaktayız. Önceki asırdan müdevver iklim değişikliği ve küresel ısınmanın yol açtığı olumsuzlukların yanında küresel egemenlik savaşının terör örgütleri de dâhil çeşitli unsurların kullanıldığı vekâlet savaşları yoluyla bir nevi “üçüncü dünya savaşı” olarak yeryüzünde büyük yıkımlara, katliamlara, göçlere yol açtığına şahit olmaktayız. Bir yanda baş döndürücü teknolojik gelişmeler öte yanda dünyayı giderek saran korona virüsü salgını, önümüzdeki süreçte mahremiyetin ortadan kalktığı, G. Orwell’ın 1984 romanındaki gibi, herkesin ve her şeyin Büyük Birader’in gözetim ve denetimi altında tutulduğu bir dünyaya koşar adım girdiğimizi göstermektedir.
Korona virüsü (Kovid 19) salgınının ortaya çıkışı, salgına karşı alınan tedbirler, son olarak da aşı meselesi sadece bizde değil bütün dünyada tartışmalara yol açmaktadır. Bir kesim çok keskin “bilimci” bir yaklaşımı benimserken bir başkası da komplo teorilerine inanmayı yeğliyor. Makul çoğunluk, genel ve kişisel sağlık bakımından önerilen tedbirlere uymaya azami dikkat gösterirken komplo teorilerinde ileri sürülen bazı görüşleri toptan reddetmiyor. Korona virüsüne dair daha önceden yapılan bazı filmler, ileri sürülen tahminler veya dünya nüfusunun aşırı arttığından şikâyet edip bunu azaltmanın çareleri üzerinde planlar yapanların varlığı, insanların hem virüsün kasten üretilip yayıldığı hem de aşıların üreme organlarına zarar vereceği şeklindeki düşüncelere kolayca kapılmalarına sebebiyet vermektedir.
Peki, bu bağlamda ifrat ve tefrit arasında itidale nasıl varacağız? Aklıselimden, makul olandan bahsetmenin âdeta renksizlik, vasatlık sayıldığı bir dünyada itidal tavsiye eden bir anlayışa ne kadar itibar edilir? Çağımızın en belirgin özelliklerinden biri de “çılgın”, “sıra dışı”, “aykırı” olana rağbet… Elbette ki insanlık tarihinde önemli atılımlar, buluşlar vb. sıra dışı insanlardan, olagelene riayete ram olmayıp icat çıkaran şahsiyetlerden gelmiştir. Ancak şurası da muhakkak ki insanlık tarihinde önemli rol oynayan bu insanlar ile şöhret ve çıkar için her türlü yolu mübah görenleri bazen karıştırırız. Kur’an ve Sünnet’e aykırı olduğu iddiasıyla her türlüğü yeniliğe karşı çıkan “Kadızadeliler” ile başta rakipleri olan “Sivasiler” olmak üzere ehl-i tarik arasındaki tartışma konularını tahlil ettiği Mizanü’l-hakk fî ihtiyari’l-ehakk (En Doğruyu Seçmede Hak Terazisi) adlı eserinde Kâtip Çelebi, bu gibilerin “Aykırı söz et, tanınırsın.” düsturuyla menfaat peşinde olduklarından dem vurur. Bugün de yazılı, görsel veya sanal basın yayın araçlarında bunun sayısız örneğiyle karşı karşıyayız.
Demek ki mesele, sadece hız ve haz çağı olarak tavsif edilen zamanımıza özgü değil. İnsanların aşırılığa meyilleri de itidal yolunu tutmaları da, sebepler, mahiyet ve sonuçlar bakımından görülen farklılıklar olmakla beraber, her zaman karşılaşabilen hâllerdir. Kendimizi akıntıya kaptırmamak, uçlara savrulmamak, kutuplaş(tır)manın nesnesi hâline getirmemek için olaylar veya bize sunulan “haberler” karşısında eleştirel, ihtiyatlı ve sorgulayıcı bir tutumu güçlendirmemiz lazım; yönlendirme ve kötüye kullanmalara karşı dikkatli ve uyanık olmak lazım.
***
Gerek şahsi hayatımızda gerek içinde yer aldığımız toplum gruplarında gerekse millet olarak yaşadıklarımızda bu çerçevenin çok önemli olduğunu düşünüyorum. İlk iki kısmı bir kenara bırakarak millî hayat, milletimizin geleceği açısından son yüzyılda daha da öne çıkan kutuplaşma söylemleri üzerinde bir nebze de olsa duralım. Türkiye, hiç şüphesiz büyük bir ülke ve Türk milleti, tarihe damgasını vurmuş bir millet. Ancak gerek tarihten tevarüs ettiğimiz gerekse günümüzdeki gelişmelerin ve dünya dengelerinin yol açtığı sebeplerle; millet ve ülke bütünlüğü bakımından zaman zaman yatışmakla birlikte dış güçlerin de “koz” niyetine sürekli kaşıdıkları bazı konularımız var. Bunların başında, kökleri 19. yüzyıla uzanan, 1980’lerden bu yana da Türkiye’nin ayağına takılı pranga niyetine kullanılan PKK terörü gelmektedir. ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi ve Suriye’de yaşanan gelişmelerle Türkiye’yi çevreleme stratejisinin aparatı olarak kullanılan uzantısına karşı, zamanında gösterilen aymazlığın faturasını, 2015 ve sonrasında ağır şekilde ödedik. Tabii, aynı dönemde eli silahlı, ipleri dışarıdan çekilen bir terör örgütünü muhatap almanın bedelini de…
Türkiye’ye karşı PKK ve uzantılarını alenen destekleyen sözde müttefikler veya dostların niyetlerini Devlet yetkilileri elbette iyi bilmektedir. Ancak bu meselenin iç siyasetin aracı hâline getirilmesi, PKK’dan bağımsız hiçbir adım atamayan bir sözde partiye bel bağlanması veya İmralı sakininin seçimlerde kullanılması gibi tutumların hiçbir fayda getirmeyeceği açıktır. Önümüzdeki Cumhurbaşkanlığı seçimleri için hesaplar yapılması, siyasetin tabiatına uygun olabilir ama bu milletin birliğini sarsacak “Kürt meselesi” söyleminin tekrar kamuoyu gündemine oturtulmasının faturası ağır olabilir. Türkiye’de etnik veya mezhebî köken ayırımı yapılmaksızın bütün yurttaşlarımız Cumhuriyet’in kurucu ilkeleri çerçevesinde Türk milletini oluşturur. Kimsenin ana diline, inancına, ibadetine müdahale edilemez, ancak devletin üniter yapısına ve millî birliğe halel getirecek adımlara da müsaade edilemez.
Türkiye, bir sonraki seçimlere, kimlik siyaseti söylemleriyle değil ülkenin refahı, devletin bölünmez bütünlüğü ve dünyanın yaşadığı sorunlar karşısında gelecekte yapmamız gerekenler yani milletin geleceği ve devletin bekası temelindeki tartışma ve tekliflerle gitmelidir. Bir dönemdir tecrübe ettiğimiz Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sistemi’nin devam etmesini savunanlar, uygulamada bariz şekilde ortaya çıkan aksaklıkların nasıl düzeltileceği, hızlı ve etkin karar alınacağı vaadine rağmen aksinin ortaya çıkması karşısında neler yapılacağı, yürütmenin denetimi ve yargı bağımsızlığı konularında ne gibi düzenlemelere ihtiyaç olacağı vb. konular üzerinde yoğunlaşmak zorundadır. “Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem”e dönüşü savunanlar ise önceki hâliyle parlamenter sistemin zaafları, Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sistemi’nin neden kalkması gerektiği ve vaat edilen yeni parlamenter sistemin neleri getireceği gibi hususlara odaklanmak ve geçiş süreci ile ilgili olarak milletin önüne somut bir öneri ile çıkmakla yükümlüdürler. Bir bütün olarak ise devletin kurumlar demek olduğu yalın gerçeğini dikkate alarak devletin kurumsal yapısının yeni şartlara göre düzenlenmesinde yapılması gerekenler üzerinde kafa yormak ve çözüm üretmek zorundayız.
Belki hiç olmayacak bir temenni ama önümüzdeki süreçte Türk siyasetinde kutuplaştırıcı ve tahkir edici bir dili değil tenkit edici, sorgulayıcı ve yeni teklifler getiren bir dil ve üslup yani itidal hâkim olur. Salgının da etkisiyle ağırlaşan enflasyon, işsizlik gibi temel meselelerimiz, yeni kuşakların eğitiminde ortaya çıkan meydan okumalar, Azerbaycan’dan Libya’ya uzanan hatta karşılaştığımız zorluklar karşısında milletçe yekvücut olmaya ihtiyacımız var.