98. YILINDA CUMHURİYETİMİZ

Türk milleti, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra verdiği yeniden diriliş ve bağımsızlık mücadelesini Cumhuriyet’i ilan ederek taçlandırmıştır. Gazi Mustafa Kemal Paşa; 9. Ordu Müfettişi olarak Samsun’a çıkması, Amasya Tamimi’nin yayımlanması, Erzurum ve Sivas Kongreleri ile Batı Anadolu’daki kongrelerin toplanmasının ardından geldiği Ankara’dan Türk’ün hapsedilmek istendiği yeni Ergenekon’undan çıkmasına önderlik etmiştir. İşgallere, ihanetlere ve isyanlara karşı Misak-ı Millî hedefi doğrultusunda, 23 Nisan 1920’de açılan Büyük Millet Meclisi’nde toplanan millî irade ve millî kuvvetler, her türlü zorluk ve yokluğa rağmen azim ve iman ile mücadeleyi başarıya ulaştırmıştır.

Binlerce yıllık tarihimizin birikimi, tecrübesi ve çağdaş gelişmelerin sonuçlarının birlikte değerlendirilmesiyle Millî Mücadele’nin Meclis Başkanı ve Başkumandanı Gazi Mustafa Kemal, Osmanlı Devleti’nin hayatiyetini kaybettiğini, isabetli bir şekilde tespit ve teşhis etmişti. 19. yüzyıldan 20. yüzyıla uzanan tarihî süreçte; devleti ayakta, farklı din ve milletlere mensup tebaayı bir arada tutma çabaları sonuç vermemişti. Üç tarz-ı siyasetin ilk ikisi başarısız olmuş ve neticede devlet yapımızın, Türk milleti gerçeğini esas alan millî bir devlet hâline dönüşmesi bir mecburiyet hâlini almıştı. Esasen Millî Mücadele’nin başlamasıyla zaten bunun fikrî temelleri de atılmıştı. “İrade-i milliye” kavramından kastın ne olduğu açıktı. Amasya Tamimi’ndeki şu ifadeler dikkat çekicidir:

“Vatanın tamamiyeti, milletin istiklâli tehlikededir. (…) Milletin istiklâlini yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır.”

“Osmanlı vatanının tamamiyeti ve istiklâl-i millimizin temini ve makam-ı saltanat ve hilafetin masuniyeti için kuva-yı milliyeyi amil ve irade-i milliyeyi hâkim kılmak esastır.”

Bu bağlamda, o zaman saltanat ve hilafet makamları mevcut olduğundan bunlara atıfta bulunulması gayet tabii idi. Bununla birlikte -Sivas Kongresi kararlarında da aynı ibareler kullanılmıştır- aynı cümlede “kuva-yı milliyeyi amil ve irade-i milliyeyi hâkim kılmak”tan bahsedilmesi, artık saltanat ve hilafetin de ancak millî irade sayesinde ayakta kalabileceğine işaret etmekteydi.

Erzurum Kongresi kararlarının 8. maddesi -ki Sivas’ta da aynen kabul edilmiştir- bugünkü Türkçe ile şu şekildedir:

“Milletlerin kendi kaderlerini kendilerinin belirttikleri bu tarihsel çağda, Merkezî Hükûmet’imizin millî iradeye bağlı olması zorunludur. Çünkü millî iradeye dayanmayan herhangi bir hükûmet kurulunun kendine göre ve kişisel kararlarına ulusça uyulmadıktan başka dışarıda da geçerli olmadığı ve olamayacağı şimdiye kadar belgelenmiş, işlev ve sonuçlarıyla kanıtlanmıştır.”

Mustafa Kemal Paşa, Millî Mücadele’nin başarıyla sonuçlanmasına kadar bu yöndeki tasavvurunu bir sır olarak tutmuş; öncelikle saltanatın kaldırılmasını sağlamış ve bundan yaklaşık bir yıl sonra cumhuriyet ilan edilmiştir. Onun bu yöntemi, radikal kararlar için uygun şartları ve zamanı beklediğinin bir göstergesidir.

İnsanlık tarihinde, dönemin toplum yapısına, siyasi anlayışına ve kültürel özelliklerine göre farklı yönetim sistemleri olagelmiştir. Kadim Yunan’da, şehir yönetimlerinde karşımıza çıkan “cumhuriyet yönetimi”, elbette tarım toplumundan sanayi toplumuna geçildiğinde mahiyet değişikliğine uğramıştır. Amerikan Bağımsızlık Savaşı ve Fransız İhtilali gibi gelişmeler, mutlak monarşi rejimlerinin ortadan kalkma sinyallerini verse de 19. yüzyıl, hâlâ bir imparatorluklar yüzyılıydı. Birinci Dünya Savaşı Rus, Avusturya-Macaristan ve Osmanlı İmparatorluklarının çöküşüyle sonuçlandı. Bu dönemde modern eğitim alan Osmanlı aydınları ile asker ve sivil bürokrasisi arasında da meşrutiyet ve cumhuriyet fikirleri yayıldı. İkinci Meşrutiyet Dönemi’nin canlı ve yoğun fikir ortamında, Cumhuriyet Dönemi’nde hayata geçirilen pek çok yenilik esasen tartışılmıştı. Tabii ki bu noktada, Batı’yı gülüyle, dikeniyle almak yanlısı, aşırı batıcılarla Batı’nın sadece ilim ve tekniğini iktibas etme taraftarı İslamcılara kadar uzanan bir yelpaze söz konusu idi.

Millî Mücadele’yi yürüten kadrolar, böyle bir fikir ikliminde yetişmişti. Şüphesiz içlerinde hanedana ve hilafete sadık olanlar da vardı. Ancak onlar dâhil, hepsi halkın iradesine, anayasalı bir düzene taraftardı. Mustafa Kemal Paşa ve onun gibi düşünenler ise artık saltanat rejiminin miadının dolduğu kanaatinde idi. Millî Mücadele Dönemi’nde Padişah Vahdettin’in zaman zaman çok aleyhte hâl alan tavırları da saltanat makamının itibarını bir hayli zedelemişti. Hanedan mensupları arasında Millî Mücadele’yi destekleyenlerin varlığı ve Millî Mücadele’nin yürütülmesinde dinî motiflerin rolü vb. faktörler ilk etapta hilafet makamına karşı herhangi bir eylemin yapılmasına mani idi. Bundan dolayı da öncelikle saltanat ilga edildi (1 Kasım 1922) ve artık sadece halife unvanı kalan Vahdettin’in ülkeyi terk etmesi üzerine de veliaht konumundaki Şehzade Abdülmecid, TBMM tarafından Halife ilan edildi (19 Kasım 1922).

Artık İstanbul-Ankara şeklinde ikili bir yapı kalmamış, devlet Ankara’dan yönetilir olmuştu. Ülkeyi Türkiye Büyük Millet Meclisi yönetiyordu. Meclis’in Başkanı Gazi Mustafa Kemal Paşa idi. 13 Ekim 1923’te Ankara’nın başkent ilan edilmesi, bu durumun tescili idi. O dönemde uygulanan Meclis Hükûmeti sisteminde, vekiller (bakanlar) Meclis tarafından tek tek oylanarak seçiliyor; Meclis Başkanı’nın bu konuda yeterli yetkiye sahip olmaması, bir devlet başkanının gerekliliğini açıkça ortaya koyuyordu. Esasen olağanüstü şartlarda ve İstanbul’da meşru kabul edilen bir halife-padişah ve hükûmetin var olduğu bir yapıda geçici bir nitelik taşıyan böyle bir hükûmet yapısının olağan dönemde devam edebilmesi zordu. Nitekim 1923’ün Ekim ayında, Hükûmet’te yaşanan meselelerin bir kriz hâlini alması sonucunda Gazi Paşa, artık uygun zamanın geldiğine hükmeder ve Cumhuriyet’i ilan etmeye karar verir. Bunu da 28 Ekim’de, yakın arkadaşlarıyla bir yemekli toplantıda “Yarın Cumhuriyet’i ilan edeceğiz.” diye açıklar. Hazırlanan anayasa değişikliği, ertesi gün Meclis’te kabul edilir ve Gazi Mustafa Kemal Atatürk, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin ilk Cumhurbaşkanı seçilir.

Esasen, 1921 yılında kabul edilen Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nda “Hâkimiyet bilâ kayd ü şart milletindir.” ilkesi benimsenmiş ve böylece örtük olarak Cumhuriyet’e geçişin işareti de verilmişti. Bu Anayasa’nın birinci maddesi aynen şöyle idi:

“Hâkimiyet bilâ kayd ü şart milletindir. [Egemenlik kayıtsız, şartsız milletindir.] İdare usulü, halkın mukadderatını [geleceğini, kaderini] bizzat ve bilfiil idare etmesi esasına müstenittir [dayanır].” 29 Ekim 1923’te Cumhuriyet ilan edilirken maddeye “Türkiye Devleti’nin şekl-i hükûmeti, cumhuriyettir.” cümlesi eklenmiştir.

Atatürk, Cumhuriyet’in ilanı üzerine yaptığı konuşmada, özetle şunları söyler:

“Milletimiz, sahip olduğu özelliklerini ve değerini, hükûmetinin yeni ismiyle, uygarlık dünyasına daha çok kolaylıkla göstermeyi başaracaktır. Türkiye Cumhuriyeti, dünyada işgal ettiği yere lâyık olduğunu eserleriyle kanıtlayacaktır. (…) Milletin sevgisini daima dayanak noktası sayarak hep beraber ileriye gideceğiz. Türkiye Cumhuriyeti mutlu, başarılı ve galip olacaktır.”

Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün cumhuriyet anlayışını ve cumhuriyetle demokrasi arasındaki ilişki hakkındaki görüş ve kanaatlerini yansıtan şu cümleler çok anlamlıdır:

“Demokrasi ilkesinin en çağdaş ve mantıkî uygulamasını sağlayan hükûmet şekli, cumhuriyettir.”

“Cumhuriyet rejimi demek, demokrasi sistemi ile devlet şekli demektir. Biz cumhuriyeti kurduk; o, on yaşını doldururken demokrasinin bütün gereklerini sırası geldikçe uygulamaya koymalıdır.”

“Milletimiz, demokratik bir hükûmet kurmak sayesinde düşman ordularını yok etti, vatanı istilâdan kurtardı.”

“Bugünkü hükûmetimiz, devlet örgütümüz doğrudan doğruya milletin kendi kendine, kendiliğinden yaptığı bir devlet örgütü ve hükûmettir ki, onun ismi cumhuriyettir. Artık hükûmet ile millet arasında geçmişteki ayrılık kalmamıştır. Hükûmet millettir ve millet hükûmettir. Artık hükûmet ve hükûmet mensupları, kendilerinin milletten ayrı olmadıklarını ve milletin efendi olduğunu tamamen anlamışlardır.”

Bugün bizlere düşen görev; Cumhuriyet’i, kurucu iradenin hedefleri doğrultusunda, günümüzün icaplarına uygun bir şekilde, demokratik hukuk devleti ilkeleri doğrultusunda daha ileriye taşımak ve gelecek kuşaklara bu yönde örnek olmaktır.

Yaşadığımız problemlere, Türkiye’yi ve Türk milletini kıskaca alma ve zayıflatma girişimlerine karşı yürekten inanıyoruz ki, Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar olacak ve bağımsızlıklarının 30. yılını kutladığımız Türk devletlerinin giderek güçlenmesi ve Türk dünyasının birleşmesi sayesinde Türklüğün sesi cihanda daha gür çıkacaktır.

Bu vesileyle başta Gazi Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere, Millî Mücadele kahramanlarını, aziz şehitlerimizi ve gazilerimizi, Millî Mücadele’ye emek veren devlet adamları, aydınlar, din adamları, gazeteciler ve diğer herkesi minnet ve rahmetle anıyoruz.