KIBRIS POLİTİKAMIZ YENİ BİR KULVARA GİRİYOR

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Kıbrıs Barış Harekâtı’nın 47'nci yıldönümü dolayısıyla KKTC’ye kalabalık bir heyetle yaptığı ziyareti öncesinde burada yapacağı konuşmada “Büyük bir müjde" vereceğinin açıklanması, içeride ve dışarıda büyük merak uyandırmıştı. Siyasi ve ekonomik konularda olacağı öngörülen müjdenin içeriğiyle ilgili birçok tahmin yapılıyor, hatta bunun yeni bir doğalgaz yatağı olabileceği bile konuşuluyordu. Erdoğan’ın KKTC Meclisi’ndeki konuşmasında beklenen açıklama yapıldı. Şu andaki Cumhurbaşkanlığı Konutu’nun KKTC‘nin saygınlığına yakışmadığı belirtilerek yerine büyük bir “külliye” ve meclis binasının kısa zamanda inşa edileceği duyuruldu.

Erdoğan’ın konuşmasında, Ada’da çözümün ancak Kıbrıs Türklerinin hak ve çıkarlarını güvence altına alan “iki devletli” bir modelle sağlanabileceği, bunun dışındaki tekliflerin görüşülmeyeceği bir kere daha ifade edildi. Ayrıca Erdoğan, 1974 Harekâtı’ndan sonra, geçen yıla kadar kapalı tutulan Maraş’ın gerekli onarımının yapılarak ekonomiye kazandırılacağını açıkladı. Bu yapılırken kimsenin mülkiyet hakkı kaybına uğramayacağını, burada tapulu malı olanlarla görüşülüp anlaşma sağlanacağını özellikle vurgulayarak, Rum tarafından ve AB’den gelecek itirazların hukuki bir gerekçesinin olmayacağını peşinen işaret etmiş oldu.

Nitekim AB ve Washington’dan gelen tepkiler, Batılıların Rumları desteklemeye devam edeceklerini, iki devletli siyasi bir statüye rıza göstermek niyetinde olmadıklarını, Maraş’ın Rumlara teslim edilmesini istediklerini bir kere daha ortaya koydu. Bir başka ifadeyle ufukta, Türk tarafı Rumlara esaslı bir taviz vermedikçe, millî haklarını ve çıkarlarını korumakta ısrarlı olduğu sürece Kıbrıs sorununun çözülme ihtimali kesinlikle görülmüyor.

Bu aşamaya gelirken Kıbrıs politikamızda son yirmi yılda istikrarlı bir çizgi izlediğimizi söyleyemeyiz. AKP, iktidarının ilk yılından itibaren meselenin diplomatik yollardan çözümleneceği görüşüyle hareket etti. Rauf Denktaş, çözüme engel olduğuna inanıldığından sürekli eleştirildi; yandaş kalemlerin hakaretine maruz kaldı; Ankara tarafından kenara itilmeye çalışıldı. Bugünkü politikamızla bağdaşmayan, Kıbrıs Türklerinin 1959 Londra-Zürih Antlaşması’nda elde ettikleri hakları bile tanımayan Annan Planı, hararetle benimsendi; kabulünü sağlamak için yoğun kampanyalar düzenlendi. M. Ali Talat parlatılarak Denktaş’ın imajı gölgelenmeye çalışıldı. Rumların aç gözlülüğü ve şımarıklığı sonucu kabul edilmeyen bu plan referandumdan geçseydi askerimiz, plan çerçevesinde Ada’dan çıkmış olacağından, Kıbrıs Türklerinin hiçbir güvencesi kalmayacak; ikinci sınıf siyasi ve idari statüye göre Rumlar tarafından yönetilmeye razı olacaklardı.

Rumlar, bu tavırlarına rağmen AB üyesi yapılarak ödüllendirildi. Biz ise her şeye rağmen görüşerek anlaşma ümidinde olduğumuzdan, ipleri fazla vermemeye özen gösterdik. KKTC‘nin bizim dışımızda bazı ülkeler tarafından da tanınması konusunda oturup beklemeyi tercih ettik.

Bugüne gelindiğinde, Kıbrıs politikamızda öncekilerden çok farklı, Rahmetli Denktaş’ın görüşleriyle örtüşen yeni bir kulvara yöneldiğimizi görüyoruz.  KKTC’nin  “bağımsız devlet” olmasından başka bir çözümü kabul etmeyeceğimizi kesin bir dille açıklıyoruz.

Fakat bu tezimizin uluslararası alanda geçerlilik kazanabilmesi için düşünülen statünün gereklerini evvela kendimizin yerine getirmemiz gerekiyor.

Bu açıdan bakıldığında, külliye inşaatının müjde olarak ilan edilmesi, hem şekil hem de üslup olarak uygun olmamıştır. Tamamına yakını iktidar çevresinden siyasetçi, bürokrat, gazeteci ve iş adamının oluşturduğu bu kadar kalabalık heyete gerek var mıydı? Meclis’te grubu bulunan bir partinin iki üst düzey yöneticisinin, arkalarda yer gösterilmesine tepki göstererek törene katılmayışlarının sorumlusu kimdir? KKTC Cumhurbaşkanı’nın büyük bina ihtiyacı bulunuyorsa ve bunu yapacak kaynağı yoksa bir vilayetimizin valilik konutunu yapar tarzda yapıp bağışlamak şeklindeki işlem yanlıştır.

Kıbrıs Türkleri arasında Mustafa Akıncı gibi zihniyetini saklama gereği duymayan kozmopolit bir siyasetçiden yana olan, onun görüşlerini benimseyen bir kesimin varlığını son seçimlerde bir kere daha gördük. Bunları ülkemizdeki sol ve liberal çevrelerden basın mensupları kalemleriyle yoğun şekilde destekliyorlar. Söz konusu inşaat, iktidarın ne kadar güçlü ve hamiyetperver olduğu ilan edilircesine sunulurken KKTC‘nin kurumsal kimliğinin ve onu temsil eden Ersin Tatar’ın zarar göreceği düşünülmeliydi. Ankara’da bu programı düzenleyenler kimlerse çok yanlış yaptılar. Kıbrıs’ta millî kimlik zaafı olan kesimin varlığını hesaba katmayacak derecede basiretsiz olduklarından, konulara sadece liderin memnuniyeti ve partinin çıkarları açısından baktıklarından Ada’da Akıncı’ya ve taraftarlarına sürekli kullanacakları büyükçe bir koz verdiler.

Kıbrıs’taki Türk toplumunun tarihî, manevi ve kültürel sebeplerden kaynaklanan sorunlarını en aza indirecek bilinçli bir eğitim ve kültür politikası maalesef oluşturulamadı. Oysa Rumlar arasında farklı bir tablo var. Birbirine karşı siyasi partiler, değişik ideolojik gruplar, farklı inançları temsil eden kuruluşlar olsa da, konu Rumların millî çıkarları, Rum milletinin geleceği olunca hepsi bir araya geliyor; aynı dili konuşuyor. Oysa kuzeyde yaşayan yarım milyon civarındaki Türklerin arasından Rauf Denktaş’tan başka liderlik vasıfları ve yüksek millî hassasiyetleri bulunan bir siyasetçi çıkmadı; okumuşlar arasında siyasetteki bölünmüşlüğü sürekli besleyen millî ruhtan, ideallerden yoksun, solculuğa özenen kozmopolit bir kesim var. Eğitim kurumlarında ve basında da bunlar etkili. Ankara’nın Kıbrıs politikasını belirleyen ve uygulayan yetkililerin, Kıbrıs’taki toplumun yapıya dayalı sorunlarının mahiyetini ve sebeplerini bildiklerini sanmıyorum. Bilinseydi meselenin İmam-Hatip Okulları açmakla, sadece siyasi yakınlıkları dikkate alınan çok sayıda müşavir sıfatında görevli göndermekle halledilmeyeceğini görebilirlerdi.

Bu şartlar altında Kıbrıs’ın, 65 yıldır olduğu gibi en önemli millî sorunlarımızdan biri olmaya devam edeceğini söylemek yanlış olmaz.