2022’YE GİRERKEN TÜRKİYE

Küresel çaptaki salgının etkilerinin devam ettiği bir yılı daha geride bırakıyoruz. Ülkemiz sadece bu salgın dolayısıyla karşılaştığı meselelerle değil, salgın öncesi dönemden intikal eden pek çok mesele ile de uğraşmaya devam ediyor. Bu kapsamda, iç siyasette normal olarak 2023’te yapılacak olan seçimlere dönük olarak çoktandır ısınan atmosfer, uluslararası sistemde yeni denge ve denklem arayışları, dijitalleşmenin önümüze açtığı imkânlar ve meseleler, salgının da etkisiyle gıda tedarik zincirlerinde yaşanan sıkıntılar, son aylarda Türk lirasının aşırı değer kaybının yol açtığı belirsizlik ortamı vb. pek çok başlığı sayabiliriz.

Türkiye, yeni yıla çok yüksek bir devalüasyon ve enflasyonun gölgesinde girmektedir. Kasım ayı başlarında 9 TL civarında olan dolar, bir buçuk ay sonra, Aralık ortalarında 17 TL sınırına dayanmıştır.* Muhalefet, bu durumdan mevcut sistemi sorumlu tutarken iktidar cephesi ise Türkiye’nin dış ve iç bazı güçlerin saldırısına karşı yeni bir ekonomik modelle cevap verildiğini ileri sürmektedir. Burada, bütün bu gelişme ve meseleleri bütünlüklü bir bakış açısıyla yorumlamaya çalışacağız. Bundan kastımız şudur: Türkiye’nin on yıllardır yaşadığı sıkıntı ve meseleleri, dünyada meydana gelen gelişmelerden ve küresel egemenlik savaşından bağımsız olarak değerlendirmek söz konusu değildir. Bunu ifade etmek, topu taca atmak veya ülkemizin sıkıntılarından salt dış mihrakları sorumlu tutmak demek değildir. Elbette, yaşanan gelişmelerde ülke yönetiminin sorumluğu esastır. Dış tehditler varsa onlara karşı tedbirleri almak da bu sorumluluğun bir parçasıdır.

1990’lardan 21. yüzyılın başlarına, o zamandan da 2020’lere gelinirken ABD’nin tek kutuplu dünya siyasetinin, gücünü yeniden toparlayan Rusya ve küresel egemenlik mücadelesinde ekonomide birinciliğe yürüyen Çin tarafından dengelendiğini gördük. Avrupa Birliğinin bir başka güç odağı olma istikametindeki yürüyüşü ise çok etkili olmadı ve bilhassa Birleşik Krallık’ın (İngiltere) ayrılmasıyla zaafa uğradı. Son yıllarda, Türkiye’nin de dâhil olduğu gelişmekte olan ekonomilere sahip bazı ülkelerin dördüncü bir güç odağı olarak denklemde yerini almasından bahsedenler var. Bize göre ise Türk Keneşi’nin asıl ve gözlemci üyeleriyle Türk Devletleri Teşkilatına dönüşmesi; daha dengeli, adil ve insani bir küresel düzen yolunda ümit verici bir adım olmuştur. Sahip oldukları iktisadi potansiyel, bulundukları jeo-stratejik konumla bu devletler, güç dengelerine de dikkat ederek birliklerini her alanda geliştirdiği takdirde bu, 21. yüzyılda hem Türklüğün hem de bütün insanlığın hayrına sonuçlar doğuracaktır.

1990’larda başlayan ve 21. yüzyılda Büyük Orta Doğu Projesi olarak devam eden süreçte, merkezî İslam dünyasında tetiklenen siyasi parçalanmanın en önemli hedeflerinden biri, İkinci İsrail Projesi olmuştur. Irak’ın kuzeyinden sonra Suriye’de çıkartılan iç çatışma ortamında PKK’nın Suriye uzantısına, “kantonlar” yoluyla Suriye’nin kuzeyinde benzer bir yapı kurdurmanın yolu açılmıştı. El altından yönlendirilen IŞİD denilen kullanışlı yapıya karşı Batı ve dünya kamuoyuna şirin gösterilen Suriye PKK’sının, kendisine muhalif Kürtler dâhil, pek çok unsura karşı uyguladığı etnik temizlik hareketini destekleyen ABD ve ortaklarının bu planına Türkiye, 2015’te içeride hendek-barikat terörüne karşı verdiği mücadele sonrasında, Suriye’nin kuzeyindeki operasyonlarla set çekti. Ancak bir nokta hâlâ çözülmeyi bekliyor: “Suriye’nin ve Türkiye’nin nüfus yapısını değiştirme projesi”. Ne yazık ki bu işin başladığı dönemde uygulanan çok yanlış bir siyasetle, Suriye’nin kuzeyindeki kantonlar “PKK’istan” hâline sokulurken Türkiye de âdeta bir “Mültecistan” konumuna getirilmiştir. Mazluma ve mağdura yardım etmek, sığınak olmak elbette insani bir görevdir ama Türk Devleti’ni yönetenler, hayata geçirilmeye çalışılan “proje”yi önceden görmek ve ona göre tedbirler almak zorundadır. Bu meselenin ülkemizde hâlihazırda yol açtığı sıkıntılar, gelecekte meydana gelebileceklerin sadece işaret fişekleridir. Her ülkenin bu bağlamda bir hazmetme kapasitesi vardır ve Türkiye, bugün bu kapasitenin çok çok üstünde bir sığınmacı nüfusuna ev sahipliği yapmaktadır. Türkiye’nin dış ve iç meselelerini konuşurken, ekonomiden bahsederken, Doğu Akdeniz veya Kafkasya siyasetinden söz ederken Suriye meselesinin bütün boyutlarıyla her zaman denklemde olduğunu asla hatırdan çıkarmamalıyız.

Türkiye, bugün ciddi bir ekonomik buhran döneminden geçmektedir. Son dönemde gerek Merkez Bankası yönetiminde gerekse Hazine ve Maliye Bakanlığında meydana gelen görev değişiklikleri, iktidara yakın çevreler tarafından eski politikalar yerine yeni bir yaklaşımın benimsenmesi şeklinde açıklanmaktadır. Nitekim geçtiğimiz haftalarda özellikle Türk lirasının değer kaybıyla ve faizlerin düşürülmesiyle ilgili olarak yapılan yorumlarda Türkiye’nin, IMF reçetesi olan "yüksek faiz-düşük kur" şeklindeki ekonomik modelin yerine “düşük faiz-yüksek kur” yöntemini tercih edeceği ve yeni modelin basit bir ifadeyle bu olduğu söylenmektedir. Konuyla ilgili olduğu belirtilen raporda (Yeni Ekonomik Model Gerekçeleri-Getirileri), "Yüksek faiz, düşük kura dayalı ekonomik model, bir yandan yüksek faiz maliyetleri nedeniyle yatırım ortamını zayıflatırken, diğer yandan ihracatta rekabet gücümüzü azaltmaktadır.” ifadelerine yer veriliyor. Belirtildiğine göre, yeni ekonomik modelde düşük faiz ortamı ile yatırımların desteklenmesi, büyümenin ve istihdamın sürdürülebilir hâle getirilmesi, rekabetçi kur avantajı ve yatırımların artmasıyla ihracatın artırılması ithalatın düşürülmesi ve nihayetinde cari açığın cari fazlaya evrilerek dış borca bağımlılığın ortadan kaldırılması amaçlanmaktadır (Dünya gazetesi, 15 Aralık 2021).

Uzmanlık alanım ekonomi olmadığı için bu konuda ayrıntılı bir tahlile girişmeyeceğim ancak şunu ifade etmek gerekir: Türkiye’de bugün çok yüksek bir enflasyon ve belirsizlik ortamı var. Böyle bir ortamda, orta sınıfın ciddi bir sarsıntıya uğraması söz konusudur. Dar gelirli grupların ve işsiz kesimlerin sıkıntıları daha da artacağa benziyor. Onun için söz konusu yeni ekonomik modelin uygulanması sürecinde, bütüncü bir bakışa ihtiyaç vardır. Her şeyden önce bu işin planlama boyutu çok kritik önemi haizdir. Yeni model, Türkiye’deki eğitim, istihdam, üretim meseleleri makro bir bakış açısıyla değerlendirilerek başarı şansına sahip olabilir.

Bir eğitimci olarak ifade etmem gerekir ki bugün üniversitelerimizin mezunları, belirli alanların dışında âdeta işsizlik havuzuna atılmaktadır. Bu konuda, orta öğretim düzeyinde mesleki eğitimin öne çıkarılması, zaten artık boş kalan kontenjanların da işaret ettiği gibi daha gerçekçi ve planlı bir bakış açısıyla üniversite kontenjanlarının ele alınması gereklidir. Tabii, bu meselenin bir de dijital çağda üniversite kavramı ve kurumunun alacağı yeni biçimler boyutu da var ki, bu ayrıca etraflıca düşünülerek vakit geçirilmeden ele alınması gereken ciddi bir konudur. Eğitim ve gençlik konusunda mutlaka üzerinde durulması gereken bir nokta da eğitimli genç nüfusumuzun yurt dışında çalışma ve yaşama eğiliminin giderek arttığını ortaya koyan araştırmaların sonuçlarıdır. Bu meselenin hakikati, devlet tarafından ciddiyetle ele alınmalıdır. Bu husus, beka meselesinin en ciddi boyutlarından biridir.

Türkiye özellikle, öncesiyle sonrasıyla yani “millî orduya kumpas”, “yargının ele geçirilmesi” vb. dâhil 15 Temmuz darbe girişimi sürecinin sarsıntılarının etkilerini gidermeye çalışırken bir sistem değişikliğine gitti. Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sistemi adı verilen bu yeni yönetim sisteminin Türk siyasi ve idari tecrübesinden farklı olduğunu, referandum sürecinde de ifade etmiştik. Elbette, kritik dönemlerde farklı modeller uygulanabilir. Mesela Millî Mücadele’yi, dönemin olağanüstü şartlarında Meclis Hükûmeti sistemi ile yürütmüştük. 15 Temmuz’da sadece dış destekli bir darbe girişimi boşa çıkartılmadı aynı zamanda Türkiye’nin kontrolünden çıkmaması için elinden geleni ardına koymayan ve Devlet’imizin bütün kurumlarına sızan sözde müttefikin, Suriye’nin kuzeyindeki “terör koridoru”na da “Dur!” denildi. Bu konjonktürde, olağanüstü hâl ilan edildiği gibi, kanaatimce geçici bir yönetim modelinin de maksada daha muvafık olduğu düşünüldü. Ancak, o zaman da belirttiğimiz üzere, böyle bir sistem kabul edilince devlet yönetiminde denge ve denetleme mekanizmalarının yeniden kurulması ve bahusus hukuk devleti ilkelerine uygun bir ortamın tesisi, ihmal edilmemesi gerekli tedbirlerdi.

Bugün Türkiye, yeni bir seçim sürecine giderken sistem tartışmaları tekrar gündemdedir. Gerek ekonomik model tartışmasında gerekse sistem konusunda maalesef ortak bir zeminde ve makulde buluşma gayreti veya niyeti görünmemektedir. Siyasetimiz, kutuplaşmadan beslenmek eğilimindedir. Siyasette tartışmalar ve farklı görüşler olacaktır ancak Türkiye’yi bölmeye çalışan terör örgütünün uzantıları dışındaki partilerin temel meselelerde, uzlaşamasalar bile fikir teatisinde bulunması önemlidir. Sistem değişse de değişmese de Meclis’in yetkilerinin ve konumunun güçlendirilmesi, bakan yardımcılıkları yerine müsteşarlıkların tekrar ihdası, Devlet Planlama Teşkilatının tekrar kurulması gibi konuların gündeme getirilmesi gerekli ve zaruridir.

Bir başka husus da şu: Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki hakları ve bu çerçevede ortaya koyduğu irade, bugün pek kuvvetli bir dille vurgulanmamaktadır. Türkiye ile müttefik olan Katar dahi bu konuda rakiplerimizle anlaşma imzalayabilmektedir. Türkiye’nin Libya ve Doğu Akdeniz’deki hukukunun korunması, Batı’nın şımarık çocuğu Yunanistan ile GKRY’nin ucuz kahramanlıklarına set çekmesi şarttır. Azerbaycan’dan Libya’ya uzanan hatta Türkiye’nin son dönemde sergilediği tavır ve izlediği politika isabetlidir, bundan geri adım atılmamalıdır.

Dünya; 21. yüzyılda dijitalleşme, virüslerin yol açtığı salgınlar, insanları disiplin altına almaktan kontrol etme aşamasına geçmiş Büyük Birader izlemeleri, uzay çalışmaları, iklim değişikliklerinin yol açtığı/açacağı gıda ve su meseleleri, yeni enerji kaynağı arayışları, inanç alanında yaşanan bunalım ve değişimler, yapay zekâ uygulamaları ve bunların bildiğimiz şekliyle insan neslini dönüştüreceğine dair işaretler vb. bir dizi gelişme ve mesele ile karşı karşıyadır. Tabii, bunları küresel çapta ekonomik ve mali güç olan odaklar ve dünyada mevcut devletlerin oluşturduğu uluslararası sistem bağlamında da değerlendirmek ve anlamak durumundayız. Bu yüzyılda Türkiye, bir yandan dünya dengelerine dikkat ederek öte yandan da bağımsızlıklarının 30. yılını idrak eden Türk devletleri ve çeşitli devletlerde yaşayan Türk toplulukları ile ilişkilerini güçlendirerek dünyaya örnek bir modeli geliştirme imkânlarına sahiptir. Mevcut sıkıntı ve meselelerimizi aşmak için içeride fikir ve ifade hürriyeti, hukuk devleti, adalet ve liyakat gibi temel ilke ve değerlere riayeti esas almaktan başka çıkar yolumuz yoktur. Bunları yapmadığımız ve yine yeni kuşakların talep ve beklentilerine, Yeni Çağ’ın şart ve gereklerine göre hareket edilmediği takdirde bu potansiyelimizi heba etmiş oluruz. Türk devleti, kadim bir geleneğin varisidir. Türkiye, medeniyetlerin kurulduğu ama aynı zamanda tarihe karıştığı bir coğrafyadadır. Kısacası bugün biz, korku ile ümit, eski deyişle “havf ile recâ” arasındayız. Türkiye’nin önderliğinde yeni bir medeniyet hamlesinin hayata geçirilmesi en büyük ümidimiz ve temennimizdir. Bunun gerçekleşmesi için ise, millet ve devlet olarak bütün enerjimizi bu yolda yoğunlaştırarak kısır çekişmelerle birbirimizi aşağıya çekmekten vazgeçmemiz yeterli olacaktır.

 

* Bu yazı tamamlandıktan sonra 19 Aralık 2021 akşamı, Cumhurbaşkanı’nın Türk lirası mevduatlarının döviz kurundaki farktan doğan zararının karşılanacağını ve ihracatçılara ileri vadeli kur teminatı verileceğini açıklaması üzerine Türk lirası, döviz ve altın karşısında hızlı bir artış gösterdi. 20 TL sınırına dayanan dolar, birkaç saat içinde 13 TL civarına geriledi. Bu dalgalanmanın alacağı seyri önümüzdeki günlerde göreceğiz.