BÖLGE POLİTİKALARIMIZDA GECİKEREK DE OLSA GERÇEĞE DÖNÜLÜYOR
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, 14 Şubat Pazartesi günü Birleşik Arap Emirlikleri’ni ziyarete gidiyor. Bu ziyaret, geçen aylarda art arda uygulanmaya konulmak üzere planlanan üst düzey siyasi temasların ilki olacak. Cumhurbaşkanı, muhtemelen BAE’den sonra Suudi Arabistan’a gidecek. Bu ay çıkmadan önce Rusya Devlet Başkanı Putin’in ve İsrail Cumhurbaşkanı Herzog’un ülkemize gelmeleri bekleniyor. Türkiye’nin son on yılda bölgede oluşan siyasi dengeleri etkileyebilecek başka bir hamlesi daha var; Azerbaycan ile mutabakat hâlinde, bir süredir Ermenistan ile ilişkileri normalleştirmek amacıyla görüşmeler yürütülüyor. Erivan-İstanbul uçak seferleri geçen ay sessiz sedasız başlatıldı. Ermenistan Başbakanı Paşinyan, içerideki radikal muhaliflerinin, Fransa ve ABD’deki “tuzu kuru” diasporanın engelleme çabalarına rağmen Türkiye ve Azerbaycan ile Kremlin’in de bilgisi dâhilinde anlaşma yapmakta kararlı görünüyor.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın BAE’nin ardından, tarihi henüz kesinleşmemiş olan Suudi Arabistan ziyaretinin hazırlıkları yapılıyor. Bu arada Mısır ile diplomatik ilişkilerin önünü açmak amacıyla görüşmelerin yapıldığı, ancak Kahire’nin meseleyi oldukça ağırdan alması sebebiyle henüz somut adımlar atılamadığı biliniyor.
Bu üç Arap ülkesiyle ilişkilerimizin on bir yıldır donma noktasına gelmesinin başlıca sebebi, Ankara’nın Arap Baharı döneminde Müslüman Kardeşler (İhvan-ı Müslimin) örgütünün Mısır ve Suriye’de iktidara geçmek amacıyla yaptığı girişimleri desteklemesi ve bu tutumunu sonraki yıllarda da sürdürmesidir.
İhvan, 30’lu yıllarda, bir öğretmen olan Hasan El Benna tarafından kuruldu. Uzun zaman siyasetin dışında kaldı; radikal İslamcı, dinî, iktisadi ve sosyal faaliyetlere, eğitime ağırlık vererek tabanını genişletmeye çalıştı. Müslüman Kardeşler örgütü, ilk olarak 1954 yılında Başkan Abdünnâsır’a düzenlenen bir suikast girişimiyle siyaset sahnesine çıktı. O tarihten sonra en fazla taraftara sahip olduğu Mısır’da, Devlet ile sürekli çatışma hâlinde oldu. Zaman zaman binlerce üyesinin tutuklanmasına, Seyyid Kutub gibi önde gelen bir ideoloğunun idam edilmesine rağmen varlığını sürdürdü. Değişik isimler altında yahut bağımsız olarak seçime katıldı. 2005 yılında “Çözüm İslâm” sloganını kullanan Müslüman Kardeşler’in 88 üyesi, Hükûmet’in bütün engelleme çabalarına rağmen seçilip Meclis’e girdi. Müslüman Kardeşler’in siyasetteki en büyük başarısı, “Arap Baharı” rüzgârını da arkasına alarak 2012’de yapılan ve katılımın yüzde kırk gibi düşük kaldığı seçimlerde Mısır Devlet Başkanlığı’na, çok az oy farkıyla da olsa Muhammed Mursi’nin seçilmesini sağlamasıdır. Fakat bu başarı, kısa zamanda hem Muhammed Mursi hem de Müslüman Kardeşler için tam bir trajediye dönüştü. Çünkü başta BAE ve Suudiler olmak üzere Arap devletlerinin yönetimleri, iktidarları açısından tehdit olarak gördükleri İhvan’a şiddetle karşıydılar. ABD ve İsrail de ilk günden itibaren Mursi’ye cephe aldı. Başkan Mursi, dışarıdan gelen ağır baskılara direnmeye çalıştı; ancak içerideki muhalefeti, demokrasi çıtasını yükselterek yumuşatmak yerine sert önlemlerle susturmaya kalktı. Mısır’da sadece askerî alanda değil ekonomik, sosyal ve ticari konularda da en düzenli güç olan orduda subayların çoğunun ve başlıca bürokratik kurumların Müslüman Kardeşler’e karşı olduğunu nedense görmedi. Çok geçmeden kendisinin işbaşına getirdiği General Sisi, dış güçlerin desteğini de arkasına alarak darbe yaptı; Mursi’yi ve binlerce Müslüman Kardeşler mensubunu tutuklatıp yargılama süreci başlattı. Mursi’nin devrilmesine Türkiye’den başka tepki gösteren olmadı. Bir elin dört parmağıyla yapılan “Rabia” işareti, uzun bir zaman iktidar partisinin toplantılarında slogan olarak kullanıldı. Mısır Cumhurbaşkanlığı’na seçilen Sisi’yi bütün dünya tanırken Türkiye, gayrimeşru ilan etti; tanımadı. Belli bir süre, Rabia Meydanı’nda toplanarak darbe karşıtı gösteriler yapan Müslüman Kardeşler mensupları, güvenlik güçlerinin sert müdahaleleri karşısında sonuç alamayınca yer altına çekildiler. Bazıları Türkiye’ye gelip İstanbul’a yerleşti. Burada kurdukları yayın araçlarıyla internet üzerinden Sisi ve yönetim karşıtı yayınlara başladılar.
Suriye ve Mısır’da yaşanan gelişmeler, bunların bölge jeopolitiğine ve siyasi dengelere etkileri konusunda Türkiye’nin tavrı, 2020 yılına kadar değişmedi. Türkiye, Arap Baharı’nın ortaya çıktığı 2011-12’deki çizgisini ısrarla sürdürdü. Türkiye’nin dış politikası, Hamas ve İhvan’a destek olmayı dinî bir vecibe gibi gören çevrelerin isteğiyle örtüşüyordu. Fakat 2020 yılında, Türkiye’nin bu politikasının genel bir değerlendirilmesi yapıldığında tablonun ülke çıkarlarıyla örtüşmediği açıkça görüldü; Katar’ın dışında Arap ülkelerinin tamamıyla ve İsrail ile ilişkiler tıkanmıştı. Oysa aramızda, Müslüman Kardeşler ve Hamas dışında bu duruma yol açacak ciddi bir sorun yoktu.
İlişkilerimizin bu noktaya gelmesinden yararlanan Yunanistan ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi, son yıllarda bulunan enerji yataklarıyla büyük önem kazanan Doğu Akdeniz’de bütün dengeleri değiştiren bir atak başlattı. Kıbrıs’ın çevresinde bulunan ve bulunma ihtimali çok yüksek olan doğalgaz ve petrolün çıkarılması, Avrupa’ya taşınması konusunda İsrail ve Mısır’ın yanı sıra ABD ve AB’nin uluslararası firmalarıyla anlaşmalar yaptı. “Münhasır Ekonomik Saha ve Deniz Yetki Alanları”nı, Türkiye’yi Antalya Körfez’ine tıkayacak tarzda düzenlemeye kalkıştı. Enerji şirketler birliği (konsorsiyum) kurulurken Türkiye, bu grubun dışında tutuldu. Oysa hem İsrail hem de Mısır için çıkarılacak gazı Avrupa’ya taşıyacak en uygun güzergâh Türkiye idi. Hatta birkaç yıl önce İsrail, bu konuda işbirliği yapmak amacıyla Ankara nezdinde girişim başlatmıştı. Ama Türkiye, tamamen duygusal faktörlerle ayağına bağladığı prangalardan dolayı hareket edemiyordu. Üstelik bunların ne Filistin meselesine ne de İhvan’ın Mısır’daki pozisyonuna bir yararı olmuştu. İlgili iki ülke yönetimi, kendi belirledikleri politikaları, Türkiye’nin itirazlarına aldırmadan sürdürmüşlerdi.
BAE ve Suudiler ile de benzer durum söz konusu. Enerji kaynaklarının geliriyle hesapsız para kazanan, parayı mabut hâline getiren BAE’yi “Baş düşman” ve 15 Temmuz’daki menfur darbenin arkasındaki güç ilan ettik. Yunanistan fırsatı kaçırmadı; BAE ile bir dizi ekonomik, siyasi hatta askerî anlaşma yaptı. Türkiye, iki yıl kadar önce BAE ile kavgalı olmanın kendisine yararının olmadığını görerek temaslara başladı. Onlar, Türkiye’nin 84 milyon nüfusunun, finansal potansiyelinin farkında olduklarından anlaşmaya dünden hazırdılar. Hiç uzatmadan Türkiye’nin ihtiyacı olan 10 milyar dolar krediyi (swap) verdiler. Veliaht Prens Muhammed, Kasım 2021’de Ankara’da ağırlandı. 14 Şubat Pazartesi günü BAE’ye gidecek olan Cumhurbaşkanı Erdoğan, esasları belirlenmiş olan birçok anlaşmayı imzalayacak. BAE ile bu yakınlaşma Suudiler ile ardından Mısır ile buzların çözülmesinin yolunu açacaktır. Benzer bir gelişme, Herzog’un ziyaretiyle birlikte İsrail ile yaşanacaktır. İsrail ile ilişkilerimizin düzelmesi, ABD politikalarında etkisini bildiğimiz Yahudi lobisinin son dönemlerdeki olumsuz tavrını muhtemelen değiştirecektir.
Bütün bu gelişmelerin olması için on yıla yakın bir süre niye bekledik, on yıl öncesine göre değişen ne var? Bu süre zarfında Mavi Vatan konusundaki kayıplarımızın telafisi mümkün olacak mı? Şartlar, beş on yıl önce çok daha lehimizde iken inisiyatifi Yunanistan ve Rumlara neden kaptırdık? Bunları tartışmanın artık bir yararı yok. Önemli olan, hissî ve hamasi politikadan gerçekçi politik faktörlerin gereği olan rasyonel ve makul politikalara dönülmüş olmasıdır. Bunu yapmak cesaret işidir, dinî çevrelerden bundan dolayı çok eleştirenler olacaktır. Ama Cumhurbaşkanı doğrusunu yapıyor; hâlâ gözlerini gerçeklere kapayarak Türkiye’yi çıkmaz sokaklara itmek isteyenleri rüyalarıyla baş başa bırakarak bu çizginin sürdürülmesi gerekiyor.