"12 MART" POLEMİKLERİNE DAİR
Bu yazı 12 Mart Muhtırası'ndan hareketle, basında ve sosyal medyada Türkiye’deki darbeler ve sebeplerine ilişkin yaşanan tartışmalar üzerine kaleme alınmıştır. "Açık mektup" üslubu tercih edilmiştir.
Aziz Dostlarım,
27 Mayıs’la başlayan darbeler ve müdahaleler konusu, bu kadar zaman geçtiği hâlde, hâlâ aydınlatılmaya muhtaç unsurlar taşımaktadır. O yüzden de hâlâ polemik konusudur. Ama çıbanın başının 27 Mayıs İhtilali olduğu şüphesiz...
1950'lerde DP iktidarının hukuk planında yaptığı hataları, İnönü muhalefeti iyi kullanmış ve maalesef, bugün artık hiç kimsenin onaylamaz hâle geldiği 27 Mayıs darbesi gerçekleşmiştir. Bunun en objektif hikâyesini rahmetli Ali Fuat Başgil, İsviçre'de Fransızca olarak yayımladığı 27 Mayıs İhtilâli ve Sebepleri adlı kitabında yazmıştır. (Bu eser, sonra hakkında hatıra kitap çıkardığım İ. Hakkı Akın tarafından, Başgil'in avukatı ile birlikte tercüme edilmişti. Boğaziçi Yayınları yeniden yayımladı.)
Orada DP'nin fahiş hataları da İnönü'nün bunları nasıl kullandığı da kendisinin davet edildiği Çankaya köşkünde yaptığı önerilerinin -Menderes hak verdiği ve hemen istifa edip yeni bir hükûmet kurmayı kabul ettiği hâlde- Celal Bayar ile Fatin Rüştü Zorlu tarafından nasıl reddedildiği de objektif olarak anlatılır. (Kendim, Türk Yurdu'nda yayımlanan bir makalemde, başka bir bağlamda bu konuya da yer vermiştim.)
Bu menhus müdahaleye, ağırlığı milliyetçi olan bazı subaylar ise, “Daha tarafsız bir ihtilal idaresiyle temel ülke meselelerini halledip yeni bir Anayasa hazırlattıktan sonra çekiliriz.” düşüncesiyle katıldıklarını söylemişler; ama 13 Kasım ara darbesiyle tasfiye olmuşlar, ardından maalesef tek taraflı işleyen Anayasa çalışmaları, siyasi nitelikteki Yassı Ada Mahkemeleri, sonunda ise yine bugün artık hiç kimsenin tasvip etmediği Menderes ve arkadaşlarının siyaseten idamlarıyla noktalanmıştır.
27 Mayıs'ın en kötü mirası, bu hareketin Ordu'nun siyasete müdahale alışkanlığını kazandırmış olmasıdır. Nitekim 22 Şubat 1962 ve 21 Mayıs 1963 Talat Aydemir kalkışmaları, bu defa Başbakan olan bizzat İnönü'ye rağmen yapılmış; onun eski asker tecrübesi ve nüfuzu sayesinde zor engellenebilmiştir. Ama bu defa da Talat Aydemir ve arkadaşlarının idamıyla sonuçlanmıştır.
12 Mart'ın habercisi, 1971 yılı 9 Mart Cuntasına gelince, 27 Mayıs Anayasası'nın getirdiği özgürlüklerin, bugün artık çoğunlukla zamanın sol aydın ve akımlarınca istismar edilmesi sonucu zuhur ettiği kabul edilmektedir. Ne gariptir ki, sol gençliğin çoğu da ideolojik olarak Rusya’dan değil Batı'dan beslenmiş; rol modelleri Fransa'da 1968 öğrenci olaylarında öne çıkan sol Batılı öğrenci liderleri olmuştur. Ama sembolleri Marksist Leninist semboller, okudukları da - her ne kadar anlıyor ve özümsüyorlar idiyse - Batı'dan tercüme Marksist Leninist kitaplar idi.
Maalesef, üniversitelerin boykot ve işgaller yüzünden okunamaz olduğu, bazı fabrikaların işçi olayları yüzünden üretimden mahrum kaldığı, Devrimci Doğu Kültür Ocakları marifetiyle ırkçı bölücülüğün Doğu vilayetlerinde cirit attığı anarşi ve kargaşa ortamında, 1970 sonu ile 1971 başlarında Madanoğlu Cuntası -Millî Demokratik Devrimci Doğan Avcıoğlu kliğiyle işbirliği yaparak- darbe hazırlığına girişmiştir. İçlerinde Marksistlerle beraber hayli Kemalistler de vardır. Özellikle genç havacılarla birlikte üst kademeden Hava Kuvvetleri Komutanı Org. Muhsin Batur ile Kara Kuvvetleri Komutanı Org. Faruk Gürler de maalesef cuntayla birlikte hareket etmişlerdir. (Hatta onlara asıl cesaret verenin, bu iki kuvvet komutanı olduğu anlaşılmaktadır.)
İşte tam da hareket aşamasında iken, MİT eliyle -o zaman üniversitedeki elemanı asistan Mahir Kaynak kanalıyla- deşifre olup hazırlıklar Genelkurmay'a iletilince Gürler ve Batur, geri çekilirler. Bunun üzerine 9 Mart 1971 akşamı kararlaştırılan düğmeye basılamaz ve harekete geçme planı suya düşer.
Ardından 10 Mart'ta Genelkurmay'da gün boyu yapılan geniş katılımlı generaller toplantısında, genç subayların hâkim olan eğilimleri aksine darbe değil, Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç ve ordu komutanlarının tümünün imza koyacağı bir muhtırada karar kılınır. Ve muhtıra, 12 Mart günü TRT'den yayımlanınca da malum, Demirel Hükûmeti istifa eder. Böylece 12 Mart Hükûmetleri süreci başlar. Önce bahis konusu Madanoğlu ekibiyle birlikte sol basın ve anarşiden sorumlu sayılan sol aydınlara, öğrenci kliklerine, örgütlerine yönelik operasyonlar, sonra da yargılamalar yapılır. Nihayet 6 Mayıs 1972'de -yine bugün artık büyük çoğunluğun tasvip etmediği- Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının idamıyla noktalanır. (Alparslan Türkeş'in idam oylamasına katılmadığı söylenir.)
Batı’da hükûmetlerin, başta üniversiteler olmak üzere bütün alanlarda aldıkları sosyal, kültürel ve güvenlik reformlarıyla birlikte her çeşit öğrenci ve işçi olayları bitirilmişken bizde bitmez; sol-sağ ile de kalmayıp ırkçı bölücülüklerden mezhepçiliğe kadar her türlü musibet devreye sokulur. Bu defa çatışmalar, üniversitelerden liselere kadar indirilir; kendisi güvenlikten sorumlu polisler bile kamplara bölünür; eline geçirdikler karşı görüşten gençlere, insanlara işkenceler uygular; bu kargaşada sokaklar, hatta şehirler yangın yerine döner. Derken öğrencinin, öğretmenin okuluna, işçinin fabrikasına, esnafın dükkânına güvenle gidemez olduğu, her gün karşılıklı olarak cinnet hâlinde “sol”dan ve “sağ”dan gençlerin, aydınların, gazetecilerin, sendikacıların ve siyasetçilerin katledildiği, herkesin anarşiden bunaldığı bir güne kadar gelinir. O gün, bu defa 12 Eylül 1980'dir. Ordu, bütünüyle idareye el koymuş; darbelerin en şedidi gerçekleşmiştir. Bu defa da “sol”dan ve “sağdan "Eylül'ün kırdığı güller"e sıra gelir; sıkıyönetim mahzenleri işkence çığlıklarıyla çınlar, genç, bazısı rüşdüne bile ermemiş çocuklar -denge olsun diye- bir “sağ”dan bir “sol”dan asılırlar. Binlerce, yine çoğunluğu genç beyin ya şehit olmuş ya hapislerde çürümüş; sağ kalanlarsa ya ülkesini terk etmiş yahut güvenlik güçlerine, hatta devletine düşman hâle getirilmiştir.
Aziz Dostlarım,
Daha ötesine, yani 28 Şubatlara, FETÖ kumpas ve darbelerine kadar gitmeden, sayıp dökmeden diyelim ki;
Ülkemi, milletimi ve istiklalimi, tarihî değerlerimi ve kutsallarımı sayıp seviyorum; bu değerlerin geleceğe alnım ak, başım dik olarak taşınmasını istiyorum diyorsak geçmişin kavgalarına dünün gözlükleriyle değil, bugünün eleştirel nazarlarıyla bakmayı deneyelim.
Mesela diyelim ki, şunlar, şu insanlar, şu gruplar şuralarda, şu fikir ve tasavvurda değil, şu iş ve eylemde şu, şu hataları yaptılar; belki de onlara bu hataları birileri yaptırdı, bunu dünden bugüne bakınca anlıyor ve kabul ediyorum!..
Peki, acaba bizler -yine şu fikir ve tasavvurda değil - şu iş ve eylemlerde benzer hataları yapmış olamaz mıyız ya da birileri bize bu hataları yaptırmış olamaz mı? Kendimi değerlendirmem, hesaba çekmem için dünden bugüne bakmak yetmez, aynı zamanda bugünlerden, bugünkü şartlardan, bugünkü bilgi, belge, hatta iş ve eylemlerden kalkarak düne bakmam lazım.
Keza Batı'ya da Doğu'ya da Amerika'ya da Rusya yahut Çin'e de dün ne yapıyorlardı, bugün ne yapmaktalar; kimleri, nasıl ve niçin kullanıyorlardı, bugün nasıl ve niçin kullanıyorlar, diye bakmamız gerekmez mi?
Biz, neden hâlâ ülkemiz ve insanımızın heba olmasına teşne bir hâlde, iş ve eylemlere bilerek bilmeyerek kürek çekiyoruz?
Ve biz, ne zaman hep birlikte kollarımızı semaya kaldırıp “Bu ülke bizim, bu insanlar bizim; keşke dünün sorumluları sorumluluk bilinciyle hareket edebilseydi; keşke onlar da başka örnek ülkeler gibi gençlerini, öz insanlarını Doğu'nun Batı'nın, Kuzey'in Güney'in sözde parıltılarına kurban etmeseler, özellikle Devlet devletliğini bilse, insanını gözü gibi aziz bilip heba etmeseydi”; “Keşke Menderes ve arkadaşları da, Talat Aydemir ve arkadaşları da, Deniz Gezmiş ve arkadaşları da, 'Eylül'ün Gülleri' de kırıma uğramasalardı.” diyebileceğiz!
"Dün, dünde kaldı." demeden, dünün hatalarını görmeyi ihmal etmeden hiç olmazsa dünden ders alıp sorumluluk sahibi olan aydın, eğitimci, siyasetçi, iş ve eylem insanları olarak aklımız ve vicdanımızla hareket etmek varken neden hâlâ birbirimize saygısız, hatta insafsız ve merhametimiz davranmaya devam ediyoruz?
Hâsılı kelam;
Bendeniz bu yaşımda ortadan, hatta kitabın tam ortasından konuşarak diyorum ki;
Kıydığımız fidanlar, kırdığımız güller hâlâ yetmedi mi?