Mesele ve Çözüm: Nasıl Yaklaşmalı?

Mehmet ÖZ

Son dönemde Cumhurbaşkanımızın “Güzel şeyler olacak” sözleriyle yeniden alevlenen ve aslında belki, bazı gözlemcilerin de belirttiği gibi, Başbakanın ABD gezisi ile başlayıp Türkiye’de “Ergenekon” adı verilen dava sürecinin de yardımıyla önü açılan “Kürt Açılımı” veya “Demokratikleşme Açılımı” tartışmaları, bazı çevrelerce ülkemizin son 25 yılına damgasını vuran, enerjisinin önemli bir bölümünü heba eden ve en önemlisi binlerce ailenin telafisi imkânsız acı kayıplar yaşamasına sebebiyet veren en önemli meselelerinden birinin çözülmesi istikametinde bir adım olarak görülürken diğer bazı çevrelerce dış güçlerin (bilhassa Irak’tan çekilen ve Kuzey Irak’ta oluşturduğu yapıyı Türkiye’nin himayesiyle idame ettirmeye çalışan ABD’nin) yönlendirmesiyle atılan ve gelecekte Türkiye’nin bölünmesine uzanacak tehlikeli bir adım olarak değerlendirmektedir.

Adına ne dersek diyelim-ki kanaatimce “Kürt sorunu” ifadesinin yaygınlıkla benimsenmesi yanlış olmuş ve adeta PKK’nın silahlı terör faaliyetini haklılaştırmıştır- üzerinde durduğumuz mesele, Türkiye’nin tamamen çözmese de belirli bir çerçevede yönetilebilir bir hale getirmesi gereken en hayatî meselesidir. Türkiye, Birinci Dünya Savaşı sonrasında parçalanan ve işgal edilen İmparatorluğun yıkıntıları arasından bir Millî Mücadele ile çağdaş bir millî devlet kurmayı başarmış ama dönemin şartları ve imkânsızlıkları, Doğu ve Güney-doğunun coğrafî, sosyal ve ekonomik şartlarının yanı sıra izlenen bazı hatalı politikalar vb. sebepler yüzünden bu millî devlet girişimi maalesef nihaî amacını tam olarak gerçekleştirememiştir. Demokrasiye geçişle birlikte ülkenin ve milletin her açıdan bütünleşmesinin kanalları açılmış ama askerî darbeler ve bilhassa 12 Eylül 1980 darbesi bölgedeki ayrılıkçı ve bölücü faaliyetlerin azgınlaşmasında önemli rol oynamıştır. (Fakat bu hareketleri bugün bazılarının aşırı bir kolaycılık ve indirgemecilikle Ergenekoncu zihniyete ve yapılara mal ederken dış faktörleri ve bölücü Kürtçü siyaseti neredeyse tamamen göz ardı etmesi dikkat çekicidir.)

Bazı gözlemciler ve yazarlar devletin meseleye zamanında doğru teşhis koyamadığını, koysa bile gerekli tedbirlerin alınmasında geç kalındığını ve dolayısıyla zaman içerisinde ayrılıkçı taleplerin derinleştiğini ileri sürüyorlar. Bir tarihçi olarak tarihte illiyet (veya nedensellik) ilişkilerinin tartışmalı bir alan olduğunun farkındayım.. Tarihçilerin en çok tartıştıkları konuların başında tarihî olaylar arasındaki sebep-sonuç ilişkilerinin niteliği gelir. Ele aldığımız konu bakımından bu çok önemlidir. Esas itibariyle devletlerin ayrılıkçı hareketlerle ilgili tavırlarında problemli bir yaklaşım tespit eden bazı aydınlar zamanında alınmayan tedbirlerin (bazıları buna verilmeyen tavizler de diyebilir) sonraki aşamalarda faydasız hale geldiğini ileri sürmektedir. Buradan çıkan açık veya zımnî sonuç, Türkiye Cumhuriyetinin daha ilk aşamada gerekli tedbirleri alması halinde ayrılıkçı Kürtçü hareketinin sonuç vermeyeceği ve dolayısıyla günümüzde ayrılıkçı etnik milliyetçiliğin geldiği noktada asıl sorumlunun gerekli tedbirleri zamanında alamayan devlet adamları olduğudur.

İkinci olarak, Osmanlı geleneğini tevarüs eden Cumhuriyet dönemi devlet adamlarının, tıpkı selefleri gibi, birtakım önemli etnik veya dini problem alanlarını yok sayma veya görmezden gelmeye eğilimli oluşu da sıkça eleştirilir. Zamanında kulak verilmeyen masum taleplerin, siyasi mücadelenin ilerlemesiyle yerlerini daha ileri taleplere bıraktığı da bazı aydınların dikkat çektiği bir husus… Onlara göre artık siyasî haklar aşamasına gelinmiştir ve nitekim PKK ve onu destekleyen DTP’nin aksine, şiddete karşı olduğunu belirten bazı Kürt örgütleri federasyondan dem vurabilmekte, Kürtlerle Türkleri, Kürtçe ile Türkçeyi eşit sayacak bir anayasa talep edebilmektedir.

Acaba bu gerçekten böyle mi? Osmanlı Devletinin son yıllarında dillendirilen ve Cumhuriyetin ilk 15 yılında bazısı çok kapsamlı isyan hareketlerine dönüşen talepler, gerçekten de çok masum muydu, yoksa uluslar arası desteklere de güvenerek aslında bağımsız bir Kürt devleti kurmak amacına mı yönelikti? Aydınların devlete ve politikalarına mesafeli ve eleştirel yaklaşması olağan ve gerekli ama aynı eleştirel bakışı devlet dışı siyasî aktörlerden ve bölücü, ayrılıkçı, etnik milliyetçilerden de esirgememek kaydıyla... Onları harekete getiren saikleri ve amaçlarını da gerçekçi biçimde görmek lazım. Bu dün olduğu gibi bugün için de geçerli…

Maalesef, hangi etnik gruba mensup olursa olsun Türk milletinin ve onu oluşturan unsurların tarihî ve kültürel değerlerine yabancılaşmış, milletin birlik ve bütünlüğünün bütün bu unsurlar için ifade ettiği müspet anlamın farkında olmayan ama sözde “çağdaş” bazı değerler adına hareket ettiğini zanneden yarı-aydın takımı, bir “Kürt Sorunu”nun varlığını ve bu sorunun da Kürtlerin talepleri neyse o doğrultuda çözülmesi gerektiğini açıkça veya zımnen yazıp çizmektedir. Terörle mücadelede yapılan yanlışları eleştirmek başka bir konudur ama komşu bir ülkede veya ülkemizin sınırları içerisinde silahlı bir örgütün varlığına göz yumulmasını istemek veya örgütün silahlı faaliyetlerini göz ardı ederek ordudan operasyonlara son vermesini talep etmek iyi niyetle asla bağdaşmayan bir yaklaşımdır. Bu silahlı örgütün faaliyetlerini “Kürt meselesi” kavramlaştırmasıyla meşrulaştırmaya çalışanlar veya bu terörün Kürtlere karşı yapılan haksızlıkların sonucunda ortaya çıktığını ve bu haksızlıklar kısmen veya büyük ölçüde giderilse dahi devam etmesini eleştiremeyenlerin suçlanmaması gerektiğini öne sürenler, Türk milletine de haklarını savunduklarını zannettikleri Kürt etnisitesine mensup vatandaşlarımıza da iyilik yapmamaktadır

“Kürt meselesi” olarak adlandırılan problemimiz elbette siyasî, sosyal, kültürel, ekonomik boyutları bir bütün olarak düşünülmek suretiyle ele alınmalıdır. Sosyo-ekonomik yapısı ve modernleşme sürecinde yaşanan sosyal ve kültürel problemleri dikkate almadan bu çok yönlü bir problemi “siyasî çözüm” veya “kimlik açılım” seçeneğine hapsetmek, ister istemez ülkemizde tek değil “iki millet” oluşturmak ve orta veya uzun vadede bölünmenin yollarını döşemektir. Zannediyorum ki “siyasî çözüm” terimini kullananların bir kısmı meselenin salt askeri önlemlerle değil, siyasîlerin alacağı kapsamlı bir tedbirler paketi ve uzun vadeli bir siyaset geliştirilmesiyle halledilebileceğini kastediyor; buna mukabil en azından bir kesimin bundan anladığı özerklik, federasyon, anayasada “iki milletlilik” gibi kabul edilmesi imkânsız formüllerdir. Zira bunlar, Türkiye’nin tarihî tecrübesini, devlet geleneğini, sosyal yapısını dikkate almayan ve meseleye sadece belirli bir etnik grubun kültürel ve siyasî haklarının tanınması açısından bakıp o unsurun ülkenin büyük kısmında iç içe yaşadığı diğer unsurlarla ortaklıklarından ziyade farklılıkları öne çıkaran ve uzun vadede ayrışmanın zeminini oluşturacak niteliktedir. Gücünü büyük ölçüde sindirme ve korkutmaya dayandıran, Stalinist ve acımasız bir örgütün “demokratikleşme”den bahsetmesi gülünç-ötesi olarak geçilebilir ama bu örgütü ve liderini meselenin asıl muhatabı ilan edenleri muhatap kabul etmeye ne denilmeli?

Türk milletinin siyasî, sosyal ve kültürel bir varlık olarak bin yıldır var olduğu, Türkçe’nin 13. yüzyıl başlarından itibaren bir edebî dil ve daha sonra da bir devlet dili olarak kökleştiği, pek çok farklı etnik ve dinî grubu bir arada yaşatan bir imparatorluk tecrübesinin yaşandığı bu topraklarda yeni bir anayasa veya açılım yaparken tarihî gerçeklerin ve günümüzde ve tarihte başka coğrafyalarda yaşanılan tecrübelerin muhakkak dikkate alınması ve bu toprakların yapısına uygun olmayan arayışlara girmek yerine kardeşliği ve demokratik haklara sahip vatandaşlığı geliştirici tedbirler üzerinde düşünülmelidir.

Tarih bize bugün ülkemizde bir “millî mesele” haline getirilmek istenen türdeki meselelerin kolay çözülememesinin arkasında, bunların dış dinamiklerinin küçümsenmeyecek rol oynamasının yattığını söylüyor. Bugün de Ortadoğu ve Orta Asya siyasetleri, “Kürt kartı”nı bazıları için önemli hale getirmiş olabilir ama Türkiye, tarihî birikimi ve devlet tecrübesi ile hiçbir uluslararası büyük gücün göz ardı edemeyeceği bir bölge gücüdür. Yine, hem aydınlarımızın hem de Kürt yurttaşlarımızın unutmaması gereken bir hususa dikkat çekmek isterim: Bu topraklar yaklaşık olarak bin yıldır bir ortak yaşama ve dayanışmanın şahididir. Bu süreçte acı tatlı günler, hatıralar yaşanmıştır; ama bazı farklılıklar olmakla birlikte bu topraklarda yaşayan halk ortak bir geçmişe, inanca ve kültüre sahiptir.

“Kürt sorunu” gibi kavramlaştırmalarla Kürt etnisitesine mensup vatandaşlarımızı ayrı bir millet haline getirme girişiminin meşrulaştırıldığının da farkına varmalıyız. Çoğunluğu Türkiye’nin Doğu ve Güneydoğusunun dışında yaşayan, büyük ölçüde başka etnik gruplarla evlilik yoluyla iç içe geçmiş, siyasî ve sosyo-ekonomik hayatta kökeni dolayısıyla ayırımcılığa uğramamış insanlarımıza farklı bir siyasî-toplumsal topluluk muamelesi yapmanın hiçbir meşru dayanağı olmasa gerektir. Bugün ülkemizde Kürtlerin, Alevilerin veya başka etnik-dinî grupların bazı meseleleri olabilir ama meselelerimizin en önemlileri toplumumuzun bütününü ilgilendiren sosyal, kültürel ve ekonomik problemlerimizdir. Bölücülük ve ayırımcılığın bu ülkede yaşayan insanlara kötülükten başka bir şey getiremeyeceğinin en sağlam delili de yakın tarihtir.

Türkiye’de farklı etnik kökenden gelen yurttaşlara karşı devlet, anayasa çerçevesinde, hukuk devleti ilkeleri doğrultusunda ve demokratik hak ve hürriyetleri genişleterek yaklaşmalı… İnsanların dil, din, inanç ve kültürlerini serbestçe yaşamasına müdahale etmemeli. Buna mukabil Kürt entnisitine mensup ve/veya Kürtlerin haklarını savunma iddiasındaki aydınlar ve siyasi çevreler, bu ülkenin 1000 yıllık tarihini ve bu tarihteki birliği yok sayan, salt farklılıklara vurgu yapan ama benzerlikleri ve iç içe geçmişliği göz ardı eden bir yaklaşımla anayasada açıkça bir etnik grubun yer alması gibi nihai tahlilde ayrışmaya yol açacak görüşlerinden vazgeçmelidirler. Bu ülkede sayıca Kürtler kadar olmasa da Kafkas ve Balkan kökenli farklı etnisitelere mensup ama kendilerin bu ülkenin birinci sınıf vatandaşı olarak gören insanları da “Peki bizim eksiğimiz ne?” sorusuna yöneltmek sonuçta kime ne yarar sağlar? Daha da önemli olarak, artık bazı yazarların açıkça dile getirmeye başladığı gibi ölçüsüz ve dikkatsiz bazı ifadelerle bir “Türk Meselesi”nin fitilinin ateşlenmesi de tamamen ihtimal dışı değildir. Bazıları bunun çok yanlış bir yaklaşım olduğunu söyleseler de bugün ülkemizde bu gibi şikâyet ve sızlanmaların dile getirilmediği söylenemez.

Hâsıl-ı kelam, Türkiye derin ve köklü bir tarihe sahip… 21. yüzyıl Türklük ve Türkiye açısından pek çok imkân ve fırsatları barındırıyor. Etnik ve mezhebî farklılıkları kaşıyarak bu fırsat ve imkânların nötralize edilmesine çalışanların değirmenine su taşımadan kendi toplumumuzun meselelerini kendi aklımızla, kendi tarihimize ve geleneğimize yakışır bir vakar, itidal ve teenni ile halletmeye çalışmalıyız. Etnik kimliği ve aidiyeti millî kimliğin ve millî mensubiyet şuurunun üzerine çıkarmak, bu ülkenin uzun vadede bölünmesi ve kargaşaya düşmesine sebebiyet verecektir. Ortak tarih, değerler ve ortak gelecek tasavvuru çerçevesinde, demokrasi ve bireysel hakların kökleştirilmesi yoluyla bu meselelerin ateşi düşürülebilir. Orta ve uzun vadede ise zenginleşen, ekonomik ve sosyal bütünleşmesini sağlayan Türkiye, hangi etnik kökene veya inanca sahip olursa olsun bütün yurttaşlarının kendini dışlanmış veya aşağılanmış hissetmeden gururla sahip çıkacağı bir ülke olacaktır.