2020’lerde Dünya, Bölgemiz ve Türkiye
Türk Ocağının kuruluşunun 109. yıl dönümünü idrak ettiğimiz bugünlerde ülkemiz, çevremiz ve aslında bütün dünya; büyük, hızlı ve belirsizliklerle dolu bir dönüşüm, değişim ve kriz döneminden geçiyor. Sürecin dönüşüm boyutunda sayısal (dijital) çağ, değişim boyutunda siyaset alanından kültür alanına uzanan geniş bir yelpazede çalkantılar ve yeni yönelişler, kriz boyutunda ise uluslararası sistemden insan psikolojine kadar geniş bir sahada meseleler ve belirsizlikler zikredilebilir.
Esasen 1990’larda iki kutuplu dünya düzeninin ortadan kalkmasından itibaren bölgemiz başta olmak üzere dünyamızın çeşitli bölgelerinde savaşlar, hastalıklar, göçler, siyasi kargaşalar giderek ivme kazandı. “Tarihin Sonu”, “Medeniyetler Çatışması” gibi meşrulaştırıcı teorilerle ABD’nin “yeni dünya düzeni” adı altında küresel hâkimiyetini sürdürmek uğruna başta Irak’ın işgali ve Büyük Orta Doğu Projesi olmak üzere bölgemizi yangın yerine çevirmesine şahit olduk. Bugün gelinen noktada, Çin’in küresel ekonomik güç olarak yükselişi, Rusya’nın Putin liderliğinde, şartlardan da yararlanarak eski yayılmacı konumuna dönmesi, “kovid 19” salgınının uluslararası kurumların yetersizliğini ortaya koyması vb. gelişmeler, önümüzdeki süreçte başka arayışların gündeme gelebileceğinin sinyallerini vermektedir. 2020 yılının Aralık ayı başlarında yayımladığı bir yazıda Daron Acemoğlu, iki kutuplu dünyanın tehlikelerine işaret ediyordu. Acemoğlu bu bağlamda, BigTech (yapay zekânın ve gözetleme sistemlerinin doğurduğu ve doğuracağı sosyal ekonomik meseleler, mahremiyete dönük tehditler vb.), demokrasi ve insan hakları ve iklim değişmesi gibi üç temel meselede yol açabileceği olumsuzluklara karşı dört kutuplu bir dünyanın daha dengeli olacağını iddia ediyor. Bu dört kutupta, Çin ve ABD rekabetinin yanında Avrupa ile “Yükselişte Olan Güçler” (Y10: Brezilya, Endonezya, Güney Afrika, Hindistan, Malezya, Meksika, Türkiye vb.) var. Bununla birlikte dört kutuplu dünyanın her şeyi yoluna koyamayacağı da açıktır. Avrupa’nın insan hakları ve demokrasi meselesinde, otoriter yönetimlerin hâkim olduğu yükselişte olan güçlerle pek anlaşamadığının altını çizen Acemoğlu, buna dört kutuplu bir dünyanın iki kutupluluğa göre daha ümit verici olduğunu belirtmektedir.[1]
Türk Yurdu dergisinin Aralık 2020 sayısında yazdığım yazıda, Dünya Ekonomik Forumu'nun kurucusu ve İcra Kurulu Başkanı Klaus Schwab'ın, Time dergisinin Kasım 2020 sayısında yayımlanan “Büyük Sıfırlama” konulu, "Daha İyi Bir Ekonomi Mümkün. Ama Bunun İçin Kapitalizmi Yeniden Tasarlamamız Gerekiyor" başlıklı yazısına değinmiştim. Bu yazıda, Kovid-19 salgınının patlamasını takip eden aylarda bildiğimiz şekliyle dünyanın tersyüz olduğu, krizin bu ilk döneminde daha aydınlık bir küresel gelecek beklentisi hakkında ümitli olmanın çok zor olduğu tespitinden sonra özetle şöyle deniliyordu:
Krizin ilk dönemindeki tek olumlu gelişme, sera gazı salınımındaki düşüştü. Hadiseler ve haberlerden, Korona virüsü salgınının zaten karşı karşıya olduğumuz muazzam ekonomik, çevresel, sosyal ve siyasi sorunları daha da kötüleştireceği kanaati ağır basmaktaydı. Hayatımızı ve gezegenimizin sağlığını daha iyiye götürmek için elimizde teknolojiler olmakla birlikte bu kısır döngüden çıkmak kolay değildir.
Yazıda, neo-liberal ideolojinin “Piyasa en doğrusunu bilir.” düşüncesinin yanlış olduğunun ortaya çıktığı ama “Daha erdemli bir kapitalizm mümkündür.” inancını doğrulayan gelişmelerin de meydana geldiği ileri sürülmekteydi. Derginin başlığı (The Great Reset), alıştığımız hâliyle dünyayı sıfırlamaktan, sil baştan yeniden düzenlemekten bahsediyordu. Yazılardan birinde ise “Yeni Kapitalizm”de dikkate alınması gereken hususlar olarak şunlar vurgulanıyordu:
1. “Sürdürülebilir Gelişme Hedefleri”nin (SGH) çeşitli amaçlarını karşılayacak “iyi talep” hâsıl edebilecek ve bunu ekonomik kâr olarak elde edecek bir sistem kurmak.
2. İş hayatı, “Çevresel, Sosyal ve Ortak Yönetişim” (ESY) ile uyumlu şekilde bütün toplumun mutluluğu peşinde çalışmalı ve toplum da bunu yapan ve böylece daha büyük müstakbel kârlar ve artan ortak değerler meydana getiren işletmeleri desteklemelidir.
Daha sonra bu “yeni kapitalizm” şu şekilde ifade ediliyor:
“Biz, SGH’lere katkıda bulunacak malları ve hizmetlere duyulan tüketici talebini arttıran ve bu “iyi talep”i ekonomik getirilerle karşılayan şirketleri ödüllendiren yeni bir kapitalizme ihtiyaç duymaktayız.”
Ian Bremmer’in, derginin aynı sayısında yer alan yazısında ise salgından sonraki ayların geçtiğimiz on yılların en önemli jeopolitik eğilimlerini çok daha güçlü hâle getirdiği belirtilir ve şunlar zikredilir: artan eşitsizlik, demokratik kurumların aşınan meşruiyeti, eskiyen küresel mimari [düzen] ve sürekli artan seviyelerdeki teknolojik kopuşlar. Daha sonra bunların her birini kısaca ele alan yazar, teknolojik alandaki hızlı değişmelerle ilgili kısımda ABD ile Çin arasındaki en önemli rekabet alanının yeni teknolojiler olduğu, sayısal devrimin kaybedenleri ve kazananlarının olacağı kanaatini belirtir. Yeni teknolojiler; şimdiye kadar görülmemiş uzaktan öğrenim fırsatları, tele-tıp uygulaması, tarımda ilerlemeler ve geleceğin “akıllı şehirler”ini yaratacak buluşlar ortaya koyarak çok daha fazla beşerî potansiyelin önünü açacaktır. Toplumun bazı kesimleri, bu büyük sıçramayı yapamayacaktır. Hükûmetlerin mümkün olan en çok insana tedarikte bulunmak için toplum sözleşmesini nasıl yeniden yazabilecekleri meselesi ise acil ve hayati bir mesele olarak önümüzde durmaktadır.
Kısacası “Büyük Sıfırlama” teorisyenleri, insanlığın önümüzdeki on yıllarda baş etmek zorunda olduğu meselelere değinmekte ve yeni bir kapitalizmin gerektiği üzerinde durmaktadırlar. Bu gayretler, küresel egemen güçlerin kendi pozisyonlarını ve üstünlüklerini sürdürebilmek için toplum nezdinde meşruiyet arayışlarının yansımalarıdır. Ama aynı zamanda belirli bir sistemin sahiplerinin kendi düzenlerini devam ettirebilmek için özeleştiri yapmaları ve yeniden gözden geçirmeye açık olmaları söz konusudur. Dünyamız, bir yandan baş döndürücü yeni teknolojilerin tesiriyle yepyeni bir insan ve toplum tipine doğru evrilmekte öte yandan da küresel egemen güçler, kendi bekaları için gözden çıkarılacak kesimler hakkında tasarımlar geliştirmektedir. Teknolojiye karşı çıkmak, hem anlamsız hem de nafile; önemli olan bu yeni teknolojilerin insanlık şeref ve haysiyeti ile bağdaşmayan uygulamaları karşısında küresel, vicdani bir hareketi inşa etmektir. Bunun için de öncelikle “millet olarak kendi varlığımızı yeni şartlarda, temel insani değerlerle uyumlu bir şekilde nasıl idame ettirebileceğimiz” konusu üzerinde çalışmamız şarttır. Dünyayı, sil baştan yeniden tasarlamaktan bahseden küresel kapitalist sistem karşısında, insanlığa ümit ışığı olacak bir hürmet, şefkat ve adalet medeniyetine ihtiyacımız her zamankinden daha ziyadedir.
Bu bağlamda, yaşadığımız salgın süreci ile ilgili çok önemli bir yazıda Kemal Sayar Hoca şunları söylemektedir:
“Görülmemiş ölçüde ağır bir salgın, dünyayı hizaya getiriyor. Başımızı iki elimizin arasına alıp düşünmemiz gerek. Geleceğin bankasından çok borç çektik ve şimdi tabiat bizden onu tahsil ediyor. (…) Yabanıl doğaya tahakküm etmeye çalıştıkça vahşi türler bize yakınlaştı, hayvan mikropları insanlara sirayet etti. Şimdi doğa geri konuşuyor ve bizim kibrimize cevap veriyor. (…) Gözle görülmeyen bir ‘düşman’, insanı kendi yaptıkları üzerine düşünmeye çağırıyor. Bu salgından insanlığımızı kaybederek mi çıkacağız yoksa içimizde yankılanıp duran vicdanın çağrısını işitebilecek miyiz? (…) ‘Önce ben’ mi diyeceğiz yoksa ‘benimle birlikte başkaları da’ mı? Merhametin diliyle mi konuşacağız, bencilliğin esvabına mı bürüneceğiz?”.[2]
Sayısal çağda sosyal basın yayın başta olmak üzere sanal âlemin fertler ve toplum üzerindeki etkileri tartışılmaz. Geniş bir pencereden bakıldığında, pek çok olumlu yön yanında bir o kadar veya daha fazla olumsuzluk sıralanabilir. Bilgiye erişim imkânlarının olağanüstü genişlemesi memnuniyet verici ama aynı zamanda bilgi çarpıtma ve yanlış bilgilerin yaygınlaşması da bir gerçek. Bu bakımdan sayısal okuryazarlığın geliştirilmesi elzemdir. Sunulan içeriklere tabi olmak yerine, kendi kültür değerlerimizi bu ortamlara aktarmak, yeniden yorumlamak önemli bir husus. Sosyal basın yayın, hak ve adalet arayanların sesini duyurmada önemli bir araç ama aynı zamanda “mağduriyet” edebiyatına yatkın yapısı dolayısıyla yönlendirmeye de ziyadesiyle açık. Dil ve kültürde meydana getirdiği yozlaşmayı eleştirmeliyiz ama aynı zamanda farklı kültür ve ülkeleri tanımamızda sağladığı imkânları göz ardı edemeyiz.[3] İcat etmediğimiz, alıp benimsediğimiz teknolojiler elbette kültürel ve manevi dünyamız üzerinde etkili olmaktadır. Önemli olan, bu yeni teknolojileri kendimizin icat etmesi, icat etmediklerimizin ise muhtevalarını belirlemek için bilinçli bir kültür politikası takip edilmesidir.
Dünyada tecrit edilmiş bir şekilde yaşamıyoruz. O hâlde bütün gelişmeleri yakından takip etmekle yetinemeyiz; ön almak, süreçleri yönlendirmek ve kendi anlayışımızı hâkim kılmak zorundayız. Şubat ayında ebedî âleme uğurladığımız merhum İdris Yamantürk’ün hayat hikâyesinin derlendiği kitapta şöyle küçük bir hikâye var: Adalet Partisinin kuruluşu yıllarında devlet hizmetinden ayrılıp serbest çalışmaya başlayan Süleyman Demirel’in Kızılay’daki yazıhanesine gelen bir Amerikalı şöyle der: “Siz Türkler, bir hadise olunca ‘Şimdi ne olacak?’ diye sorarsınız. Biz Amerikalılar da ‘Şimdi ne yapacağız?’ diye sorarız. İdris Ağabey bu küçük hikâyeyi, karar verme yetkisini kullanmanın önemini vurgulamak için anlatmış.[4] Türk aydınları; sanat, bilim ve düşünce insanları yeni teknolojilerin, iklim değişikliğinden salgın hastalıklara varıncaya kadar çeşitli meselelerin çözüm yolları üzerinde düşünmek ve çareler üretmekle yükümlüdür. Küresel egemenlik mücadelesi yürüten güçlerin temel insani değerlere, insanın fıtratına aykırı girişimleri karşısında insani ve ahlaki bir medeniyet tasavvurunu kuvveden fiile geçirmek durumundayız. İnsanlığı tehdit eden gelişmelerin, aynı zamanda millî kimliğimiz ve istiklalimiz açısından da vahim sonuçlar doğurma gizil gücünü taşıdığı gerçeğine gözlerimizi yumamayız. İnsanlığa yeni, güler yüzlü kapitalizm teklif edenlere karşı, bizim tezimiz nedir? Bu meselede, kendi tarihimizin mirasından nasıl yararlanabiliriz? Birkaç gün önce beka âlemine uğurladığımız muhterem Mehmet Genç Hocamızın, cevabını bulmak için ömrünü verdiği Osmanlı medeniyetinin özgünlüğü ile ilgili düşünceleri bize bir ışık olabilir.[5] Liyakate dayalı bir yönetim düzeni ile kapitalizmin ne pahasına olursa olsun kârı önceleyen mantığına karşı, insanların ihtiyaçlarını karşılamaya ve toplumda denge ve adaleti muhafazaya dayalı bir iktisat zihniyeti, yani insani bir ekonomik düzen. Evet, bu değerler dizisi, Batı medeniyeti karşısında tutunamadı ama o mirastan bize kalan dayanışmacı toplum yapısı, hâlâ pek çok sosyal meselemizin büyük patlamalara yol açmadan “yönetilmesi”nin zeminidir. Yeni nesillerin görevi, geçmişi taklit değil ondan ilham ve ibret alarak veya en azından o zemini iyi inceleyerek geleceğe yön vermektir.
[1] “The Case for a Quadripolar World”, https://www.project-syndicate.org/commentary/quadripolar-world-better-than-new-us-china-cold-war-by-daron-acemoglu-2020-12?
[2] K. Sayar, “Salgın Bize Ne Öğretiyor”, İnsanlığın Huzuru, haz. A. G. Sayar, Ötüken Neşriyat, İstanbul 2021, s. 187.
[3] Bu konuda dengeli bir değerlendirme için bak. Şenay Yalçın-Rasim Akpınar, “Sosyal Medyanın Toplumsal Huzurumuza Etkilerinin Analizi”, İnsanlığın Huzuru, s. 139-171.
[4] İdris Yamantürk, Türk Milletine Borcumuz Var, haz. O. Çakır, Ötüken Neşriyat, İstanbul 2014.
[5] bak. M. Genç, Osmanlı İmparatorluğu’nda Devlet ve Ekonomi, Ötüken Neşriyat, İstanbul 2000.