Puslu Dönemeçte Türkiye’nin Pusulası: Millî Birlik, Adalet ve Emaneti Ehline Vermek
Türkiye’nin Soğuk Savaş yıllarının sona ermesinden günümüze uzanan serüveni dünya hâkimiyeti mücadelesinin gölgesinde şekillenmeye devam ediyor. 1990’ların başında Türk dünyası gerçeğinin ortaya çıktığı, Türkiye’nin Osmanlı geçmişinden kaynaklanan yumuşak gücüyle yeni bir hamle yapma imkânlarının doğduğu bir dönemde, bir yandan etnik bölücü terör diğer yandan laik-anti laik kavgası eksenlerinde toplumda yaratılan psikoloji bölünmeler 28 Şubat post-modern darbe sürecine zemin hazırladı. Teröristbaşının, zamanın başbakanı Bülent Ecevit’in sebebini anlayamadığı bir şekilde Türkiye’ye teslim edilmesinden sonra da, yeni bir aşamaya gelindi. 21. Asrın başında yaşanan ekonomik kriz ve ardından meydana gelen gelişmeler eski siyasetin radikal şekilde tasfiyesine ve 28 Şubat sürecinin mağduriyeti temelinde sahne alan AKP’nin yükselişine yol açtı.
Öte yandan, 1991 Irak müdahalesinden sonra Irak’ın kuzeyinde temelleri atılan yeni oluşum 2003’te yapılan ve Saddam rejimine son veren harekât sonucunda yeni Irak devletinin federe bir unsuru halini aldı. Geçtiğimiz on yılda, zikzaklı gelişmeler olsa da özellikle Suriye iç savaşının başlamasından sonra Kuzey Irak Bölge Yönetimi Türkiye ile sıkı ilişkiler içinde konumunu güçlendirmeye çalışmaktadır. Suriye’de ise PKK-PYD’nin önderliğinde yeni bir oluşum fiilen kurulmuş olup Ortadoğu’da sınırları yeniden çizmeye kararlı uluslararası gücün dört parçalı Kürdistan projesinin tahakkuku yönündeki iradesi adım adım devam ettirilmektedir.
Türkiye’ye terör örgütü liderinin ağzından teklif edilen Misak-ı Millî havucu bazı iyi niyetlileri cezbetse de sürecin varacağı nihaî noktanın Misak-ı Millî’den çok Sevr projesine benzeme ihtimali çok daha yüksektir. Ne yazık ki, takip edilen yanlış politikalarla vatan coğrafyasının güney-doğusundan Türklük ve Türkçenin silinmesi yönündeki uygulamalar, millî üniter yapının ayaklar altına alınması, anayasamızın değişmez maddelerinin açıkça çiğnenmesi vaka-i adiye haline gelmiştir. Mehmetçiği şehit eden teröristlere yakılan ağıdı gözyaşlarıyla dinleyen yöneticilerimiz, çok düşünerek sarfettiklerini söyledikleri “Kürdistan” kelimesinin kolayca Türkiye’nin doğu ve güney-doğusuna da teşmil edilerek vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğünün her gün mecliste açıkça çiğnenmesine yol açacaklarını hesap edememişler miydi?
Bugün Türkiye’de bir başka alanda, hukuk ve emniyette paralel devletten açıkça söz eden çevreler, vatanımızın o bölgesinde PKK-BDP’nin kuvveden fiile geçirdiği, teritoryal temeli de olan paralel devlet uygulamaları karşısında susuyorlar. Geçtiğimiz süreçte yaşananların zaafa uğrattığı devlet otoritesinin yeniden tesisi zor olacaktır.
Türkiye’nin, Büyük Ortadoğu projesi, ılımlı İslam, medeniyetler çatışması, medeniyetler ittifakı gibi projelerin uygulama alanı haline getirilmeye çalışılan Türk-İslam âleminde, çok dikkatli ve dengeleri gözeten, şahsiyetli bir dış siyasete ihtiyacı var. Türkiye ve Türk milleti, tarihinde devraldığı bu misyonu hatırdan çıkarmamalı ama aynı zamanda kendi gücünü ve realpolitik şartları da iyi okumalıdır. Türkiye, bu coğrafyanın ve tarihin bize apaçık gösterdiği üzere millî birlik ve bütünlükten asla taviz vermeden geleceğini inşa etmelidir. İki dilli tek devletin olamayacağı gerçeğine gözlerini yumanlar tarihî bir veballe karşı karşıyadır. Bu topraklar, tarihteki tavaif-i mülûk (beylikler) ve fetret dönemlerinin maliyetini bilmeyenlerin federasyon fantezilerinin tecrübe sahnesi yapılamaz.
* * * * * * *
Son günlerde dershane meselesiyle başlayıp bir tarafın kara para aklama, yolsuzluk ve rüşvet operasyonu diğer tarafın da Türkiye’ye kurulan uluslararası bir komplo olarak gördüğü gelişmeleri, Türkiye’nin, Türk milletinin ve Türk-İslam dünyasının geleceği açısından büyük bir endişeyle takip ediyoruz. Türk milliyetçileri, Türk Ocaklılar için temel referans noktası bu yaşananların milletimiz açısından taşıdığı mana ve yol açacağı sonuçlardır. Bu kavgadan kimlerin hangi siyasî ya da maddî rantı devşireceği bazıları için önemli olabilir ama Türk milliyetçilerinin tek kaygısı bu kavganın milletimize maliyetidir. Temennimiz buradan bir hayrın çıkmasıdır.
Bu vesileyle bu ülkenin idarecilerine ve aydınlarına bizim tarihî devlet ve toplum felsefesinin temel düsturlarını kısaca hatırlatmak isterim. Medeniyetimizin ve siyasî düşüncemizin temel düsturlarından biri, belki de birincisi adalettir. Kökleri Orhun Yazıtlarına, oradan Kutadgu Bilig’e, Siyasetnâme’ye, Koçi Bey Risalesi’ne, oradan da günümüze uzanan bir vecizede ifade edilir bu: Adalet Mülkün Temelidir. Yani, adalet yönetimin, ülke düzeninin temelidir. Günümüz açısından bunu şöyle de ifade edebiliriz:
Adalet sağlandığı takdirde halk rahat eder ve huzurlu bir ortamda toplumsal ve ekonomik faaliyetlerini gerçekleştirir. Böylece malî yapısı güçlenen devletin askeri ve ordusu da güçlü olur. Günümüzde buna fikrî ve entelektüel kapasiteyi de eklemek lazım. Malî ve iktisadî yönden güçlü devletin insan yetiştirmeye, ar-ge çalışmalarına daha fazla pay ayırması mümkündür. Ordusu, sanayisi ve teknolojisi ve eğitim güçlü olan devlet de güçlü olur ve toplumu adalet ve refah içinde yaşatır.
Adalet o denli önemlidir ki, eskiler “Küfrile dünya durur, zulmile durmaz” demişlerdir. Adaletin zıddı ise zulümdür. Zulm, örtmek anlamına gelir. Hakikati örtmek. Zulüm küfürden de kötü sayılmıştır, zira küfr kişinin gerçeği kendisine örtmesidir; hakikati inkârdır. Halbuki zulm, başkalarına karşı bir fiildir. İşte bu yüzden de, bu vecizede olduğu gibi, yönetim zihniyeti ve tatbikatı bakımından kafir bir yönetimin adil olursa ayakta kalabileceği ama mümin bir hükümdarlığın eğer zalim ise ayakta kalamayacağı ifade edilmiştir. Pek çok siyaset eserinde geçen bu vecizenin XV. yüzyıl yazarı Şeyhoğlu Mustafa’daki versiyonu şöyledir: “padişahlık baki olur küfr ile-adl olıcak ve illa baki olmaz iman ile-zulm olıcak”.
Bugün Müslüman Türk milleti olarak çağdaş toplumlara kendi medeniyetimizi yeniden, asrın diliyle bir alternatif olarak sunmak istiyorsak Batı toplumlarında gelişen demokrasi anlayışını kadim adalet, merhamet ve muhabbet anlayışımızla taçlandırmamız, dönüştürmemiz icap etmektedir. Adalet, bilindiği üzere insaf demektir, o da nısf/yarım kelimesinden gelir. Yani bir şeyi yarı yarıya bölüşmek, hakkı olana hakkını vermektir. Merhamet, İslâm ahlâkının en temel düsturlarından biridir. Yeni medeniyet tasavvuru bir merhamet medeniyeti olmak durumundadır.
Aynı dine, hatta aynı mezhebe inanan insanların dünyevî işler yüzünden birbirlerinin yüzlerine bakamayacak şekilde sert kavgalara girişmesinin bize gösterdiği başka bazı hakikatler de var. İnsanlar arasında adaletle hükmedilmesini emreden ayet aynı zamanda emanetin ehline verilmesine yöneliktir(‘Gerçekten Allah, size emanetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hüküm vermenizi emreder’ (Nisa, 58). Halbuki, yaşanan tartışma, emanetlerin ehlinden ziyade belirli gruplara pazarlıkla verildiği kanaatini güçlendirmektedir.
Yine bu çerçevede, bizzat İslamcı kesimden hanım bir yazarın da ifade ettiği gibi, -uygulamada birtakım hatalar, yanlışlar, haksızlıklar vb yapılmış olsa da- Türkiye gerçek anlamda laikliğin-laikçiliğin değil- anlam ve önemini bir kez daha anlamış ve millî devletin kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün bu tercihinin ne denli isabetli olduğunu bir kez daha görmüştür.
Ülkede ve dünyada çok zorlu bir dönemi yaşayarak gireceğimiz 2014 yılının Türk milleti, Türk dünyası, İslam âlemi ve insanlık için hayırlar getirmesini, İslâm dünyasının duçar bırakıldığı zilletten kurtulmasını Cenab-ı Allah’dan dilerim.