Tarih Işığında Zafer Haftasının Anlamı

 

Ortadoğu haritasının yeniden çizildiği bir süreci yaşamaktayız. İslam dünyası Büyük Ortadoğu Projesi, Arap Baharı derken büyük bir kaosun içine sürüklenmekte…1990’larda medeniyetler çatışması tezini ortaya atanlar, medeniyet için tartışmalara ve Türkiye gibi “bölünük” ülkelere de dikkat çekerek aslında 21. Yüzyılda Batı medeniyetinin yeni paradigmasının, İslam medeniyeti, Hint, Çin, Güney Amerika medeniyetlerinin kendi iç kavgalarına gömülmesinin medeniyetler çatışmasından daha tercihe şayan olduğunu belirtmişlerdi. 1991 ve 2003’de Irak’a yapılan müdaheleleri alkışlarla karşılayanlar Batının yeni medenileştirmeci misyonunu da yüceltmekteydi.

Dün Saddam’ın,  bugün Esed’in, Mübarek’in eli kanlı diktatörler olması bir başka gerçeği değiştirmiyor. Dün onları kendi çıkarları için destekleyenler bugün Ortadoğu’ya, Müslüman halklara demokrasi ve huzur gelsin diye büyük projelere soyunmuyorlar. Batı’nın ve ABD’nin Ortadoğu ve Asya politikikalarında realpolitikin soğuk gerçekleri kadar Hıristiyan-Yahudi medeniyetinin Türk ve İslam antipatisi ve bilhassa Ortadoğu’da İsrail’in güvenliği başat rol oynamaktadır.

Bugün artık kimyevî silah kullanımı sonrasında Suriye’ye yönelik askerî operasyon ve dolayısıyla bölge çapında bir savaş ihtimali kuvvetlenmiş bulunmaktadır. Bu yazı yayınlandığında Suriye’ye karşı harekâtın başlamış olması sürpriz olmayacaktır.

Malazgirt’ten 30 Ağustos’a Zafer Haftasının Anlamı

İşte böyle bir ortamda Türkiye Zafer haftasını idrak etti. Malazgirt Zaferinin 942. Yıldönümü resmî olarak kutlandı. 30 Ağustos’un 91. Yıldönümünü kutlarken Cumhuriyetimizin kuruluşunun 90. Yıl hazırlıkları da devam ediyor. Tarihimizde Ağustos ayında kazanılmış pek çok zafer var. Şüphesiz bununla iftihar etmekte haklıyız. Ama unutmayalım ki tarihimizde zaferler olduğu gibi yenilgi ve başarısızlılar da var. Onun için günümüzü anlamaya ve geleceği kurmaya çalışırken geçmişi bir bütün olarak değerlendirmek zaruridir.

Şurası bir gerçek ki, Türk milleti bu topraklarda kesintisiz siyasî hâkimiyetini 26 Ağustos 1071 Malazgirt Zaferi sayesinde kurmuştur. Osmanlılar devletin şevket devrinde devletlerini “Devlet-i ebed-müddet” olarak tanımlamışlar, Cumhuriyetimizin kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk de bu tarih şuuruyla  Türkiye Cumhuriyeti’nin “ilelebed payidar kalacağını” ifade etmiştir.

Türklerin Anadolu’ya daha önce de geldiklerine dair tartışmalar varsa da kesin olan şey Selçukluların Anadolu’yu Doğu Roma İmparatorluğundan aldıklarıdır. Öyle ki birkaç yıl içinde başkenti İznik olmak üzere Türkiye Selçuklu Devleti (Kutalmışoğulları) kuruldu. Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da Saltuklular, Ahlatşahlar, Mengücekliler, Artuklular gibi Türk beylikleri kuruldu. Haçlı seferleri yüzünden Batı Anadolu’daki Türk egemenliği geriletildi ama Türkiye Selçuklularının varisi olan Beyliklerin gaza faaliyetleri ve nihayet Osmanlı cihan devletinin fetihleri ile sadece Diyar-ı Rum (Anadolu) değil Rum-eli (Balkanlar) de Türk hâkimiyetine girdi.

İslam dünyasındaki egemenliklerini 1055’de Tuğrul Bey’in Bağdat’a girişiyle ilan eden, Selçuklular ve varisleri olan atabeylikler (Musul, Suriye atabeylikleri dahil) eliyle sürdüren Türkler 1516-17’de Yavuz Sultan Selim devrinde Mısır ve Suriye’nin egemenliğini de yine bir Türk devleti olan ve Arap kaynaklarında ed-Devleti’t-Türkiyye olarak geçen Memluklardan aldılar.

Müslümanlığı kabul ettikten sonra İslam dininin müdafii ve yayıcısı olan Türklerin bu fütühatı Haçlıların daima husumetini çekti. Öyle ki, Müslüman olmakla Türk olmayı eş tuttular. Osmanlı Devletinden Türk devleti, Padişahtan Türk Sultanı, Osmanlı halkına Türkler diye bahsettiler. Bazıları Türkleri faziletlerinden bahsetse de çoğu için Türk “korkunç” idi. Haçlıların 1683 Viyana bozgunundan sonra Osmanlılara karşı siyaseti Türkleri geldikleri Orta Asya bozkırlarına geri göndermekti. Ama realpolitik gereği, kendi aralarındaki çatışmalarda yararlanmak üzere, zaman zaman dostluklar, ittifaklar yaptılar. Bunda şaşılacak veya esef edilecek bir şey yok. Bu her millet ve devlet için daima göz önünde tutulması gereken bir gerçek… Onun için “bizim büyümemizi kimse istemiyor” diye serzenişte bulunmak manasızdır. Büyük devletler, başkalarının himmetiyle değil kendi akıl ve güçleriyle ortaya çıkarlar ve ayakta kalırlar.

Türk Millî Mücadelesi bu uzun tarihî hesaplaşmanın çok önemli bir safhasıdır. Anadolu’da yeni Ergenekon’una hapsedilmek istenen Türklüğü bu cendereden milletin azim ve kararının kurtaracağına inanan büyük bir önder ile Trablusgarp, Balkan savaşları ve Birinci Cihan Harbinin felaketleriyle kırılmış, budanmış, kendisine reva görülen kadere isyan eden bir millî ordu kurtardı. Onun için de bu savaşın adı Millî Mücadele oldu. 30 Ağustos Zaferi, bu büyük dirilişin mührüdür.Bu büyük mücadele, İstiklal Marşı şairinin ifadesiyle (“şüheda fışkıracak toprağı sıksan şüheda” ) her yanı şehit kanlarıyla sulanmış bu aziz vatanın ebediyen Müslüman Türk yurdu olarak kalması, Bayrak şairinin ifadesiyle “Müslümanlıkla yoğrulmuş bu vatanı Müslümansız bırakmamak” için verilmiştir.

Yeni nesillere Zafer haftasının anlatılması, 1071’in anlamının anlatılması doğru bir girişim. Ancak bazı güncel ve nereye varacağı belirsiz açılımlara dayanak yapılmak için tarihin tahrifinden kaçınılması da elzemdir. Selçuklular ve Osmanlılar fethettikleri ülkelerde bulunan Müslümanlara olduğu gibi ehl-i kitap gayrimüslimlere de istimalet (gönül kazanma) siyasetiyle yaklaştılar. Selçukluların hâkimiyet alanında yaşayan Arap, Fars, Kürt, Türkmen vb. Müslüman halkalara olduğu gibi Ermeni, Süryani ve Rumlara da aynı şekilde davrandılar. O dönemin şartları gereği savaşlarda emirleri altındaki topraklarda yaşayan unsurlardan da yararlandılar.

Bin yıl önce bu topraklarda bir kardeşlik mayalandı. Ne var ki bunu hâkimiyetin bölüşülmesi şeklinde yorumlayıp günümüzde yaşanan etnik problemin çözümüne tarihten dayanak aranması temelsiz olduğu kadar tehlikeli bir yaklaşımdır. Selçukluların ordularında çok çeşitli unsurlar olduğu gibi Bizans ordusunda da, Malazgirt Savaşı sırasında saf değiştiren Türk unsurlar vardı. Bu o devirde gayet tabiî idi. Ankara Savaşında, oğulları bile savaş meydanını terk ettikten sonra Yıldırım Bayezid’ın yanında savaşanlar Sırp tâbileri idi. Bu Osmanlı Devletini Türkler ve Sırpların birlikte kurduğu bir devlet yapmadığı gibi Selçukluların Anadolu’yu fethinin ve İslam dünyasındaki hâkimiyetinin bir ortak girişim sonucunda olduğu da iddia edilemez. Bu, Türklerin önderliğinde, çeşitli başka unsurların da yer aldığı bir süreçtir.

Millî Mücadelede de çeşitli ihtilaflar yaşandı ancak millî iradeyi esas alan ve savaş süresince Meclisi açık tutarak millet hâkimiyetinin önemini fiilen ortaya koyan Gazi Mustafa Kemal’in önderliğinde, ülkenin işgalcilerden temizlenmesi gerçekleştirildi. Bu mücadelede etnik köken ya da mezhep ayırımı yapılmaksızın Türk milletini oluşturan bütün unsurların desteğinin alınmasına çalışıldı. Bazı bölgelerde çeşitli saiklerle isyanlar çıktı, ama bir bütün olarak Türk milleti Millî Mücadeleye katıldı. Sonuçta zafer elde edildi. Bu, büyük Türk milletinin müşterek bir zaferi, başarısı idi. Türk milleti, istiklaline, hürriyetine karşı girişilecek her türlü saldırıya en namüsait şartlarda dahi gereken cevabı vereceğini bir kez daha bütün dünyaya göstermiş oldu.