İman ve Ahlâk Abidesi Bir Mütefekkir: Nevzat Kösoğlu
10 Ekim 2013 günü Kocatepe Camiinde Cuma namazından sonra kılınan cenaze namazında imam “er kişi niyetine” diye seslendi. Evet, musallada bir er kişi, hayatını bir ülküye adamış, yiğitlikle tefekkürü, akıl ile imanı şahsında mezcetmiş bir er kişi yatıyordu. Hastanede, ölümün eşiğinde olduğunun pekâlâ farkında iken dahi milletinin, İslam âleminin ve insanlığın temel meseleleri, hayatın anlamı, Allah’ın varlığı ve birliğinin hikmetleri üzerinde kafa yormağa devam eden o tefekkür abidesi, şimdi Rabbinin huzurunda, ona olan derin ve sağlam imanının verdiği huzurla öylece yatıyordu. Nevzat ağabeyi kaybetmiştik; daha doğrusu o Rabbine kavuşmuş, dâr-ı bekâya irtihal eylemişdi.
Nevzat ağabeyi lise ve üniversite öğrenciliği yıllarımdan beri gıyaben tanırdım. O, 12 Eylül’ün görevlendirilmiş mahkemeleri önündeki yiğit duruşuyla gözümüzde bir kez daha büyümüştü. Onun fikir ve zihniyet dünyasını gerçek manada tanımam, tahliyesinden sonra yazdığı ve Ali Akbaş ağabeyimin basılır basılmaz okumamız için getirdiği Kitap Şuuru kitabı oldu. Hacettepe Tarih’te yüksek lisans tezini yazmakta olan bir asistandım o zamanlar… Bilahare yurt dışında doktoramı yapıp yurda döndükten sonra yine Hacettepe Tarih’te göreve başlamıştım. Türk Yurdu dergisinin Türk Düşünce Hayatı sayısı için o zaman yayın kurulu üyesi olan Çağatay Özdemir dostumuz bir yazı isteyince, henüz basılmamış olan yüksek lisans tezimin bir bakıma özeti sayılabilecek bir makale kaleme aldım. Yazım rahmetlinin dikkatini çekmiş ve beni arkadaşlara sormuş. Böylece başlayan vicahî tanışıklıktan sonra ilerleyen yıllarda Türk Ocaklarının düşünce faaliyetlerinde, hars heyetinde yer almaya başladım. Bir takım (Osman Turan sempozyumu, Osmanlı Devletinin 700. Yılı sempozyumu gibi) sempozyum ve panellerde bir arada olduk. 1990’larda uç vermeye başlayan kimlik tartışmalarında, mozaik kültür anlayışı karşısında, hem Türk Yurdu hem de yazı heyetinde olduğum Türkiye Günlüğü dergilerinde yazdığı yazıları dikkatle takip ettim.
Çok sistematik bir kafası ve berrak bir zihni vardı. Önceleri üye ve başkan yardımcısı olarak görev yaptığım, 2008-2012 arasında da başkanlığını deruhde ettiğim Türk Ocakları Genel Merkez Hars Heyetinin toplantılarında Nevzat ağabeyin yaptığı tahlillerde hep meselelerin esasıyla ilgili ve net ifadeler kullandığını müşahede ettim. Asla mugalata yapmaz, inandığını söylerdi. Kınayanın kınamasına aldırmazdı. O, bizim medeniyetimizin derinliğine ve büyüklüğüne, inkıraz dönemini aştığımıza, Türk tarihinin sarkacının yeniden yükselişe geçtiğine samimiyet ve şevk ile inanan bir mümin idi. 2009’da Bilecik ve Söğüt’te gerçekleştirdiğimiz 1. Söğüt Toplantısında “milliyetçilik ve ulusalcılık, millî devlet ve ulus-devlet” konularını ele alırken hakim Batılı paradigmayı redderek kendi kavramlarımızla düşünmenin önemine işaret etmiş ve bizim devletimiz, Selçuklu iken de Osmanlı iken de zaten millî devlet idi demişti. Zira o bizim millet kavramımızın derin, tarihî muhtevasına vâkıf birisi olarak Türklük ile Müslümanlığı ayrı ayrı değil içiçie geçmiş olarak görüyordu.
Türk kültürüne, irfanına yaptığı hizmetler çeşitli yazılarda ele alınacak ama ben iki husus üzerinde durmak istiyorum. Birincisi onun medeniyetimizi yeniden inşa, bir medeniyet tasavvurunu dünyanın önüne koyma davasına olan imanıdır. Medeniyetimizin geçtiğimiz yüzyıllardaki durmunu iman ve heyecanımızdaki sönüşe bağlaması İbn Haldun’un asabiye kavramının yeni bir yorumdur. Kötümserliğe kapılmamızı, çünkü her akşamın bir sabahı olduğunu biliyordu. İşte, özellikle 1990’larda Türk dünyasında bağımsız devletlerin de ortaya çıkışıyla Türk tarihinin sarkacı yükselişe geçmeye başlamıştı. İlim adamlarından iş adamlarına, sanatçılardan siyasetçilere hepimizin görevi bu yeni durumu iyi anlayıp medeniyetimizi yeniden ihya ve inşa etmekti. Günümüzde yaşanan bazı gelişmelerin milliyetçi camiada yarattığı korku ve endişeler ona uzaktı. Çünkü o kendinden ve milletinden emin ve herşeyden önce de Allah’ın ipine sarılmış mümin bir ülkücü idi. O, sahip olduğu derin tarih bilgisi ve şuuruyla bize bugün vahim gibi görünen türden gelişmelerin her zaman yaşandığını bildiğinden aslolanın ufka bakmak, olayların üzerine çıkarak geleceği tasarlamak olduğunun farkındaydı. Nitekim Türk Ocaklarının 10 Mayıs 2013 günü yapılan Tarihi Buluşma toplantısında yaptığı kısa konuşmada da buna işaret etmiş, endişelere yol açan bazı hadiselere, Türk kimliğini anayasadan silme çabalarına işaret ederek “yel kayadan ne aparır” diyerek sözlerini tamamlamıştı.
İkinci husus ise onun tavizsiz ivazsız, hesabî değil hasbî ülkücülüğüdür. İşte bu ülkücülüktür ki ona Şehit Enver Paşa kitabını yazdırmıştır. Pek çok kimsenin Osmanlı Devletinin Birinci Cihan Harbindeki ağır yenilgisinin başlıca sorumlularından birisi, hatta birincisi olarak gördüğü Enver Paşa’ya o bir başka pencereden bakmayı çok iyi bildi. Tarihî Buluşmada da dediği gibi, yenilmiş olabilirdik ama yüreği yıkılmamak, yüreğimizi sıcak tutmaktı önemli olan. Çöken bir imparatorluk ordusunu büyük bir heyecan ve azimle ayağa kaldırıp yeniden yedi düvele meydan okuyabilecek bir duruma getirme azmi, Türklük ve İslamlık davası uğrunda bezl-i can etmekten hiçbir zaman sakınmayan bir kahramandır Enver… Onun, kaybedeceğini bilse de gelececeği, gelecek nesillerin ruhunu inşada hayatî rol oynayacağına inandığı bir eyleme ölüm pahasına gitmesi, sağlam imânının , milletine bağlılığının, kısacası ülkücülüğünün bir ifdaesiydi. İşte bunun içindir ki Nevzat ağabey Şehit Enver Paşa’yı, üstün meziyetlerinin yanında bütün zaaflarıyla beraber derinden seviyordu.
Şimdi, inanıyorum ki, aziz dost Mustafa Çalık’ın son demlerinde Kubilay Dökmetaş’tan sana dinlettiği Huma Kuşu’yla uğurladığımız ukbâ âleminde çok sevdiğin Peygamberimizin huzurunda, Enver Paşa ve nice önden giden yârân ile sohbet ediyorsundur. Hepimiz O’ndan geldik ve dönüşümüz O’nadır. Ruhun şâd, mekânın Cennet olsun.