2013 Ekim Gündemine Dair

Türkiye Ve İslâm Âlemi

Dünyada, bölgede ve ülkede yaşananların genel bazı özellikleri var. 1990’lardan günümüze medeniyetler arası çatışma perspektifini ortaya atıp küresel hegemonyayı sürdürmek için medeniyet içi savaşları körükleyen ve bunu özellikle İslam dünyasında sürdüren güçler 22. Yüzyılı biçimlendirmeye çalışıyor.

Türkiye bir yandan bu küresel hesaplar çerçevesinde kontrol altında tutulmaya, PKK ve Kürt kartı ile hizaya getirilmeye öte taraftan da İslam dünyasındaki etkisi dolayısıyla  birtakım projelerde “müttefik” olarak değerlendirilmeye çalışılıyor. Türkiye’yi 11 yıldır yöneten Ak Parti ise başlangıçta iktidarını pekiştirmek için içeride ve dışarıda kurduğu ittifaklarda giderek sorunlar yaşarken İslam dünyasındaki siyasî ihtilaflarda açık taraf olarak pozisyon aldığından dünkü dostlarla düşman olarak karşı karşıya... Suriye’de İran’a karşı Suudiler ve diğerleri ile paralel bir tutuma karşılık Mısır’da tam tersi bir görüntü var.

Orta Doğu’da yaşanan kaotik gelişmeler çerçevesinde Suriye politikasında yanlış hesaplar yapıldığı açıktır. Bizzat hükümete yakın bazı kalemlerin de vurguladığı üzere, rejimin toplum tabanı, uluslararası destekleri yeterince ciddi bir değerlendirmeye tâbi tutulmamıştır. Yine  Irak’ta da açıkça taraf olunmasının etkisiyle, merkezî yönetimle ciddi bir kopukluk ve soğukluk ortaya çıkmıştır. Mısır’da Mursi’nin devrilmesi sürecinde daha serinkanlı bir siyasetle normalleşme ve demokrasinin yeniden kurulması teşvik edilmeliydi. Kısacası idealizmle realpolitiğin iyi bir dengesi kurulmalıydı. Bu suretle belki de Müslüman Kardeşlerin barışçı gösterilerinin kanlı bir şekilde bastırılmaya çalışılmasının önüne geçmek mümkün olabilirdi. Nihayet, Esad’ın, Rusya-ABD anlaşması sonucunda barışçı bir kimliğe büründürülmesi, yeni Cumhurbaşkanı ile İran’ın sürpriz gibi görünen bir hamle ile ABD ile yumuşama sürecini başlatması, Türkiye’nin  Ortadoğu siyaseti  açısından dersler ihtiva etmektedir.

Öte yandan şunu da açıkça ve hiçbir çekince beyan etmeksizin söylemek lazım: Esad (Baas) rejiminin zalimliği veya Mısır’da General Sisi’nin gayrımeşru bir şekilde, darbeyle meşru yönetimi alaşağı etmesi için bahane üretenler hatalıdır, yanlıştır. Türkiye kamuoyunun burada tavır koyması insanî ve İslamî bir vecibedir.  Suriye’de yaşananlara, Mısır’da silahsız protesto eylemi düzenleyenlerin katliama tabi tutulmasına vicdan sahibi her insanın üzülmesi, tepki göstermesi tabiidir. Ne yazık ki, kutuplaşma dolayısıyla ülkemizde bazı kesimler bu konularda bile aleyhte bir tutum ifade edebilmiştir. Esad’ı, hatta bu vesileyle 90’larda Boşnak Müslümanların katliamının faillerinden Miloseviç’i bile kahraman ilan edenler oldu.  Irak’ta da yıllardır yüzbinlerce Müslümanın katledildiği herkesin malumudur. Mısır ve Suriye’de yaşananlara tepki gösterenler bunun kaçta kaçını Irak için gösterdi diye de sorulabilir. Irak’taki katliamlar gibi Suriye’deki katliamlar da giderek vaka-i adiye olarak görülmekte, “medenî” dünya açısından burada ölenlerin insanlık vasıfları dahi göz ardı edilmektedir. Müslümanların kurban bayramlarında “katliam var” çığlıkları atan “medenî ve laik” çevreler, insanların çoluk çocuk denmeden katledilmesine seyirci kalmaktadır.

Aslında hepimizin yapması gereken şey şu: İslam dünyasına reva görülen bu tabloda kendi sorumluluğumuzun muhasebesini yapmak ve sonra da gücümüzün yettiğince bunun sona ermesi için, İslam dünyası üzerinden yürütülen küresel hegemonya savaşına karşı mücadele etmek. Türkiye bunu yapmak için kendi tarihinin, coğrafyasının imkânlarını seferber etmelidir. Bunun için oluşturulacak stratejik konseptin üç ayağı vardır: Türk dünyası (Türk devletleri), Osmanlı hinterlandı (Orta Doğu ve Balkanlar) ve küresel güçler karşısında şahsiyetli ve dengeli bir dış siyaset.  Bu bağlamda Türkiye, eşitlik ve karşılıklılık temelinde Türk devletleri ile bugüne kadar geliştirdiği ilişkileri, Özbekistan’ı da içine alacak şekilde daha da derinleştirmelidir.

Bugün giderek güçlenen ve tekrar büyük güç konumunu tahkim eden Rusya, Sovyet İmparatorluğunu ihya davasında Türk Cumhuriyetleriyle bağlarını kuvvetlendirmeye çalışıyor. Türkiye elbette bir dünya gücü değil ama tarihî, kültürel bağlarını ekonomik ve siyasî çıkarlarla destekleyerek bu dünya ile daha yakın bir birliktelik geliştirmelidir.  Azerbaycan’da 15-16 Ağustos 2013 tarihinde yapılan Türk Dili Konuşan Ülkeler İşbirliği Konseyinin 3.  Zirve toplantısında Sayın  Cumhurbaşkanımız altı kardeş devletin toplam gücünün, dünyada alan bakımından yedinci, nüfus bakımından dokuzuncu, toplam gelir bakımından on üçüncü sırada olduğunu ifade etmiştir. Bu, ülkemizin, Türk dünyasının gelişmesi, İslâm âleminin güçlenmesi ve dünya barışı açısından çok önemli bir potansiyeldir.

Büyük devlet olma yönünde bir siyasetin temel şartlarından biri, dünyaya dair bir tasavvurumuzun olmasının yanında çevremiz ve ilgi alanlarımız hakkında nitelikli uzmanlara sahip olmaktır. Türkiye’nin tarihinden ve kültüründen gelen yumuşak gücünün avantajları olduğu gibi bazı açılardan dezavantajları da vardır. Coğrafyamızda, tarihten gelen mezhep ve din anlayışı çatışmalarını günümüz siyasî bölünmeleriyle derinleştirmek isteyen çevreler olması olağandır. Bu ülkenin aklıselim sahibi aydınlarına ve yöneticilerine düşen, bunların üzerinde, hepimizin ortak paydasını oluşturan değerleri öne çıkarmak ve hepimizin ortak faydasına politikalar geliştirmektir. Şia ve selefilik eksenlerinde kutuplaşmaya giden İslam âleminin, Hoca Ahmed-i Yesevî’den Yunus’a, Hacı Bektaş’a ve Mevlana’ya uzanan irfan geleneğine, İmam-ı âzam Ebu Hanife’den İmam Maturidî’ye dayanan İslam anlayışına ihtiyacı vardır. Türkiye, tarihi, İslam anlayışı ve potansiyeli ile Türk dünyası ve İslâm âlemine kendi medeniyetimizi yeniden ihya davasında öncülük etmelidir.

“DEMOKTRATİKLEŞME” PAKETİ HAKKINDA

Cumhuriyetimizin 90. Yıldönümünün arefesinde Başbakan Recep Tayyip Erdoğan tarafından açıklanan ve yasal düzenleme gerektirmeyen bazı unsurları (andımızın kaldırılması, başörtüsü yasağının kalkması) uygulamaya konulan paket, aslında pek şaşırtıcı olmadı. Paketin “demokratikleşme paketi” adını hak edecek bir muhtevaya sahip olduğunu ispat edecek çok az unsur var. Türkiye’yi on yıllardır meşgul eden, pek çok insanın hayatını karartan, toplumu gerginliğe sokmak için istismar edilen başörtüsü meselesinin halli gerçekten de takdire şayandır. Esasen bugüne kadar sürüncemede bırakılması hata idi. Alfabemizde olmayan bazı harflerin yasağının kalkması zaten var olan bir uygulamayı tasdik etmekten başka bir anlam taşımıyor. Bu ve yer adları ile ilgili tedbriler azgın bölücü fitneyi yatıştırmak için getiriliyorsa bunların fayda etmeyeceği açıktır. Etnik bölücülük nihai hedef olan dört parçalı bağımsız Kürdistan hayaline erişene kadar geçecek aşamaları, sadece bir aşama olarak kabul eder. Nitekim PKK’nın güdümündeki partinin eş başkanı ne andımızın kaldırılmasının ne de özel okullardan ana dilde eğitim imkânının getirilecek olmasının bir anlamı olmadığını açıkça belirtti.

Andımız üzerindeki vurgu ve tartışmanın eğitimle bir ilgisinin olmadığı aşikârdır. Andımızın “problemli” tarafı Türklük vurgusudur. Türküm diye başlayan ve “Ne mutlu Türküm diyene” diye biten bir andın hergün okullarda okunmasından vazgeçilmesi bir manada Türk kimliğinin ve Türklük şuurunun tasfiyesidir. Andın gerçekten sorunlu yanları, darbe dönemlerindeki eklemeleri eleştirilebilir; ne var ki andımıza itirazın temelinde Türklük vurgusundan duyulan rahatsızlık yatmaktadır. Bu vatanın Türkiye ve “bu millet”in Türk milleti olduğu, Cumhuriyeti kuranların ya da Türk milliyetçilerinin dayattığı sanal bir kurgu değil, tarihin ortaya koyduğu bir hakikattir.

Şunu anlamamak için hamakat sahibi olmak lazım: Etnik bölücüler verilecek hiçbir tavizle tatmin edilemez. Çıta, sürekli yükseltilecektir. Peki o zaman ne yapmalı? Yapılacak şey bellidir. Akıllı bir siyasetle terör tehdidi tamamen bertaraf edildikten sonra etnik ve mezhebi köken ayırımı yapılmaksızın bütün vatandaşlarımızı kucaklayan bir dil ve yaklaşımla demokrasi kökleştirilmelidir. Geçmişte, otoriter dönemlerde veya darbeler sonrasında yaratılan mağduriyetlerin üzerinden epeyce bir zaman geçmiştir. İnsanların ana dillerini yasaklamanın millî birliği sağlamak bir yana tehdit ettiği yeterince anlaşılmıştır. Allah’ın insanları farklı yaratmasındaki hikmetin idrakinde olarak “kesret içinde vahdet” anlayışıyla bütün milleti kucaklayan bir yaklaşım, yeniden kendi medeniyet tasavvurumuzu ihya ve inşa ile mümkündür.

Bu topraklarda Türklük böyle kuşatıcı bir medeniyet kimliğidir. Bu medeniyetin birleştirici dili de Türkçedir. Türk milletini oluşturan etnik grupların bazılarının farklı ana dilleri vardır. Bu dillerin konuşulması ve kullanılmasının önünde hiçbir mani kalmamıştır. Bu dillerin (Kürtçe, Zazaca, Boşnakça vb.) öğretilmesi, okullarda seçmeli ders olarak okutulması, basın yayın hayatında kullanılması hiçbir şekilde engellenmemelidir. Bununla birlikte ülkede temel eğitim, her yerde bu ülkenin ortak dili olan Türkçede yapılmalıdır. Bugün özel okullarda başlatılması düşünülen ana dilde eğitimin yarın devlet okullarında da uygulanması kuvvetle muhtemeldir. Ayrı okullaşmanın getirecekleri (götürecekleri demek daha doğru olur) çok iyi hesaplanmalıdır. Bu okullarda okuyanların ileride girecekleri sınavlarda da ana dillerini talep etmeleri, işe girdiklerinde (resim kurumlarda) ana dillerinde hizmet talep etmeleri vb. gibi pekçok sıkıntı doğacaktır. Şayet ana dilde eğitim kurumlaşırsa bu ülkede tek milletten bahsetmek mümkün olmayacak, millî birlikteki bozulma neticede devlet yapısında da ayrışmaya ve nihai kertede bölünmeye götürecektir. Bu paranoya değildir. Ülkeyi yönetenlerin tarihten ve günümüzde başka ülkelerde yaşananlardan ibret alması elzemdir. Daha düne kadar ana dilde eğitim olmaz diyen Sayın Başbakanın fikrini değiştirmesinin sebebi de anlaşılamamıştır.

Seçim sisteminden ziyade Siyasî Partiler Kanununda değişiklik yapılması demokratikleşme açısından daha önemlidir. Mahallî idarelerin güçlendirilmesi önemlidir ama bunun etnik/mezhebî temelde ayrışmaya götürecek bir anlayış ve yaklaşımla yapılması lazımdır.  Paket ile ilgili Türk Ocakları Genel Merkezinin açıklamasında da belirtildiği gibi “Türkiye birliğini korumadan demokrasisini pekiştiremez. Biz Türkiye’nin birliğini koruyarak demokrasisini pekiştirecek birikime sahip olduğuna inanıyoruz.