Kritik Dönemecin Sıcak Yazı
Türkiye’nin 2000’lerde yaşadığı dönüşüm hem dış hem de iç dinamiklerin etkisiyle bizi bir yıldır kritik bir dönemece soktu. Türkiye bir karar aşamasında ama sadece iki seçeneği yok. Türkiye, uluslararası gündemin, Suriye meselesinin, bölücü teröre çözüm adına başlatılan malum sürecin gölgesinde, on yılı aşkın zamandır iktidar olan bir partiye karşı keskinleşen muhalefetin kutuplaşmayı yeni boyutlara çektiği bir sıcak yaza giriyor. Altı aya yakın bir süredir, “çözüm süreci” çerçevesinde terör örgütüyle çatışma ortamının ortadan kalkması genel bir gevşemeye yol açar gibi görünürken “akil adamlar” projesiyle toplumun gazının alınmaya çalışılması girişimi, zannedildiğinin aksine bir kısım muhalif çevrelerde tam tersi bir etki yaptı. Suriye olaylarının içeride sünnî-şiî, laik-anti-laik ayrışmasını tekrar gündeme sokacak şekilde kullanılması karşısında yeterli tedbirlerin alındığı ya da hassasiyetin gösterildiği söylenemez. Burada iktidar kadar ana muhalefetin ve bir takım marjinal devrimci ya da ulusalcı grupların da rolleri var. Bu süreçte en sağduyulu ve kararlı tavrı Türk milliyetçileri gösterdi. Türk milliyetçileri çözüm adı altında terör örgütünün meşrulaştırılması ve mutasavver bir dört parçalı Kürdistan projesi yoluyla milletin birliği ve ülkenin bütünlüğüne ciddi bir tehdidin söz konusu olduğunu ifade ettiler. Anayasa konusunda millî devlet ve üniter yapıyı tavizsiz savundular. Türk milletinin etnik gruplara ayrıştırılmasına karşı durdular. Tarih, bu sağlam, haklı ve doğru duruşu kaydetmiştir.
Reyhanlı saldırısı Türkiye’nin Suriye politikasında sembolik açıdan önemli bir kırılma noktasına işaret ediyor. Türkiye, Suriye politikasında ön alma saikiyle hareket ederken dünya ve bölge dengelerini, kendi imkan ve kabiliyetlerini doğru hesaplamalı, adımlarını ona göre atmalıydı. Günümüzde Türkiye’nin içe kapanmacı bir siyaset izlemesi mümkün değil ama bölge liderliği iddiasının hayata geçirilmesinin çok farklı dengelere bağlı olduğu da aşikâr… Son dönemde PKK’nın içeride etkisizleştirilerek Suriye’de neredeyse müttefik haline getirilmesi yapılan tercihlerin isabeti hakkında başlı başına bir soru işareti… Daha düne kadar değişik uluslararası güçlerin taşeronluğunu yapan bir örgüte nereye kadar güvenilebilecek? Bütün tantanasına rağmen ABD ziyaretinde somut bir destek sağlanamadığı gibi son Gezi parkı olayları dolayısıyla ABD hükümeti adına yapılan açıklamaların Türkiye açısından onur kırıcı olduğunu, hükümet açısından da ciddi kaygılara sebebiyet verdiğini söylemek gerekiyor.
Taksim Gezi Parkındaki yayalaştırma ve Topçu Kışlası projesine karşı başlatılan eylemlerin, polis müdahalesinden sonra aldığı seyir Türkiye’yi on günü aşkın bir süredir daha önce alışılmamış yeni bir sürece soktu. İktidarda, halk desteği çok güçlü olan ve özellikle, milliyetçi çevrelerin muhalefetine rağmen, “anaların gözyaşları dinecek” argümanıyla kitlelerin en azından zımni desteğini alan “çözüm” sürecinde “akil insanlar” projesini uygulayarak tepkileri yumuşatan bir hükümet var. Yeni anayasa yapılamasa dahi bazı değişikliklerle yola devam edebilecek bu güçlü iktidarın önündeki en önemli problem olarak Cumhurbaşkanlığı seçimi ve Ak Parti tüzüğünden kaynaklanan üst düzey kadrolardaki değişim zorunluluğu görünüyordu. Hükümetin bir jestiyle kolayca halledilmesi mümkün bir mesele, kısa zamanda bir krize döndü. Başbakanın yurt dışı seyahati sırasındaki yumuşama sinyalleri, yurda dönüşünde İstanbul ve Ankara’daki karşılama mitingleriyle Gezi krizinin çözümünü en azından ertelediği gibi üç büyük şehirde Gezi eylemcilerinin daha kalabalık toplantılarına sebebiyet verdi.
Meselenin Gezi Parkı olmaktan çoktan çıktığı herkesin malumu ama bu sembolik yön üzerinde gösterilecek bir hassasiyet, kitlelere karşı verilecek bir ılımlı mesaj kutuplaşmayı hafifletebilirdi. Öte yandan, hadiseler üzerine başta ABD olmak üzere yabancı ülkeler ve çevrelerden gelen mesajların herkes tarafından iyi okunması gerekiyor. Türkiye’nin Suriye politikasına destek vermeyen ABD’nin olaylar başlar başlamaz Türkiye’yi uyarması, sonra da buna devam etmesi salt “ele verir talkını kendi yutar salkımı” olarak değerlendirilemeyecek ima ve anlamlara sahiptir. Batı basınının hükümetin şahsında Türkiye’ye ve İslam dünyasına bakışı da hükümetin on yıldır AB kriterleri, azınlık hakları vb. konularda yürüttüğü siyasete ve yaptığı uygulamalara rağmen değişmeyen ön yargıları yansıtmaktadır.
Bazıları – ki bunların içinde “Türkiyeli” aydın ve okumuşlar da var - Batı dünyasının terörizmle mücadele adı altında yıllardır işlediği büyük suçları görmezden gelip hâlâ Şarkiyatçı mercekten baktıkları Türk milletini ve devletini yeterince medenileşmemiş olarak görüyor. Birtakım finans çevrelerinin de haleldar olan çıkarları için mevcut ortamı kullandıkları gerçek olabilir. Yine Türkiye’nin “kafasını kaldırıp” tarihî hinterlandına göz atmasından rahatsız olan pek çok devletin olduğu da sır değil. Ne var ki bütün bunlar, eylemlere katılan çoğunluğun aslında geleneksel anlamda politik olmayan saiklerinin dikkate alınmasına mani değil. Ülkeyi yönetenler, heterojen bir topluluk olan gezi eylemcilerini potansiyel tehdit olarak görmemelidir. Onları iyi anlamamak, onlara empati ile yaklaşmamak, içlerine sızan, çoğu 12 Eylül öncesinin sol örgütlerinin devamı niteliğindeki bir takım unsurların değirmenine su taşımak olur. Bu bakımdan son derecede dikkatli ve özenli olunmalıdır.
İktidar partisinin Başbakanı karşılama mitingleriyle yetinmeyip önümüzdeki Cumartesi Ankara’da, Pazar günü de İstanbul’da miting yapacak olmasının havayı gerginleştirmemesini ümit ederiz. Bu kararın alınmasında, hükümete karşı bir planlı komplonun tezgâhlandığı kanaati rol oynamış olmalıdır. Böyle olsa dahi, hükümetin meseleyi suhuletle götürmesi ülkenin siyasî ve ekonomik istikrarı bakımından daha isabetli bir yaklaşım olurdu. Her şeye rağmen Gezi parkına destek eylemleri yapan yurttaşlarımızın sağduyu ve akl-ı selim ile hareket etmeye, tahrikçileri aralarında barındırmamaya ya da onların aldatmalarına kapılmadan demokratik tepkilerini ortaya koymaya devam etmeleri en samimi temennimizdir.
Bu gelişmeler sonucunda yeni anayasa sürecinin askıya alınması kuvvetli ihtimal olarak belirdiği gibi “çözüm süreci”nin de akamete uğrayabileceği ileri sürülmektedir. Temennimiz odur ki, bu süreçte, PKK’yı ve liderini meşrulaştıracak, Türkiye’yi federalizme götürecek bir “çözülme”nin değil ama terörü bitirdiği gibi ülke-millet bütünleşmesini sağlayacak gerçek bir çözümün de kapıları açılsın. Bütün bu olanlardan bir hayrın çıkması için siyasî aktörlere ve sivil toplum kuruluşlarına sağduyu ve akl-ı selimi kaybetmeden Türk milletinin ve devletinin birliği istikametinde hareket etme görevi düşüyor.
Yaşanan süreç toplumda ve zihniyette meydana gelen değişmelerin boyutlarını, sosyal medyanın önümüzdeki süreçte oynayacağı rol, yeni gençliğin profili vb. yönlerden düşünmemiz gerektiğini ortaya koymuştur. Dünyanın 16. ekonomisi olmamıza rağmen insanların memnuniyetleri açısından dünya sıralamasında 90. olmamız insanı “eşref-i mahlukat” olarak gören bir medeniyetin yansıması olmamalıdır, olamaz da… Ancak meseleyi buraya indirgemek de bizi hataya iter. Bu, meselenin bir yönüdür. Yaşananlar, eğer Türkiye’nin yeni çağda bütün dünyaya sunacağı bir medeniyet tasavvuru olacaksa bunun bütün parametrelerini çok iyi düşünüp, iletişimden çevreye, şehirlerin imar ve inşasından dış siyasete kadar bir dizi meseleyi bir ana fikir etrafında, çağın ve geleceğin icaplarına göre tasarlamamız gerektiğini ikaz ediyor. Tasavvurumuz, kimliğimizin ve kültürümüzün esası olan tarihimize ve imanımıza dayanmalıdır. Bu dünyaya ve ahirete dengeli bir yaklaşım, yalnızca Allah’a kulluk etmek yani özgür birey olmak, adalet ilkesine riayet, liyakat ve emaneti ehline tevdi etmek, kul hakkı yememek, insana saygı (hürmet) temel düsturlarımız olmalıdır. Bu çerçevede, yeni nesilleri millî şuur ve tarih şuuruyla donanmış olarak yetiştirmeliyiz.
Bu kritik süreçte, Türkiye’nin birlik ve bütünlüğüne hale getirecek bir dil ve üsluptan sakınmak, gönül dilini, birlik ruhunu ve hoşgörüyü öne çıkarmak sadece iktidarın değil muhalefet partilerinin de başta gelen görevi ve sorumluluğudur. Başta gençler olmak üzere eylemlerde yer alanlar da sadece bireyci yaklaşımlarla değil aynı zamanda hepimizin bir milletin mensupları olduğumuz, ortak bir geçmişe sahip bulunduğumuz ve dolayısıyla ortak bir geleceği birlikte kuracağımız bilinciyle hareket etmelidir. Bu sıcak yazın, üç ayların ve Ramazan’ın bereketiyle Türk milleti için yeni hacet kapılarının açılmasına vesile olmasını yüce Allah’dan dilerim.