Red ve İnkâr
Yeni anayasa çalışmaları bağlamında Cumhurbaşkanımıza ve Milletvekillerine hitaben yazıp Ekim ayında seçimlerde parti olarak aldıkları oylarla grup kuran üç partinin milletvekillerine gönderdiğimiz ve 28 Ekim 2012 tarihinde web sitemizden de yayınladığımız mektupta üzerinde durduğumuz üç temel noktada ısrar edişimizin haklılığı son gelişmeler ışığında giderek daha iyi anlaşılmaktadır. Yoğun bir propaganda neticesinde “kimliksiz daha doğrusu Türk’süz bir anayasa” konusunda sonuç alınma ihtimali kuvvetlenmektedir. Bizzat Başbakan “kimse bizim karşımıza Kürtlükle çıkmasın” dedikten sonra “Türklükle de çıkmasın” diyerek bu konudaki kararlılığı ifade ediyor. Türkçenin resmî dil oluşu ise sadece lafta kalacağa benziyor. Anadilde savunma hakkının yasalaşması ve İmralı sürecinde yükselen talepler en azından ülkenin bir kesiminde ikinci bir resmî dile gidileceğinin bütün işaretlerini veriyor. Ve nihayet büyükşehir belediye yasasının yürürlüğe girmesinin akabinde başkanlık sistemi ve temyiz mahkemesi tartışmalarının gölgesinde, federal bir yapıya yöneliş de açıkça kendisi hissettiriyor. BDP sözcüleri açıkça Özerk Kürdistan taleplerini dillendiriyor ve böylece sözde barış ve halkların kucaklaşması retoriği altında dört parçalı Büyük Kürdistan projesini hayata geçirmenin yolları aranıyor.
Tekrar tekrar vurgulayalım. En başta yöneticilerimiz olmak üzere herkesin şunu lâyıkı veçhile anlaması lazım: Türklük etnik veya ırkî bir temele indirgenemez. Türklük millî bir kavramdır ve millet, etnik bir temeli olsa dahi ancak bu etnikliğin aşıldığı, farklı etnikliklerin bir şemsiye altında toplandığı aşamada ortaya çıkar. Türkler için bu en azından Göktürklerden beri böyledir. Yine belirtmek gerekir ki, Türk doğulduğu gibi Türk olunur da…Tıpkı Osmanlı döneminde Müslüman olanlara “Türk oldu” denmesi gibi. Koçi Bey’in ifadesiyle Türkçe’yi ve İslam’ı öğrenmek için “Türkistan”a yani Türk köylerine ücret karşılığı satılan acemi oğlanlar gibi… 17. Yüzyılda IV. Mehmed’e hocalık eden Vanî (Vanlı) Mehmed Efendi’nin tefsirinde Türk fetihleri ve Türkçe’nin yaygınlaşması sonucunda daha önce başka başka olan pek çok halka mensup olan insanların Türk olduğunu ifade edişi gibi… Bugün, 21. yüzyılda biz maalesef, aslında tasfiyeci bir İslam anlayışına sahip Kadızadeliler ekolünden bir Osmanlı âlimi olan Vanlı Mehmed Efendi’nin kapsayıcı ve içerici Türklük telakkisinden çok uzağız.
Türk milleti kavramının telaffuzundan imtina edilmesi, sadece tarihî ve sosyolojik bir olguyu red ve inkâr etmek değil aynı zamanda kimliğimizi ve kişiliğimizi de inkâr etmek demektir. Apaçık bir hakikati ispat etmek gibi hakikaten tuhaf ve sıkıntı verici bir durumla karşı karşıyayız. Bu topraklarda 1000 yıldır yaşanan ve Anadolu mayasında karılan kardeşliği berhava etme girişimleri ve etnik bölücü terörün tehditleri karşısında çözüm anahtarı taviz siyasetinden değil, entegrasyonu güçlendirici gönülleri kazanma siyasetinden geçiyor. Kürt kökenli yurttaşlarımız olsun diğer etnik kökenlere mensup vatandaşlarımız olsun bu topraklarda yaşayan herkes, tarihin bize verdiği adla Türk milletinin mensuplarıdır. Farklılıklarımız ortaklıklarımızı ve birliğimizi gölgelememelidir. Yöneticilerimiz de milletimizin adını telaffuzdan çekinmemelidir. Bu milletin adını tarih vermiştir. Milletimiz vakur ve akl-ıselim sahibidir.
Bu ülkenin insanları arasına sokulmaya çalışılan etnik fitnenin etkisiz hale gelmesi, insanlarımızın barış ve huzur içinde yaşaması hepimizin ortak dileğidir. Bununla birlikte şunu ifade etmek gerekir ki, Türkiye, otuz yıla yakın bir zamandır enerjisini tüketen, gençlerinin hayatlarını karartan, halkı arasında giderek artan bir psikolojik ayrışmaya sebep olan terör hareketinin mahkum lideriyle müzakereye mecbur değildir. Kanın durması ve iç barış gibi masum gerekçeler sunularak kendi içinde bile en acımasız infazlara imza atan bir terör örgütünün liderinden Nobel Barış Ödülü kahramanı ortaya çıkarma gayretlerini tarih ve Türk milleti asla tasvip etmez. Yapılabilecek vahim yanlışlar sonucunda Türkiye bin yıllık bir terkibe dayalı birliğini muhafaza edemezse, vaat edilen ütopik emperyal hayallerin sonu kocaman bir hüsran olur.
İçeride 10 yılı aşkın bir süredir yakalanan siyasî istikrarın ve “ustalık” döneminin sağladığı güven duygusu ile milletin, yapılan her şeye her hal ve kârda destek vereceği zehabına kapılmak hatasına düşülmemelidir. Türk milletinin kahir ekseriyeti PKK ve siyasî uzantılarıyla varılacak mutabakat sonucunda önüne konacak çözüm projelerine itibar etmeyecektir. Otuz yıla yakın bir zamandır devam eden etnik fitneye rağmen bu ülkede etnik bir çatışma yaşanmadıysa bunda bizim millet ve milliyetçilik anlayışımızın kapsayıcı ve kuşatıcı niteliğinin oynadığı merkezî rol iyi anlaşılmalıdır. Bütün tahriklere rağmen Türk milletinin sağduyu ve akl-ı selimle hareket ettiğine tarih şahittir. Bu da çok tabiidir çünkü Türk milliyetçilerinin millet anlayışı etnik ayırımcılığı reddeder.
**************
Türkiye’de yaşananların bazı insanları nerelere savurduğunun en son örnekleri, bu ülkenin ileri gelen aydını sayılan bazı zevatın bırakın Türk milleti ortak adını, “Türkiye vatandaşlığı” kavramının bile içinde Türk kelimesi geçtiği için kullanılmaması gerektiğini, PKK’nın bir terör örgütü olmadığını ileri sürecek noktalara gelişidir. Onların demokratik ve ılımlı yaklaşımları ile teskin etmeye çalıştıkları etnik bölücü hareketin “ayna”sını yansıtanlar ise dört parçalı Kürdistan’ın emperyalistler tarafından bölündüğünü haykırarak şimdi yapmaya çalıştıklarının aslında ne olduğunu açıkça anlatıyorlar.
Türksüz ve Türkiye’siz bir anayasa arayanlara bir hakikati tekraren hatırlatalım: XI. Yüzyıldan bu yana bu topraklara dışarıdan bakanlar sadece demografik açıdan değil esas itibariye siyasî açıdan da bu topraklara Türkiye, Türk İmparatorluğu demişlerdir. Bizim devlet olarak kendimizi ifade edişimiz Selçuklu (Âl-i Selçuk), Osmanlı (Devlet-i aliyye veya Devlet-i aliyye-i Osmaniye gibi) kelimeleriyle olabilir ama bu dışarıdan bakış, yani “Selçuklu=Türk ve İslam”, “Osmanlı=İslam=Türk” anlayışı hiçbir anlam ifade etmiyor mu?
Türkiye’nin bu kritik dönemecinde Türk Ocaklarının kapatılmasını dillendirenlerin ve bekleyenlerin ise şunu idrak etmesi lazım: Türk Ocaklarına tam da bundan dolayı, 1912’dekinden farklı bir tarihî bağlamda ama o zamankiyle büyük ölçüde aynı sebeplerden ötürü her zamankinden daha fazla ihtiyaç vardır. Türk Ocakları olarak, önümüzdeki süreçte geçmişin tecrübesini hasbî, iman ve ihlas sahibi genç aydınların enerjisi ile birleştirerek Türk milletine, İslam alemine ve insanlığa iman, ahlâk ve adalet temelinde yenilenmiş bir medeniyet tasavvurunun fikrî altyapısını oluşturmak gibi büyük bir gayretin içinde olacağız.
**************
İçinden geçtiğimiz kritik süreçte yalnızca iktidar partisine değil bütün siyasî partilere, aydınlara ve sivil toplum kuruluşlarına düşen temel görev, Türk milletini oluşturan unsurları ayrıştıracak bir dil yerine gönül beraberliğini sağlayacak birlik dilini inşa etmeye katkıda bulunmaktır. Türk milleti ecdadının, tarihinin ve kimliğinin red ve inkâr edilmesine müsaade etmeyecektir. Adsız ve kimliksiz bir toplum tasavvurunun bizi götüreceği yeri görmek isteyenler bir zamanların Yugoslavya’sına bakabilirler. Tarihin ve geleceğin bu kritik kavşağında, iyi niyetle de olsa, vahim sonuçlar doğuracağı aşikâr olan çözüm planlarının uygulamaya geçirilmesine katkı veya izin verenler yarın tarihî bir vebalin sorumlusu olarak anılacaktır.