Türkiye’nin Yolu: Çözülme mi, Türk Medeniyetinin Yeniden İnşası mı ?
Türk Ocaklarının, o zamanki Hars Heyeti Başkanı olarak moderatörlüğünü yaptığım 20-21 Haziran 2009 tarihinde Söğüt ve Bilecik’te gerçekleştirdiği “Milliyetçilik-Ulusalcılık Çalıştayı”nın sonuç bildirisinde “millî devlet” ve “Türk milleti” kavramları hakkında şu ifadeler yer almıştı:
“Millî devlet milletin hür ve bağımsız yaşama iradesinin devletin bütün kurum ve kurullarında tezahür ve tecessüm ettiği devlettir. Millî devlet milletin siyasî, sosyal ve kültürel olgu olarak varlığına bağlıdır. Milletlerin varlığı sosyolojik olarak birbirinden farklıdır. Dolayısıyla millî devleti, dünden bugüne milletin varlığı ve egemenliğini sürdüren bir kurum olarak değerlendirmek gerekir.
“Türk milleti kavramı, bir etnisiteyi değil, bu coğrafyada bin yıldan bu yana yaratılan medeniyeti ortaya koyan ve dün olduğu gibi bugün de, gelecekte de bir arada yaşama iradesine sahip bulunan milleti ifade eder. “
Bu görüşlerin isabeti giderek daha da iyi anlaşılmaktadır. Birileri, yakın zamana kadar artık ulus-devletin modasının geçtiğini ulus-üstü bir birlik olarak AB içinde yer almamızı savunmaktaydı. Ne var ki bugün artık millî devletlerin çağının geçtiği eskisi gibi üst perdeden ileri sürülemiyor.
Küreselleşmenin etkileri millî devlet yapılarını dönüştürmekle birlikte ortadan kaldıramadı ve millî devletin, görünür gelecekte en sağlıklı siyasî birlik olarak varlığını sürdüreceği konusunda geniş bir mutabakat var. Yapmamız gereken şey millî devletin karşılaştığı meydan okumaları iyi değerlendirmek ve yeni şartlara intibak yeteneğini arttırmaktır. Unutmayalım ki, sanayi-öncesi dönemin imparatorluk yapıları kendilerini yeni şartlara uyarlamak esnekliğine sahip oldukları için ömürlerini asırlara yayabilmiştir. Bunun en iyi örneklerinden biri de 16. Yüzyıl sonlarında girdiği buhran dönemini bu esneklik ve pragmatizmle atlatan Osmanlı cihan devletidir.
Bununla birlikte unutmamalıyız ki, küresel güçlerin, İslâm ülkeleri ve Türkiye başta olmak üzere 21. ve hatta 22. yüzyılın dünya siyasî coğrafyasını oluşturmak üzere etnik ve mezhebi ayrılıkları kışkırtmaya devam ettikleri de bir vakıadır…Türkiye maalesef bu hesapların Türklük ve İslamlık için yol açabileceği tehlikeleri boşa çıkaracak sağlam bir siyaset oluşturamadı.
Türkiye’nin bölgesel bir güç haline gelmesi için öncelikle bu zor jeopolitikte kendi konumunu ve gücünü tehdit eden etnik-bölücü fitneyi etkisiz kılması elzemdir. Türkiye’de etnik bölücü kalkışmanın tezleri, millî devlet kavramına düşman, Türk milleti kavramından hazzetmeyen çeşitli basın medya mensupları ve okumuşların da katkılarıyla haklılaştırılmakta, güvenlik güçlerinin operasyonlarının büyük bir hezimete uğrattığı PKK’nın talepleri açlık grevi yutturmacasına ve katilliği tescilli teröristlere karşı insanî hassasiyetlerle sempati beyanları alenen ifade edilmektedir.
Maalesef ülkemizi idare edenler de bir yandan BDP’yle görüşmeyiz derken öte yandan mahalli idareler yasası, ana dilde savunma hakkı gibi masum ifadelerle yansıtılan konularda ayrışmayı derinleştirecek düzenlemelere imza atmaktadırlar. Bu yanlış adımların daha ileri noktalara taşınmaması için sivil toplumun gerekli uyarıları etkili bir şekilde yapması önemlidir. Yapılması düşünülen anayasa değişikliği konusundaki fikir ve görüşlerimiz önce kapsamlı bir raporla geçenlerde de bir mektupla milletvekillerimizin dikkatine sunulmuştu. Ancak, evvelemirde, TBMM’de bulunan milletvekillerinin, vekili oldukları millete karşı, seçim kampanyaları sırasında hiçbir şekilde dile getirilmemiş yasal düzenlemeler konusunda millî iradeyi esas alan bir tavır geliştirmek gibi bir borç ve yükümlülükleri vardır. Vekiller, kendilerinin de içine sinmeyen, mahzurlu buldukları düzenlemelere karşı çıkmak cesaret ve erdemini göstermelidir.
Cehenneme giden yolun iyi niyet taşlarıyla döşendiği malum. 19. Yüzyıl ve 20 yüzyılın ilk başlarındaki Osmanlı tarihinin acı derslerinin manâsını kavrayamamayan, “haklı istekleri geç karşılarsanız talepler giderek artar” diyerek akıl veren sözde “âkil adamlar”ın rehberliğinde bugüne kadar verilen bütün tavizlere rağmen bölücü şiddetin ve öfke dilinin teskin olmak bir yana giderek azgınlaştığını göremeyenler yarın çok daha tehlikeli bir süreçle karşılaşabileceğimizi iyi bilmelidirler.
Osmanlı tarihi, önce bazı haklar, sonra özerklik ve nihayet bağımsızlık talebiyle ortaya çıkan isyan hareketlerinin yakın ve canlı şahididir. Fiziki dilleri biz ayrılmak istemiyoruz derken kalpleri bağımsız bir Kürdistan hayali ile çarpanları böyle düzenlemelerin kesmeyeceği açıktır. Ana dilde savunma ısrarının arkasında Kürtçenin bütün Türkiye’de ikinci resmi dil olması, bilahare oluşturulacak “özerk” bölgede ise ilk ve aslında tek resmi dil olması gayesi vardır. Öz savunma gücü haline gelecek PKK militanlarının “asayiş”(!)ten sorumlu olacağı bölge nihayet fiilen ve resmen bağımsız hale getirilmesi için uygun konjonktür beklenecektir. Türkiye’nin, bölücü zihniyete gösterilen hoşgörü ve gayrımillî entelijansiyanın “aydın ihaneti” neticesinde bu noktaya doğru gitme ihtimali vardır. Kürt kökenli yurttaşlarımız da dahil olmak üzere bu topraklarda yaşayan insanlara zarardan başka bir getirisi olmayacak olan tehlikeli tasarılar karşısında milletimizin aklına, gönlüne ve ferasetine hitap etmeli, birlik ve kardeşlik iklimini giderek tahrip eden bu gidişe dur demeliyiz.
Türkiye’nin ikinci bir seçeneği var. Bu seçenek sadece, etnik kökeni, mezhebi ne olursa olsun tarihî ve sosyolojik anlamda Türk milletine mensup bütün fert ve grupların değil bütün Türk-İslâm âleminin ve hatta insanlığın hayrına sonuçlar doğuracak bir zorlu görevin başlarılmasıyla mümkün olacaktır. Bu seçenek, bu çağın değer, araç ve imkânlarıyla öz medeniyetimizin kalıcı değerlerini mezcederek, siyasî, sosyal, ekonomik ve kültürel alanlarda Türk ve İslâm dünyasının, İslâm medeniyetinin yeniden dünya gündeminde yerini almasını sağlayacak yeni medeniyet tasavvurunun kuvveden fiile geçirmektir.
2011 Yazında Türk Ocaklarının Gerede’de düzenlediği istişarî toplantının sonuç bildirisinde bu konuda şu görüşlere yer verilmekteydi:
“Türklüğün 21. yüzyılda, yeniden cihanşümûl iddia sahibi olmasının yolu, bölünmek ve küçülmekten, içine kapanmaktan, savunmacı anlayıştan değil; büyümekten, asrın idrakine yeni bir medeniyet iddiası sunmaktan geçer. 21. yüzyıl, bütün dünya için olduğu gibi ülkemiz ve milletimiz için de hem büyük fırsatları hem de büyük tehditleri barındırmaktadır. Türk milleti, geçmişinden aldığı güçle ve aynı zamanda günün şart ve imkânlarını iyi tahlil etmek ve enerjisini, geleceği inşa etmeye hasretmek suretiyle tarihî görevini, 21. yüzyılda daha âdil, insanî, demokratik ve müreffeh bir dünya nizamının kurulmasına katkı sağlayan bir dünya gücü olma yönünde ihya etmelidir.”
Türkiye, bizi asla kendi içine almayacak, sadece sıkı bağlarla kendisine raptetmekle amacına ulaşacağını bilen Avrupa Birliği hayalinin peşinden koşmak yerine kendi medeniyet coğrafyasında öncülük yapmalıdır. Bunu, bazı büyük güçlerle çatışma içine girerek yapmasından bahsetmiyoruz; ama şu ya da bu büyük gücün planlarının bir parçası olarak yapması da söz konusu olamaz. Türkiye’nin, kendi iradesiyle ve muhataplarının tam ve samimi bir katılımıyla, Türk dünyasında işbirliğini ve gönül birliğini derinleştirmesi, Ortadoğu ve Balkanlarda eşit devletler olarak dayanışma ve güç birliğini sağlaması gerekmektedir.
Fizikî sınırları değil ama gönül sınırları Adriyatik’ten Çin Seddine uzanan, salt maddî çıkar birliğine değil aynı zamanda dil, gönül ve iman birliğine sahip Türk dünyası ve onunla sağlıklı ilişkiler kurmuş bir İslâm dünyası sadece Türk-İslâm âlemi için değil genel dünya barışı için de çok olumlu bir rol oynayacaktır.
Türk Ocakları Genel Merkezi olarak 100. Yıl faaliyetlerimiz çerçevesinde yaptığımız Türk Dünyası Kadınlar Kurultayı, Dilde Fikirde İşte Birlik Sempozyumu, Türk Dünyası Müzik Günleri Şöleni ile diğer çeşitli faaliyetler ve yine İstanbul şubemizin Bakü’da yaptığı sempozyum başta olmak üzere bütün şubelerimizin Türk dünyasıyla ilgili yaptığı veya önümüzdeki günlerde yapacağı her türlü faaliyet bize Türk devletlerinin bağımsızlıklarına kavuşmasının üzerinden geçen 20 yılı aşkın sürede epeyce bir mesafe alındığını, gelecek için ümitvar olmamız için pek çok sebep bulunduğunu göstermiştir.
Türkiye, bin yıllık tarihinde pek çok badireleri atlatarak bu topraklarda inşa ettiği medeniyeti yeni bir hamleyle insanlığın gündemine yeniden taşıyacak güç, imkân ve enerjiye sahiptir. Türk Ocaklarına ve onun üyeleri olan milletin organik aydınlarına düşen görev bu fikri hayatın bütün sahalarında gerçeğe dönüştürmek için gayret sarfetmektir.