Kuzey Suriye Testinde Türkiye
Suriye’deki gelişmeler, Ortadoğu’yu yeniden şekillendirme sürecinde önemli bir aşamaya gelmiş durumda. Irak’a demokrasiyi ve insan haklarını getirmek (!) üzere icra edilen ikinci harekatın yol açtığı tahribattan masun kalan Kuzey Irak’ta yapılana benzer bir şekilde Suriye’nin kuzeyindeki belirli yerlerde adeta önceden planlanmış bir şekilde, PKK’nın uzantısı olduğu bilinen PYD’ye kentler teslim ediliyor. Bunun, Beşar Esed’in Türkiye’ye karşı hasmâne tutumunun bir sonucu olduğu ileri sürülüyor. Bu doğru olmakla birlikte resme daha yukarıdan bakıldığında hadiselerin makro bir planın gölgesinde geliştiği anlaşılıyor. Birinci Körfez Savaşında 36. paralelin kuzeyinde meydana getirilen güvenli bölge ve Çekiç Güç’ün gölgesinde, Irak’ın kalan kısmından ayrı, bağımsız bir yapıya doğru geliştirilen Kuzey Irak ya da Irak Kürdistanı’ndan sonra sırada Suriye Kürdistanı’nın olduğu artık açık açık dillendiriliyor. Kimileri tam bir benzerlikten, kimileri de iki bölge arasındaki farklardan söz etse de netice itibariyle “dörde ayrılmış Büyük Kürdistan” planının ikinci parçası için yeni bir aşamaya gelindiği bir gerçek. Barzanî’nin Pan-Kürdist siyasetini açıkça ilan etmesini pek yadırgayan yok. Türkiye Cumhuriyetinin bir büyükşehir belediye başkanı da, anayasa,kanun vb. gibi formaliteleri (!) kaale almadan gönlündeki özerk başkentleri ekranlardan ilan ediyor. İskandinav akıl hocaları ileride oluşacak Kürdistan Konfederasyonunun yol haritasını çiziyor, Türkiye’nin de bunu kabul etmesini salık veriyor.
Ortadoğu yangın yerine dönecek, Kürtlerden başka diğer unsurlar büyük acılar çekecekse bundan akl-ı selim sahiplerinin rahatsızlık duyması olağan değil mi? Ama nedense bizdeki gazeteci-yazar taifesinin mühim bir kesiminin tek derdi Suriye’deki Kürtlerin de devletlerine –şimdilik özerkliklerine- kavuşacak olması. Hiçbir yanlış anlamaya mahal vermemek için şunun altını çizelim: Kürt kökenli yurttaşlarımız ve Ortadoğu coğrafyasında yaşayan diğer Kürt gruplar bizim bin yıllık kardeşliğimizin en önemli unsurlarındandır. Biz, bu ülke insanının etnik grup aidiyetleri sürekli vurgulanarak psikolojik açıdan ayrışmalarına zemin hazırlanmasına ve yanlış politikalarla da bu zihnî ayrışmanın sosyolojik zeminde yankı bulmasına itiraz ediyoruz. Bunun bu coğrafyada yaşayan hiçbir etnik ya da mezhebî gruba yarar getirmeyeceğini, sadece burayı denetim altında tutmak isteyen güçlerin kısa, orta ve uzun vadeli hesaplarına hizmet edeceğini biliyoruz.
Şunu açıkça vurgulamak gerekir: Türkiye, dün solcu, bugün liberal veya her daim kozmopolit, Türk’e yabancı zihniyet sahiplerinin iktidara ve devlete telkin ettiği fikirlerin makes bulması sonucunda Kürtçülük sorununda yanlış bir rotaya girmiştir. Güneydoğuda ve Doğuda 30 yıldır devam eden problemin çok çeşitli yönlerinin olduğu doğrudur; ama bazı kesimlerin sadece iç dinamikleri, Kürtlere Cumhuriyet döneminde yapılan haksızlıkları dillendirip meselenin ta 19. Yüzyıldan beri en temel eksenlerinden biri olan dış güçleri ve 1980’lerden bu yana Türkiye’yi meşgul eden ayrılıkçı terörizm boyutunu görmezden gelmesi çok manidardır. Güneydoğu ve Doğudaki meselelerin sadece güvenlik politikalarıyla çözülmesinin mümkün olmadığı doğru olmakla birlikte uluslar arası boyut dahil siyasî ve askerî yönünün asla ihmal edilmemesi gerektiği de apaçık bir hakikattir. Normal olan, Türkiye’nin demokratikleşme sürecine paralel olarak meselenin daha da yumuşaması olduğu halde terörün ve bölücü taleplerin dilinin giderek şiddetlenmesi Beyaz Türk aydınların malum merkezlerin telkiniyle pompaladıkları “çözüm” tekliflerinin “çözüm”e değil, “çözülme”ye matuf olduğunu göstermektedir.
Meselenin PKK-BDP çizgisinin taleplerinin karşılanmasıyla çözülebileceğinin ileri sürüldüğü ve hatta kimilerinin-eli güçlü bir pozisyondayken- PKK’dan silah bırakmasını beklemenin yanlış olduğunun açık açık ve tahrikçi bir dille yazıp çizdiği bir ortamda, devlet televizyonu dahil bütün yazılı ve görsel basında yoğun bir propaganda faaliyetinin yer bulması, bu ülkenin bölücü olmayan ve bir arada yaşamayı gönülden arzu eden çeşitli kesimlerinin zihinlerini bulandırmaktadır. Kapsayıcı, kuşatıcı ve birlikten yana bir pozisyonu ısrarla vurgulayan milliyetçi aydınlara rağmen, Türk milliyetçiliğini neredeyse her problemin sebebi sayan bazı sol, sözde liberal ve İslamcı çevreler etnik Kürt milliyetçiliğinin kazandığı yeni mevzilerden rahatsız olmak bir yana, sevinç duyduklarını dahi gizlemiyorlar.
Bugün Irak’ta büyük ölçüde tahakkuk etmiş olan, Suriye’de ise kuvveden fiile geçirilmeye çalışılan oluşum, salt Türkiye’nin dışıyla sınırlı olsaydı Türkiye bunun üstesinden gelebilir, tarihî gücüyle mütenasip olarak söz konusu güç ile kuracağı iyi ilişkileri kendi lehinde değerlendirebilirdi. Halbuki herkes biliyor ki, bugün Suriye’de olanlar, büyük parçası Türkiye sınırları içinde olan bir Birleşik Kürdistan projesinin ikinci adımının hayata geçirilmesine yönelik çabalardır. Medyadaki koro, bundan endişe duymak yerine kendi Kürt sorunumuza bakıp Kürtlerin haklarını hemen tanımamızı öğütlüyor. Bu çevreleri okuyanlar, eğer Türkiye hakkında fazla bilgileri yoksa, Türkiye’nin, tıpkı Saddam’ın Irak’ı, Esad’ın Suriye’si gibi ceberut bir rejimle idare edildiğini, Kürtlerin bu ülkede hiçbir haklarının olmadığını düşünebilir. Aslında bu yazıları yazanlar da Kürtlerin, hiçbir ayırımcılığa tâbi tutulmadan Türkiye’de her makama gelebildiğini, ekonomik hayatta ve sosyal hayatta etnik temelli bir ayırıma tâbi olmadıklarını, ülkenin istedikleri yerine yerleşip istedikleri işlerle uğraşabildiklerini, ferdî haklar temelinde diğer hiçbir kesimden farkları olmadığını biliyorlar. Lakin onların maksadı başka…
Şunu anlamalıyız ki, etnik fitnenin ateşini söndürmek için yapıldığı söylenen her düzenleme veya açılım etnik ırkçılığı tahrikten başka bir şeye yaramıyor. Zaten, kendilerine tevdi edilen kanaat önderliği vazifesini hakkıyla yerine getiren gazeteci aydın taifesi de bize sürekli olarak artık bazı aşamaların çoktan geçildiğini, Kürtlerin öyle basit birtakım tavizlerle kandırılamayacağını tekrarlayıp duruyor ve Osmanlı döneminde de geç verilen haklar yüzünden birtakım unsurların bağımsızlık için isyan ettiklerini, önce istedikleri haklar verilince de artık bunun bir işe yaramadığını söylüyorlar. Halbuki tarih aslında başka bir şey söylüyor: Osmanlı’nın 19. Yüzyıl tarihi, ayrılıkçılık hareketlerine karşı verilen tavizlerin tarihidir bir bakıma. Tanzimat ve Islahat Fermanları, I. ve II. Meşrutiyet’ler ve aradaki pek çok yasal düzenlemeler-bunlara 1. Dünya Savaşı başlamadan hemen önce Doğu Anadolu’da Ermenilerin de yaşadığı bölgelerin yabancı valilerin yönetimine verilmesi dahildir- Osmanlı’dan ayrılmak isteyenleri teskin etmek bir yana daha da kamçılamıştır. Çünkü mesele, birtakım hakları tanımak değil, Türkleri geldikleri yere göndermek projesi idi.
Bu meselenin millet lehinde çözümü için Türkiye’de ciddi, bilime ve hasbî tefekküre saygılı, gerçekten kendi insanını ve bütün insanlığı seven, fikirlerini iç veya dış güç odaklarından gelen işaretlere göre değil, bilgisine ve imanına dayanarak oluşturan tefekkür ve irfan erbabına ihtiyaç var. Çıkar odaklarının değil, milletin sesine kulak verecek olan bu zümrenin aslî görevi, bin yıl önce Haçlıların Türkiye olarak adlandırdıkları bu coğrafyada ortak tarih, inanç ve kültür temelinde oluşan birliğin temellerini pekiştirmeye ve geliştirmeye çalışmak olmalıdır.
Türkiye’yi yönetenler, Ortadoğu’yu şekillendirmeye çalışan büyük gücün ve sürece kendi damgasını vurmaya çalışan diğer güçlerin planlarının farkında olarak bundan sonra atılacak adımların getireceklerini iyi hesaplamak durumundadır. Mesele, sadece önümüzdeki birkaç yılı değil belki 22. Yüzyılın dünyasının biçimlenmesini ilgilendiren bir mahiyeti haizdir. 19. Yüzyıl sonlarında ve 20.yüzyıl başlarında Ortadoğu’yu o zamanki çıkar algıları çerçevesinde tasarıma tâbi tutanlar, bugün baş aktör değişmiş gözükse de yine aynı coğrafyayı daha o zamandan temelini attıkları etnik ve mezhebî fay hattı temelinde yeniden bir tasarıma tâbi tutuyor, daha doğrusu gelecek yüz yıl içinde bu coğrafyanın kendi denetimleri altında kalmasını teminat altına almaya çalışıyorlar. Türkiye işte bu yalın gerçek karşısında, kendi imkân ve kabiliyetleriyle kendi aklıyla ve kendi gelecek tasavvuruyla hareket ettiği takdirde, içine çekilmek istendiği tehlikeli “anafor”dan kurtulup kendi geçmişiyle mütenasip bir tarzda Ortadoğu coğrafyasında etkili bir rol oynayacak mevkie gelebilir.