Türkiye’nin Kritik Dönemeci
Bu coğrafyadaki bin yıllık tarihinde Anadolu’yu vatanlaştırma, Haçlı seferlerine karşı yeni vatanını ve İslam âlemini koruma, Moğol istilasının ardından gelen tavaif-i mülûk (beylikler) döneminin parçalanmış siyasî yapısı içinde vatanlaşma sürecini sürdürme, Fetret devri akabinde yeniden birliğini sağlama mücadelesinin ardından bir cihan devleti kuran Türk milleti, Osmanlı devletinin Anadolu, Balkanlar ve Orta Doğu coğrafyasında inşa ettiği nizamın Viyana bozgunu ardından sarsılmasıyla, 1774 Küçük Kaynarca antlaşmasından ve özellikle de 19. Yüzyıl başlarındaYunan ve Sırp isyanları ile başlayan parçalanma ve Anadolu’da toparlanma süreçlerini tecrübe etmiştir. Yeni Türk devletinin kurulmasından sonra dünyadaki dengelere göre bir siyaset izleyen Türkiye’nin önüne Berlin Duvarının ve ardından Demir Perde’nin yıkılması sonrasında merhum Turgut Özal’ın ifadesiyle “hâcet kapıları” açılmıştı. 1990’larda Türk dünyası ve Osmanlı coğrafyasının sağladığı yumuşak güç sayesinde bir bölgesel güç olma yoluna girmesi için gerekli zemin oluşmakla birlikte enerjisi 1984’de başlayan etnik bölücü terör hareketi ve 1990’larda itildiği laik-anti laik çatışmasıyla içe döndürülen Türkiye, 2000’li yılların ilk yarısını da bir yandan laik-anti laik gerilimi öbür yandan İkinci Körfez Savaşında Amerika ile yaşanan anlaşmazlığın terörü yeniden tırmandırmasıyla geçirdi. 2002’den bu yana tek partinin seçimi kazanması siyasî istikrarı sağlamışsa da özellikle 2007’deki Cumhurbaşkanlığı seçiminde zirveye çıkan iç gerilimler Türkiye’nin dışarıda yeterince güçlenmesini engelliyordu. O tarihten itibaren, yargının da harekete geçirilmesiyle içeride darbe girişimlerinin önünü tıkamayı amaçlayan bir süreç başlatılmış, dışarıda ise daha sonra mahiyetinden haberdar olunan Oslo görüşmeleri çerçevesinde “Kürt meselesi” denilen etnik bölücü terör hareketinin çözümü hakkında “açılım” diye ifade edilen bir girişim başlatılmıştı. Habur duvarına çarptıktan sonra tavsayan açılım çabaları 2011 seçimlerinden sonra başlatılan yeni anayasa çalışmalarıyla yeniden gündeme oturdu. TRT 6’nın açılması, bazı üniversitelerde Kürt Dili ve Edebiyatı bölümlerinin kurulması ve son olarak da Kürtçenin seçmeli ders olarak okutulması ile ilgili kararlar, her ne kadar etnik bölücü çevreleri tatmin etmekten uzaksa da etnik bölücülüğün giderek derinleşmesine tesir eden uygulamalar olarak tarihe geçti. Şimdi önümüzde bir yandan bu mesele, öbür yandan Suriye ile yaşanan krizle tezahür eden daha ciddi bir uluslararası problem durmaktadır.
Suriye ile yaşanan uçak meselesinin çok daha geniş ve karmaşık boyutları olduğu gün geçtikçe ortaya çıkıyor. Bu meselenin de iç ve dış iktidar odaklarının çıkar çatışmaları dikkate alınmadan anlaşılamayacağı ortaya çıkmıştır. Son olarak Genelkurmay tarafından, uçağın Suriye tarafından düşürüldüğünün bir “iddia” olarak nitelenmiş olması kafaları karıştırmış, her ne kadar daha sonra bu ifade düzeltilmişse de, daha işin başında bu işin Rusya tarafından gerçekleştirildiği görüşünü örtük veya açık bir biçimde ileri sürenlerin haklılığını gündeme getirmiştir. Meselenin, bir dünya savaşını tetikleyebilecek bir noktaya gelmemesi için teenni gösterilmesi doğru olmakla birlikte, Türkiye’nin, kendi itibarı ve gelecek tasavvuru açısından gerekli girişimlerde bulunarak bu olayda alınan yarayı telafi etmesi bir zorunluluktur.
Kürtçülük meselesinin geldiği noktayı iyi anlamak bakımından geçen ay liberal aydınlarımızdan birinin yazdıklarını hatırlmamız yerinde olacaktır. Bu gazeteci-aydın, aslında yıllardır ağızlarda-zihinlerde mi desek?-gevelenen baklayı olanca sadeliğiyle çıkardı ve “Kürt meselesi”nin çözüm anahtarını açıkladı. Ona göre Kürt meselesinin “otuz yıllık savaştan” sonra tek çözümü var : Eşitlik. Kendisi bunu şöyle açıklıyor:
“Kürtlerin vatandaşı oldukları ülkenin vatandaşlarıyla her alanda eşit haklara sahip olması. Bundan azına razı olmazlar. Neden “ikinci sınıf” vatandaş olmayı kabul etsinler?” Daha sonra şu, bir süredir demokrat-liberal etiketini kendisine layık görenlerin apaçık gerçekmiş gibi tekrarladıkları slogana dönüyor: “Kürtlerin hakları hep gecikerek verildi(…) Kürtler, sadece devletin değil Türk siyasetçilerin ve Türk vatandaşlarının da kendi dertlerine, acılarına aldırmadığını düşünüyorlar artık.”. Devletin sonunda eşitliği de kabul edeceğini ama bunun çok geç olacağını tahmin eden gazeteci düşünürümüz, Kürtlerin korkutulamayacağını, aşağılandıkları için birlikte yaşamayı sorguladıklarını ileri sürüyor ve noktayı koyuyor:
“Hem “bölünmekten” niye bu kadar korkuyoruz, iki halk birlikte mutlu yaşayamıyorsa, huzuru, eşitliği, barışı beraberce bulamıyorsa ayrılır. “Ayrılmak” istemeyen Kürtlerle Türkler varsa, “birlikte yaşamanın” ayrı yaşamaktan daha büyük mutluluk, zenginlik ve huzur yaratacağını göstermek zorundalar.” (Ahmet Altan, taraf, 7 Haziran 2012). (altını biz çizdik).
Memlekette bu tür aydınlar oldukça etnik bölücülük için birilerinin silah kullanmasına gerek yok. Bu ülkenin insanlarını Türkler ve Kürtler diye ikiye bölüp Kürtlerin ikinci sınıf olduklarını karine gibi yazıp çizen bu zihniyet, tarihi, tarihte yaşanan acıları aslında hiç anlamıyor. Anlamış ve empati yapıyormuş gibi görünüp bugün Ermenilerin yarın Kürtlerin haklarından bahseden bu aydın tipi aslında insanına ve tarihine yabancılaşmış, kendi insanına batılı, oryantalist zihniyetin paralelinde bakan nevi şahsına münhasır bir zümre… Söyledikleri sözlerle bazı duyguları nasıl tahrik ettiklerinin, psikolojik ayrışmaya nasıl hizmet ettiklerinin farkında değil mi bu zevat? Bu aydınların 1912-13 yıllarında yaşanan Balkan faciasında hayatlarını ve yurtlarını kaybeden Müslüman Türk unsuruna karşı bir empatisi filan söz konusu değil. Yine bu zümreye mensup aydınlar, Balkanlardan göç etmek zorunda kalmanın Türklerde Ermenilerin Anadolu’dan ayrılmasına benzer bir travma yaratmadığını, çünkü onların Rumeli’yi vatan olarak görmediklerini ifade eden zihniyeti asla yadırgamıyor. Halbuki bunun bir adım sonrasında, Türklerin Türkiye’yi de bir vatan olarak görmedikleri, bin yıl önce geldikleri bir ülkeden gerisin geri ata yurtlarına dönmeleri halinde de çok önemli bir sorun çıkmayacağının ileri sürülmesi gelecektir. Nitekim, Birinci Dünya Savaşı sırasında Osmanlı Devletinin batılı düşmanları bu fikri ileri sürmekteydi.
…..
Geçtiğimiz günlerde yaşanan önemli bir gelişme de Leyla Zana ile Başbakanın görüşmesidir. Önceki fikirlerinden, BDP’nin savunduğu görüşlerden farklı bir şey söylememekle birlikte, meseleyi Başbakan R. Tayyip Erdoğan’ın çözebileceğini ifade etmesi, Zana’ya kendi cenahından tepkiler gelmesine yol açmakla birlikte, Zana’nın bunu, çözüm arayışlarını yönlendiren odakların telkiniyle ve Öcalan’ın muvafakatıyla söylediğinde bir şüphe yok. Kuzey Irak’taki yönetim ve uluslararası hamilerinin desteklediği bu girişim, Türkiye’nin yumuşak karnından yararlanarak orta ve uzun vadede Birleşik Kürdistan oluşturma stratejisinin adımlarından biri olarak görülmelidir. Konjonktürel olarak Türkiye’nin rıza göstermeyeceği bir bölünmeyi şimdilik mümkün görmedikleri için “demokratik özerklik” projesini gündeme getiren bölücüler aslındaTürkiye’yi yönetenleri böyle bir ayrışmanın ileride meydana gelmesi için zemini hazırlayan adımları attırmaya çalışmaktadırlar. İnsanlarımızın, “ne pahasına olursa olsun çözüm” psikozuna sokulmaması elzemdir. Türk milleti bin yıldır yaşadığı bu topraklarda etnik köken, ırk ayırımı yapmadan yaşamaktadır. İnsanlarımızın ortak geçmişlerini, ortak değerlerini ve ortak gelecek tasavvurlarını değil sürekli olarak ayrılık ve farklılık noktalarını öne çıkaran bir dille bu meselenin giderek derinleşmesi mukadderdir. Yöneticilere ve bu toprağın hakiki aydınlarına düşen, öncelikle ve özellikle bölücü ve ayırımcı bir dil kullanmadan, bu vatanda yaşayan insanların ortak bir bilinç ve ortak bir gelecek tasavvuru geliştirmelerine yardımcı olmaktır.
Birinci Körfez Savaşından beri adım adım uygulanan bir stratejinin yeni ve kritik bir aşamasına geldiğimiz muhakkak. Türkiye’yi yönetenlere düşen görev, bu kritik dönemde, Suriye tarafından düşürülen uçakla ilgili gelişmelerin de öğrettiği üzere, başkalarının hesaplarıyla, başkalarının akıllarıyla, başkalarının çözüm perspektifleriyle değil, kendi tarihinden aldığı güçle, kendi aklıyla ve kendi gelecek tasavvuruyla bu krizde aldığı yarayı süratle iyileştirecek ve itibarını ve Türk milletinin vakarını bütün dünyaya bir kez daha gösterecek çözüm yolunu bulmak; bunu İslam dünyası ve Müslümanlarla tarihî yakınlığı ve ilişkilerini yaralamadan yerine getirmektir.