Cumhurbaşkanlığı Seçimi ve Türkiye’nin Yeni Gündem
Türkiye, tarihinde ilk kez doğrudan halkoyu ile bir cumhurbaşkanı seçti.21 Ekim 2007’decumhurbaşkanını halkın seçmesiyle ilgili referandum yapıldığında bunun ileride yol açabileceği sonuçları, yapılmak isteneni, hedefleri herhâlde Sayın Recep Tayyip Erdoğan ile dar danışman çevresi dışında hiç kimse tam olarak kestiremiyordu. Tabii ki, yeni anayasa arayışında başkanlık veya yarı başkanlık sisteminin gündeme geleceği hemen düşünülüyordu. Ne var ki bu işin nasıl sonuçlanacağı üzerine tek sistemli çalışma belli ki Sayın Erdoğan’ın liderliği tarafından yapılmıştı.
Mart 2014 mahalli seçimlerinin hemen ardından cumhurbaşkanlığı seçiminin gündeme geleceği sır değildi. 17-25 Aralık sürecinde yaşadığı sıkıntıları “paralel yapı” olarak adlandırdığı bir odağa yönelik sistemli kampanya ile savuşturan AKP liderliği, fazla bir kayıp vermeden atlattığı mahalli seçimlerin ardından çok ustaca planlanmış bir cumhurbaşkanlığı seçim sürecini hazırladı. Aday belliydi ama son ana kadar açıklanmadı. Beklenti, kamuoyu algısı ve bu algının yönlendirilmesi için planlı ve düzenli bir çalışmanın yapıldığı artık gün gibi âşikâr. Buna mukabil iki muhalefet partisi liderinin önderliğinde oluşturulan çatı aday projesi yeterli halk desteğini sağlayamadı.
Bunun muhtelif sebepleri kamuoyu tarafından yeterince tartışıldı ve aşağı yukarı şu hususlarda mutabık kalındı:
1-Recep Tayyip Erdoğan gibi arkasında İstanbul Büyükşehir Belediyesi başkanlığından son 12 yılın başbakanlığına kadan uzanan derin bir siyasî tecrübe bulunan favoriye karşı Prof. Dr. Ekmeleddin İhsanoğlu fazlaca “çelebi” kaldı. Saygın kişiliği ve diplomatik tecrübesine rağmen kamuoyu kendisini, ancak adaylık ilanından sonra kampanya sürecinde tanıdı.
2-Başbakanın, yıllar içinde oluşturduğu destekçi tabanı hiç de küçümsenmeyecek bir güce erişmiştir. Oran itibariyle nispeten küçük olsa da imam-hatip kökenliler, çeşitli tarikat ve cemaatlerin de içinde yer aldığı ideolojik çekirdeğin yanında, AKP iktidarından önceye uzanan sosyal devlet politikalarının 12 yıllık dönemde yaygınlaştırılmasının etkisiyle bu iktidarın devamından yana tavır alan kesimler ile istikrar ve güven faktörünün yönlendirdiği merkez seçmenler bu kapsamda not edilmelidir. Buna mukabil muhalefet partilerinin seçmenlerinin (özellikle CHP’li seçmenlerin) bir kısmı gösterilen adaydan dolayı sandığa gitmemeyi bir kısmı da daha düşük oranda Selahattin Demirtaş’a oy vermeyi tercih etti. MHP seçmeninin küçük bir kesiminin-ama sonuca etki bakımından önemli- Sayın Erdoğan’a oy verdiği kamuoyu araştırmacılarının iddia ettiği bir başka faktör olarak dikkati çekiyor.
3-Bu seçimin nihai sonucunu değil ama ilk turda bitmesini etkileyen bir mühim unsur da hiç şüphesiz kamuoyu algısını yönlendiren araştırma sonuçları ve bu çerçevede yapılan propaganda ve yayınlardır. Adeta sonucu belli bir seçim algısı oluşturulmuş, Sayın Başbakanın Ramazan ayında ve sonrasında yaptığı mitinglerin birkaç kanal hariç bütün ekranlarda canlı yayımlanması, buna mukabil Sayınİhsanoğlu’na çok az yer verilmesi de bu algıyı güçlendirmiştir.
4-İktidar partisi bütün teşkilatlarıyla Sayın Erdoğan’ın kampanyasını desteklerken CHP ve MHP’nin kampanyaya desteği sınırlı kalmıştır. Her iki partiden görevli milletvekillerinin Sayın İhsanoğlu ile ülkeyi dolaşmaları, salon toplantıları, Sayın Kemal Kılıçdaroğlu ve Sayın Devlet Bahçeli’nin seçim sürecinin bayram sonrası dönemindeki yoğun çabaları bu gerçeği değiştiremedi. Esasen bütün bu manzaraya bakıldığında Sayınİhsanoğlu’nun aldığı yüzde 38,5 oy hiç de küçümsenmeyecek bir orandır.
* * *
Bunları daha uzatmak mümkün, ancak asıl önemlisi bu seçimden sonra Türkiye siyasetinin, daha doğrusu Türkiye’nin devlet yapısının nasıl bir şekil alacağıdır. Seçimden önce yazdığım bir yazıda önümüzdeki sürecin Başkanlık sistemi ve federalizm tartışmalarına gebe olduğunu ima etmiştim. Başkanlık sistemi konusunda bir tereddüt yok. Nitekim Sayın Erdoğan daha görevine başlamadan bile bir Başkan gibi davranacağını açık açık ifade ediyor, sempatizanları ve medyadaki destekçileri de “Reis” unvanını fazlasıyla sevmiş durumda. Sayın Erdoğan’dan başlayarak AKP’nin pek çok ileri geleninin açıklamalarından, 2015 genel seçimlerinin bir nevi Başkanlık sistemi referandumu olacağını çıkarabiliriz.
Peki ya federalizm? “Yeni”, “Büyük” Türkiye’nin üniter,millî devlet yapısında kalacağının düşünülmediği âşikâr. Peki, alternatif ne? Bu soruya sadece Türkiye’nin içine bakarak cevap veremeyeceğimiz izahtan vareste… Suriye’de ve Irak’taki gelişmeler temelinde Orta Doğu’nun yeniden şekillenmesi süreci bu noktada belirleyici olacak unsurlardan biri. PKK’ya indirilen ağır darbelerin ardından başlatılan çözüm sürecinde resmî makamların açıklamalarının tersine, İmralı ve Kandil cephelerinden gelen açıklamalar zımnen bir Türkiye-Kürdistan ortaklığı projesi etrafında anlaşıldığını düşündürüyordu. Abdullah Öcalan’ın ortak vatan vurgusu, bir perdeleme taktiği intibaını veriyor. Türk bayrağına gösterilen tahammülsüzlük, devlet güçlerinin adeta sahneyi terk etmeleri, Güneydoğudaki belli illerde sağlanan PKK-KCK hâkimiyeti ileriye matuf endişeleri arttırıyor.
Türkiye’nin,merkezi Irak hükümetinin karşı çıkmasına rağmen, Kuzey Irak Kürt yönetimi ile petrolün satışını da içeren derin iktisadi çıkar birliği etrafında kurmayı tahayyül ettiği birlik IŞİD tehdidinin ancak Amerikan müdahalesi ile sona erdirilmesi üzerine bir ölçüde gölgelendi(Bu arada Irak merkezi yönetiminde de değişiklikler oldu). Son gelişmeler, IŞİD’i kullandığı iddia edilen uluslararası güçlerin, bölge oyuncusu olarak Irak’ta Kürtlerle, Suriye’de ÖSO ile işbirliği kurarak etki ve nüfuzunu arttırmaya çalışan Türkiye’ye bir ikazı olarak da okunabilir. Yine Yezidi Kürtlere karşı IŞİD’in yaptığı zulüm ve Irak Kürt bölgesini tehdidi karşısında Peşmergenin yetersizliği üzerine PKK unsurlarının savunmada rol oynaması, adeta PKK’yı sevimli hâle getirme, terör örgütlüğünden özgürlük mücadelesi veren savaşçılara dönüştürme operasyonunun bir yansıması gibi… Tam da bu günlerde Lice’deki PKK sözde şehitliğine, 1984’de Eruh ve Şemdinli baskınlarıyla PKK’nın devlete karşı açtığı savaşı başlatan Mahsum Korkmaz’ın heykelinin dikilmesi devletin varlığı ve egemenliğine karşı aleni bir meydan okuma olarak kayda geçti. Neyse ki, bu defa idarecilerimiz ve yargı sistemi harekete geçti ve bu rezalete şimdilik bir son verdi.
Bununla birlikte yöre halkı üzerinde estirilen hava devam ediyor. Nitekim, bir habere göre,cumhurbaşkanlığı seçiminde Güneydoğudaki bazı illerde alınan sonuçlara karşı Sayın Erdoğan’ın halk üzerinde uygulanan baskıdan şikâyet etmesi ise çözüm sürecinin vardığı noktanın devletin en tepesindeki isim tarafından itiraf edilmesidir. Aynen şunları söylediği iddia ediliyor Sayın Başbakanın/Seçilmiş Cumhurbaşkanının:
“İnsanların iradesine silah tehdidiyle el koyanlar karşısında bizler de tavrımızı en güzel şekliyle ortaya koyacağız. İçişleri veTSKtüm imkânlarıyla buralarda neyse, hangi dilden anlıyorlarsa o dilden konuşmaya mecburuz(…)Ne gerekiyorsa bizim bunu yapmamız lazım. Bu işin affı olamaz. Çözüm sürecini biz onlar istifade etsin diye hazırlamadık ki. Çözüm sürecini millet istifade etsin diye hazırladık. Eğer biz onlar istifade etsin diye hazırlamış olursak bunun hesabını veremeyiz.”
Bu sözlerin Sayın Erdoğan tarafından söylendiği doğruysa gerçekten de “çözüm süreci”nin ne kadar kaygan bir zeminde yürüdüğü de anlaşılıyor. Biz, daha sürecin başladığı andan itibaren, bu tehlikelere işaret ettik ancak kanın durması, anaların ağlamaması retoriği baskın geldiğinden iyiniyetli ikazlara kulaklar tıkandı.
Şimdi açık bir gerçek var: Düne kadar aralarında problemler olduğu söylenen PKK-PYD ile Barzani bir araya geldi. Bundan sonra ABD’den bağımsız olarak hareket etmesi zor görünen Barzani bağımsız Kürdistan hayalini bir süre daha ertemelenin gerçekçi olduğunu anladı, ama Suriye Kürtleri ve PKK ile ilişkileri sıkılaştırarak da uluslararası topluma bir mesaj vermiş oldu.
Türkiye’nin Musul Konsolosluğundaki personeli rehin alan IŞİD’e karşı elinin kolunun bağlanması ise aslında Yezidilerden önce Şii Türkmenlerin yer veyurtlarından olmasına, çöllere dağılmasına sebebiyet vermişti. Ama onların Türk olmak gibi bir talihsizlikleri olduğundan bir iki istisna hariç, dünya kamuoyunun da Türk(!) medyasının da ilgisini çekemedi. Hem Irak hem de Suriye’de milyonlarla ifade edilen nüfuslarına rağmen Türkmenlerin teritoryal bir varlık alanlarının oluşmamış olmasında, herhâlde Türkiye’nin de önemli bir sorumluluğu var.
* * *
Netice itibarıyla, cumhurbaşkanlığı seçimi sonrasında Türkiye hem sistem hem de ülke yönetimi bakımından yeni gelişmelere gebe… Fiilen yarı başkanlık seçimine geçileceği artık kesinleşmiş bir kanaat. 2015’ten sonra ne olacağını ise hep birlikte göreceğiz. Çözüm sürecinde ise Suriye ve Irak’taki gelişmelerle birlikte Türkiye’nin “Kürt meselesi” hiç de kolay olmayan bir evreye girmiştir.
Türkiye’deki muhalefet partilerinin yeni dönemde, yeni (Cumhur)Başkan(ı)R. Tayyip Erdoğan’ın yönetim tarzına muhalefet söylemi dışında, kendi gelecek tasavvurlarını daha net, açık ve tatminkâr bir şekilde kamuoyu ile paylaşmaları, en akılcı yol olarak görülmektedir. İktidar partisinin yönetim kadrolarının, yeni hükümetin nasıl şekilleneceği ve akabinde 2015 seçimlerinde alınacak sonuçlar, Türkiye’nin geleceğini belirlemede hayatî bir önemi haiz olacaktır.