Kıskaçtan Çıkış Yolu
2009’da “Demokratik açılım”, Habur fiyaskosunun ardından yapılan Oslo görüşmeleri ve 2012 yılının son günlerinde Abdullah Öcalan ile görüşmeler yapıldığının açıklanmasıyla ilan edilen “çözüm süreci”… Kanayan bir yarayı, etnik fitneyi çözmek adına yapıldığı söylenen bu girişimler konusunda net bir tavır gösterdik ve özetle dedik ki; bir terör örgütünün silahlı tehdidinin gölgesi altında atacağınız adımların tamamı, silahlı şiddet ile elde edilen kazanımlar olarak algılanacaktır. Bu bağlamda bir “taviz siyaseti”nin sonu yoktur. Konjonktürel olarak nihai hedefinden vaz geçtiğini ilan eden terör örgütüne güvenilemez. Ülkede huzur ortamı tesis edilsin isteniyorsa bunun yolu etnik ve mezhebi temelde ayrılıkları derinleştirecek düzenlemelerden değil ülkede genel manada demokratikleşmeyi geliştirecek tedbirlerden geçer.
Gelinen noktada, Suriye’deki gelişmeler bahane edilerek çıkarılan olaylar sonucunda, esasen PKK’nın sırf süreç zedelenmesin diye göz yumulan alan hâkimiyetini genişletme siyasetinden duyulan endişenin de tesiriyle, “çözüm süreci” iflas etmiştir. Nitekim yetkili ağızlar, süreci devam ettireceklerini ama süreç uğruna PKK’nın eylemlerine göz yummayacaklarını açıklamak durumunda kaldılar. Bu ise aslında 6-8 Ekim olayları öncesinde izlenen “görmezden gelme” siyasetinin itirafından başka bir şey değildir.
Sürecin başında, çok farklı uluslararası odaklarla düşüp kalkmaya alışkın bir terör örgütüne güvenilerek “milli ve yerli” bir çözüm planının uygulandığına inanmamız istenmişti. Bunun ham bir hayal olduğu gün gibi aşikârdı. Peki o halde şimdi ne yapılmalı? Çözüm süreci boyunca çekince ve itiraz bildirenleri susturmak için çokça istismar edilen “anaların gözyaşları” ırmak olup aksın mı? Ülke sonu kestirilemez bir terör sarmalına mı girsin? Makul ve vicdanlı insanları şehitler üzerinden istismar yapmakla suçlayan âkilleri mi yeniden piyasaya sürelim?
Bu ve benzeri soruları, aslında eleştiri barındıran cümleleri sonsuza kadar çoğaltabiliriz. Ancak hepimiz farkında ve şuurunda olmalıyız ki mesele vahimdir, çok vahimdir. Türkiye, hem Ortadoğu gelişmeleri hem de kendi PKK meselesi arasında bir kıskaca alınmaya çalışılmaktadır. Vatanseverlere düşen görev, sen-ben kavgası değil, doğruları görmeye ve göstermeye çalışmak, karar mekanizmasındakileri bu yönde ikaz etmektir.
Etrafımızdaki problemlerden bağımsız olarak ele alamayacağımız bu meselenin küresel boyutlarını ihmal etmek, büyük devletlerin bölgeyle ilgili planlarını göz ardı etmek asla mümkün değildi. Nitekim bugünden bakıldığında, bizzat Sayın Cumhurbaşkanının isim vermeden ima ettiği “büyük akıl”ın devrede olduğu apaçıktır. Buna, bölgesel odakların-İran ve karşıtı Arap devletleri ile İsrail’in-, kuzeydeki büyük gücün ve AB’nin hesaplarını eklediğimizde ne denli karmaşık ve zorlu bir meydan okuma karşısında bulunduğumuz anlaşılır.
Bu noktada, tekrar eskiye dönüp sonuçsuz ve yararsız tartışmalara girmektense sağduyu ve aklıselim ile süreci çok iyi tahlil etmek, nerede hata yapıldığını iyi anlamak ve neticede de hatadan dönmek gerekmektedir. Bugün yaşananlar bu “hata”dan dönmenin, hakikat karşısında sadece bir erdem değil ama aynı zamanda bir mecburiyet olduğunu ihtar ediyor. Bunun, çözüm ile kamu güvenliği arasında bir denge kurmak olarak ilan edilmesi aslında hatanın anlaşıldığını gösteriyor. Kimse açık bir beyan beklemiyor; uygulamada bir şeylerin değiştiğini görmek istiyoruz.
Bütün bu yaşananlara rağmen birileri hâlâ teröristbaşı Öcalan’dan medet umuyor. 6-8 Ekim olaylarını ateşleyen beyanatı bizzat İmralı mahkûmunun verdiği unutturulmaya çalışılıyor. 29 Eylül 2014 tarihli, yani söz konusu olaylardan 8 gün önce web sayfamızda yayınlanan bir önceki yazımızda aynen şunları yazmıştık:
“… hükümet çevrelerinin “çözüm” sürecinde bel bağladığı, “kötü polis Kandil”e karşı “iyi polis İmralı” kod adlı örgüt lideri Öcalan, örtük bir topyekûn savaş tehdidinde bulunmuştur. Örgütün yayın organı ANF'de yer alan habere göre Öcalan, “Sadece Rojava değil, kuzey ve tüm parçalardaki Kürt halkı, buna göre yaşamını şekillendirmelidir.” dedi.“Rehinelerin serbest bırakılması konusunda devlet, açıkça müzakere yürüttüğünü kamuoyuna bildirdi, ama Kürt sorununun çözümü konusunda müzakere sürecini başlatmaya bir türlü yanaşmamıştır.” dediği bildirilen Öcalan’ın, şu ifadeleri nedense kamuoyunun dikkatinden kaçırılmaya, gündeme getirilmemeye çalışıldı:
“Halkımızın yüksek yoğunluklu savaşa karşı yaşamını şekillendirmesi gerekiyor. Sadece Rojava halkı değil kuzey ve tüm parçalardaki Kürt halkının buna göre yaşamını şekillendirmesi gerekiyor. Bütün Kürt halkını topyekûn bu yüksek yoğunluklu savaşa karşı direnişe geçmeye çağırıyorum.”
Bu arada, İmralı-Kandil arasında postacılık yapan HDP adlı partinin sözde lider kadrosunun sözlerinin hiçbir değerinin olmadığı da ayan beyan ortaya çıkmıştır. Yüksekova’da, tam da PKK’lı canilere yakışan bir şekilde, kalleşçe ve haince katledilen sivil giyimli ve silahsız Mehmetçiklerin şehit edilmesi üzerine söz konusu partiden yapılan açıklama, PKK-KCK’nın güdümünde siyaset yapanların gerçek zihin ve ruh dünyalarını apaçık ortaya sermiştir. Bugüne kadar onlara destek olmuş bazı sol-liberal Türkiye aydınlarının dahi mahcup bir eda ile tenkit ettikleri “Kağızman’da infaz edilen üç gerillaya karşı öldürülen üç asker” söylemi, sadece kalleşliğin değil vicdansızlığın da ne kadar derinlerde yattığını göstermiştir.
Söz konusu partinin 28 Ekim günü yayınlanan bildirisindeki şu ifadeler yeterince açıktır: “Halkımızın 6-8 Ekim’deki meşru demokratik mücadelesi, Kobani’deki durumu köklü biçimde değiştirmiş, Kobani’yi dünya kamuoyunun gündemine taşımış ve kentin düşmesine barikat olmuştur.” Ülkemizin pek çok kentinde terör estiren, 50’ye yakın kişinin ölümüne yol açan alçakça kalkışmanın mazereti(!) bu…Ve biz Türkiye’de hâlâ namuslu ve görevinin bilincinde savcıların bulunduğuna inanmak istiyoruz. Türk devletinin tehditle, şantajla boyun eğmeyeceğini Diyarbakır’da bölücülere karşı haykıran cesur emniyet amirinin sesini adalet mekanizmasından da bekliyoruz.
Bütün bu yaşananlar gösteriyor ki devlet, bu gibi odakları muhatap kabul etme yanlışından dönmeli, hatta bunları yani terör örgütü ile onun sözde legal/siyasi uzantılarını hiç muhatap almadan sadece ve yalnızca doğu ve güneydoğuda yaşayan bütün kesimler dahil milletin tamamını esas alan yeni bir siyaset geliştirmelidir. Bu siyasetin üç temel ayağı, a) demokrasinin derinleştirilmesi, b) bölgede devlet otoritesinin yeniden kurulması ve c) ekonomik tedbirlerin alınmasıdır. Demokratikleşme ve devlet otoritesinin tesisi birbiriyle çelişen değil ahenkli politikalardır ve böyle bir anlayışla ele alınmalıdır.
Devlet, Suriye ve genelde Ortadoğu politikasındaki hatalardan da ders çıkarmalıdır. Bu, Esad’ı ya da Mursi’yi haklı görmek demek değildir. Ortadoğu’daki baskıcı rejimlerin değişmesi elbette hepimizin arzusu olmalıdır. Ancak Türkiye, uluslararası ilişkilerdeki temel normlarla kendi gücü arasındaki dengeyi iyi kurarak bu meselelerde tavır belirlemelidir. Bu, bazılarının iddia ettiği gibi ilkesizlik değildir. Ama malumu ilâma gerek yok ki, devletlerarası ilişkiler ne ebedi dostluk ne de ezeli düşmanlıklara dayanır. Bu coğrafyadaki aktörlerin ve küresel güç odaklarının planlarını bozmak, en azından bizim aleyhimize olabilecek gelişmeleri tersine çevirmek elbette bu ülkeyi yönetenlerin görevidir. Ortadoğu haritasını yeniden çizmeye çalışanların tasavvurlarının içinde Türkiye haritasının da bulunduğu bir sır değildir. Hükümete ve siyasilere düşen görev toplumsal bütünleşmeyi, milli birliği güçlendirerek bu planları akamete uğratmaktır.
6-8 Ekim olaylarında kopartılan fırtınanın ve ABD ve Batı kamuoyunda yapılan propagandanın arkasında Arappınarı’nda (Kobani) bir insanlık faciasının yatmadığını hepimiz biliyoruz. Mesele, Batı’nın şeytanlaştırdığı IŞİD’e karşı laik, batılı değerlerle çelişmeyen PKK-PYD çizgisini meşrulaştırma, Suriye’nin kuzeyinde kurulacak bu modelin ileride Türkiye’ye de teşmil edilmesi tasavvurudur. Batı medyası PKK’yı allayıp pullayarak Türkiye’de de bağımsız bir Kürt yapısının ortaya çıkmasına zemin hazırlamaktadır. O arada, hepimizin gözünün içine baka baka, Türkiye medyasındaki sözcüleri aracılığıyla da aslında ABD’nin bağımsız Kürt oluşumlarını istemediği, Irak’ın, Suriye’nin ve Türkiye’nin toprak bütünlüğünü tercih ettiği safsatası yayılıyor.
Küresel güçlerin hesabında, Kürtlerin daha iyi bir hayata, demokrasiye kavuşması gibi bir amaç asla söz konusu değildir. PKK-PYD çizgisinin totaliter, Stalinist ve tekelci yaklaşımı en çok da kendileri gibi düşünmeyen Kürtleri rencide etmektedir. Burada küresel güçlerin önceliği İsrail’in güvenliğini ve petrolün akışını sağlayan yeni bir parçalı Ortadoğu haritasıdır. Bu ana politika açısından, Sünni veya Şii Araplar, Türkmenler, Kürtler sadece araçtır ve Müslümanların yiten canlarının onlar gözünde zerre kadar ehemmiyeti yoktur.
Ortadoğu’yu, sözde demokrasi getirmek yalanıyla kan gölüne çevirenlerin, medeniyetler çatışması paradigmasının medeniyet-içi çatışma boyutunu körükleyerek İslam âlemi içindeki ayrılık noktalarını kalıcı düşmanlıklara çevirme planlarını uyguladıkları açıktır. Müslüman ülkelerin ve devletlerin yöneticileri ise maalesef bütünlüklü, kapsayıcı politikalar geliştirmek yerine mezhepçi ve oportünist yaklaşımların tutsağı olmuş vaziyettedir.
Bu ortamda Türkiye’ye ve Türk milletine büyük sorumluluk düşmektedir. Ancak bu sorumluluk, İslamcı-İhvancı saplantıların, gerçekçi olmayan ve aslında gerçek Osmanlı yaklaşımıyla ilgisiz neo-Osmanlılık iddialarının etkisinden uzak, bu coğrafyanın tarihi-kültürel birikimini doğru analiz eden bir yaklaşımla deruhde edilebilir. Bilelim ki, Türkiye, 2015 yılında Ermeni meselesi ile de sıkıştırılacaktır. Bunun bilincinde olarak, bugüne kadar fazlaca “iyiniyetli” bir yaklaşımla ve “tarihle yüzleşmek” söylemi altında sürdürülen politikaları terk etmek gerekiyor. Türkiye Cumhuriyeti, nüfusunun dinamik ve yetişmiş unsurlarını büyük ölçüde on yıllık savaşta kaybeden Türk milletinin yeniden dirilişinin sonucunda kurulmuştur. Bugün bazılarımız Osmanlı hayalleri kuracak noktaya gelmişse bunun ardında o devirde verilen büyük mücadelenin rolü büyüktür.
Kutlama: Bu vesile ile Cumhuriyetimizin 91. Yıldönümünü kutlar, başta Gazi Mustafa Kemal Atatürk, silah ve mücadele arkadaşları olmak üzere bu toprakları vatanlaştıran ecdadımızı, gazi ve şehitlerimizi rahmet ve minnetle anıyorum.