İslâm Dünyası Ve Türkiye: Bir Seçeneğimiz Var

          Türkiye ve İslâm dünyası büyük bir oyunun ortasında bir bunalım ve dönüşüm devrini yaşıyor. Sömürgecilik hareketleri sonrasında dikta rejimlerinin ve monraşilerin hüküm sürdüğü İslâm dünyası özellikle Soğuk Savaşın sona ermesinden sonra Filistin meselesinin yanında Irak krizi, Irak Savaşı, Büyük Ortadoğu Projesi, Libya, Mısır ve Suriye’de yaşananları da kapsayan sözde Arap Baharı, vb. hadiselerle dünya gündeminin en önemli maddelerinden biri olmaya devam ediyor. Bunda, Ortadoğu coğrafyasının sahip olduğu doğal kaynaklar, İsrail’in güvenliği ve bölgenin stratejik önemi rol oynuyor.

 

          1990’larda dünyayı yeniden tasarıma tabi tutan üst akıl, medeniyetler çatışması paradigmasını tedavüle soktu. Esasen medeniyet paradigması daha önce Toynbee tarafından da ehemmiyetle vurgulanmış ve Batı medeniyeti karşısında diğer medeniyetlerin potansiyelleri ve taşıdıkları “tehdit” imkânları tahlil edilmişti. Tek medeniyet saplantısından kurutulamayan, Erol Güngör, Cemil Meriç gibi bu toprakların değerlerini 1970’lerde ve 80’lerin başında “keşf” edemeyen sözde aydınlarımızın bir kesimi ancak Huntington’ın yazılarıyla uyandı.  Bunda, bizim yenileşme devri medeniyet anlayışımızın ve pozitivist bilim anlayışımızın payı epeyce ağır basar.

 

          Bugün artık, laikçisi, dindarı, solcusu, sağcısıyla şunu iyi anlamamız lazım: Biz İslâm medeniyeti dairesi içinde Türk-İslâm medeniyeti geleneğinin takipçileriyiz. “Çağdaşlaşma, yenileşme, batılı değerlerden etkilenme” vs. bu çerçevenin içinde bir anlam taşır. Bunun ayrıntılı bir tartışmasına girecek değiliz ama artık kendi medeniyetimizi inkâr gibi beyhude ve aynı zamanda tahripkâr bir çabanın yararı yoktur; zararı ise apaçık ortadadır. Burada üzerinde duramamız gereken husus, bu noktadan hareketle el’an yaşamakta olduğumuz buhranın mahiyeti, sebepleri ve bundan çıkış için takip etmemiz gereken hatt-ı hareket hakkında düşünmeye çalışmak olmalıdır.

 

          İslâm aleminin yaşadığı acıklı olayları, Müslümanların birbirlerini tekfir etmelerini, Allahüekber sadalarıyla başka Müslümanları katletmelerini, İslâm ile terörü eş anlamlı hale getiren görüntülerin sürekli olarak dünyaya yayılmasını, sadece ve yalnızca küresel güç odaklarının, Haçlıların Müslümanlara kurduğu bir büyük komplonun sonuçları olarak mı okumalı, yoksa  Müslümanlar olarak kendi iç muhasebemizi yaparak kendi payımıza düşen sorumluluğu tespit ettikten sonra mı başkalarını suçlamalıyız? Müslümanlar arasında ilk iç kavgalar çıktığında Haçlılar yoktu ama her şeyi Abdullah İbn Sebe’nin hainliğine bağlayan bir geleneğimiz de vardır.

 

          İslâm tarihi içinde, toplum yapısı, siyasî kültür gibi faktörlerle itikadî esasların birbirine karıştığı, kimin haklı kimin haksız olduğuna ideolojik/politik konumlardan kalkılarak cevap verildiği derin bir ihtilaflar ve çatışmalar tarihi de vardır. Bunu inkâr etmek mümkün değildir. Ama bütün bunlara rağmen, büyük resme bakıldığında dünyaya aydınlık getiren büyük İslâm medeniyeti gerçeği de vardır.

 

          Bu çerçevede Türk tarihine baktığımızda, önceki devrilerde olduğu gibi, mesela Osmanlı tarihinde de pek çok olumsuzluklar tespit edebiliriz ama nereden bakılırsa bakılsın Balkanlarda, Anadolu’da ve Ortadoğu’da en az bir dört asırlık Osmanlı Barışı gerçeği de vardır. Dolayısıyla kendimizden kaynaklanan hataları telafi mekanizmalarımız veya onların genel başarımıza gölge düşürememesi de bir vakıadır.

 

          Bir başka önemli olgu da özellikle 19. Yüzyıldan günümüze uzanan süreçte yukarıda ana sebeplerini izah ettiğimiz Ortadoğu siyasetleridir. Bununla birlikte, bu meselenin “medeniyetler çatışması” boyutu bakımından en önemli noktası, Türklerin bin yıldır kadim Hristiyanlığın topraklarında hâkimiyet ve nüfuz sahibi olmasına karşı ortaya çıkan Haçlı ruhudur. Bunun her zaman açık bir düşmanlık şeklini almamasının sebebi, “Batı” dediğimiz medeniyetin bütün unsurlarının bir cephe olarak hareket etmemesi, tam tersine aralarında derin çıkar ayrılıkları olan siyasî yapıları barındırmasıdır. Bu da son derecede tabiîdir. Geçmişte de böyleydi.

 

          Haçlılar çağında Müslüman devlet ve beyliklerle Haçlı prenslik ve krallıkları her zaman iki blok halinde savaşmamıştır. Bazen bir Haçlı devleti ile bir Müslüman beylik/devlet ittifak edip karşılarındaki Hıristiyan ve Müslümanlarla savaşabilmiştir. Osmanlı tarihinde de benzer örnekler çoktur. O yüzden günümüzde de bir yandan İslâm dünyası Batı medeniyetinin ötekisi haline getirilirken öte yandan İslâm dünyası içinden bazı unsurlarla ittifak yapılabilmekte, bazı İslâmîakımları/grupları desteklenebilmekte, “batılı değerlerle” uyuşmayan ama siyaseten yararlı bazılarına ise göz yumulmaktadır. Türkiye’deki gelişmeleri de bu realpolitik-idealpolitik diyalektiği çerçevesinden okumamızda yarar var.

 

          İslâm âleminde “medeniyet içi” çatışmaları körükleyen dış ve iç faktörlerin etkisizleştirilmesi bin yıl önce olduğu gibi yine Türklüğün önderliğinde bir dirilişle mümkün olabilir. Bunun şuur ve idrakinde kadrolara önderlik edecek siyasî akla ihtiyaç var. Tarih bilinci çarpıtılmış, Türk kimliğiyle problemli, Türk-İslâm medeniyeti gerçeğini anlayamamış zihinlerin bunu gerçekleştirmek bir yana bu imkânı heba etmeleri kuvvetle muhtemeldir.

 

 

          Hamiş: Acı, kan ve gözyaşına bulanmış İslâm âleminin titreyip kendine gelmesine, Türk dünyasının birliği yolunda yeni adımların atılmasına vesile olması dileğiyle yeni yılınızı kutlarım. Doğu Türkistan’da zulüm altındaki Uygur Türklerinden Kırım’da yeniden Rus hakimiyetine mecbur bırakılan Kırım Tatar kardeşlerimize, Irak ve Suriye’de yaşanan savaş ortamında hayat mücadelesi veren ve büyük kısmı vatanından ayrı düşen Türkmenlere varıncaya bütün soydaşlarımızın; Filistin’de, Ortadoğu’da, Afrika’da, Uzakdoğuda velhasıl dünyanın her yerinde zulme uğrayan Müslümanların ve bütün insanların acılarını paylaşıyor, Cenab-ı Allah’dan mazlumlardan merhametini esirgememesini niyaz ediyorum.