Türkiye’nin Seçimi ya da Türk-İslam Dünyasının Geleceği

Zorlu bir coğrafyada yaşıyoruz. Siyasî, sosyal, kültürel ve ekonomik yapısı bakımından renkli ve kaygan bir zemin… Tarih ve jeopolitik bilmeyenlerin kolayca yanlış ve tehlikeli yollara sapacağı bir kavşak… Bin yılı aşkın bir süredir bu coğrafyanın kaderi üzerinde rol oynamış, uzunca bir süre farklı siyasî yapılarıyla bu coğrafyaya nizam vermiş bir ecdadın ahfadı olarak sorumluluğumuzun şuurunda olmalıyız. Gerçekten de tehlikeli bir dönemeçteyiz.

 

Son günlerde yaşananlar, coğrafyamızda medeniyet-içi çatışmanın müelliflerinin ellerini ovuşturmalarına sebep olurken Müslümanların giderek şiddetlenen iç çatışmalarla enerjilerini ve güçlerini tüketmelerinin tezahürleri olarak tarihe geçiyor. Irak, Suriye, Mısır, Libya derken Yemen’de şiddetli bir Selefî-Şiî kapışması görünümlü bir çatışma gündeme geldi. İran, ABD ile ilişkilerini yumuşatırken Irak’tan Lübnan’a ve Yemen’e kadar gücünü arttırmakta… Düne kadar ABD ve Batı karşısında Suriye ve İran’ın savunan Türkiye, bugün Suriye rejimi ile kanlı-bıçaklı, İran’da ise bir devlet görevlisi Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanını eleştirme hadsizliğini irtikap edebiliyor. Türk devletini yönetenlerden, Türk milletinin izzetine ve Türk devletinin şerefine halel getirecek durumlar karşısında kararlı ve tavizsiz bir tutum ortaya koymaları beklenir.

 

Öte yandan, İran’ın nükleer programı ile ilgili olarak İsviçre’nin Lozan kentinde ABD, Rusya, Çin, İngiltere, Fransa ve Almanya ile Tahran Yönetimi arasındaki  müzakerelerin anlaşmayla sonuçlanması, İran yönetimi açısından önemli bir başarı sayılmalıdır. Tarihte, etnik ya da dinî aidiyetlerin etkisi hangi derecede olursa olsun, Anadolu coğrafyasındaki devletlerle İran coğrafyasındaki devletler arasında rekabet malumdur. Bu rekabet devrin şartlarına göre Irak, Suriye, Basra Körfezi hatta Mısır ve Hicaz bölgelerine kadar uzanabilmiştir.  Türk devletini yönetenlerin Türk-İran ilişkilerinde dostluk ve işbirliğini geliştirmeye özen göstermesi ama bunu, tarih şuuru ve bilgisiyle, bölge dengelerini gözeterek yapmaları elzemdir. Sayın Cumhurbaşkanının son ziyareti sonrasında siyasî rekabetin nasıl gelişeceği önemli bir soru olarak duruyor.

 

Bugün daha da önemlisi, PKK’nın, bölgedeki uzantılarıyla İsrail’e dost, bölgedeki diğer unsurlara düşman bir siyasî yapılanmanın aracı olarak kullanılmasından kaynaklanan etnikçi tehdittir. Kuzey Irak Kürt yönetimi ile kurulan işbirliğinin Türkiye’yi bölgede Kürtlerin hamisi rolüne koyacağı, böylece içerideki sorunu da halletmek için avantaj sağlayacağı sanıldı ya da bu hava pompalandı. IŞİD’in Musul saldırısı ve akabinde yaşananlar, terörist ilan ettiğimiz PYD’ye yardım ulaştırılmasına mecbur bırakılmamız, Süleyman-şah Türbesini nakletmek zorunda kalışımız gibi gelişmelerin hepsi “Yeni Türkiye” söylemi sahiplerinin emperyal tasavvurlarının realpolitik’in sert duvarlarına çarptırılması idi.

 

Türkiye elbette kadim coğrafyasıyla, Balkanlarla, Kırım’la, Kafkaslarla, Orta Asya ile, Ortadoğu ve Afrika ile ilgilenmelidir. Ne var ki bunu yaparken 19. Yüzyıldan günümüze yaşananları, bölge halklarının psikolojilerini, küresel aktörlerin bölge ile ilgili politikalarını vb. bir dizi etkeni sağlıklı bir tahlile tâbi tutmak ve gerçekçi hareket etmek lazımdır.

 

Dış siyasette, özellikle Ortadoğu politikasında Türkmen varlığının korunması hususu göz ardı edilemez. Anadolu coğrafyasından daha önce Irak’ta, Filistin ve Suriye’de, Mısır’da Türk varlığı söz konusudur. Devletimiz hem Suriye’de hem de Irak’ta Türkmenleri başkalarının insafına terk edemez. Türkmen kardeşlerimizin oradaki varlığının muhafazası bizim için sadece vicdanî ve tarihî bir görev değil, aynı zamanda Türk devletinin bekası açısından da hayatî bir zorunluluktur.

 

******* 

 

Genel seçimlere giderken Türkiye’nin çeşitli terör eylemleri ile karşılaşacağı uzmanlar tarafından ifade edilmişti. Kendi hâkimiyet alanında başka görüşlere asla söz hakkı tanımayan PKK’nın gençlik yapılanması, büyük şehirlerde veya diğer şehirlerde Üniversite gençliği üzerinde baskı kurmaya çalışmaktadır. Devlet güçlerinin bu tür tahriklere karşı zamanında ve etkili tedbirler alması, gençlik arasında Fırat Yılmaz Çakıroğlu’nun şehit edilmesi örneğindeki gibi müessif hadiselere fırsat vermemesi zaruridir.

 

Teröre terör, teröriste terörist diyemeyen bir anlayış(sızlık) maalesef  bazı kesimlerde ve medyamızda yaygındır. Küçük bir çocuğun müessif bir şekilde katledilmesini büyük bir istismar seferberliğine dönüştüren çevreler, bir savcımızın, çocukları öksüz kalan M. Selim Kiraz’ın katlini neredeyse intikam duygusuyla onaylıyorlar. Ne yazık ki bazıları hâlâ romantik devrimcilik (!) safsatasıyla katillere sempati duyabiliyor. Bu damar, bugün yine tarihî bir hataya imza atarak bölücü Kürtçü siyasî hareketi Türkiye genelinde meşrulaştırma çabalarına omuz veriyor. Bazılarının 27 Mayıs ve 12 Mart örneklerinde itiraf ettiği gibi, yine yanılacaklar, yine öz-eleştiri yapacaklar ama faturayı Türk milleti ödeyecek.

 

Türk milletinin gerçek, organik aydınlarına düşen, bu gibi çevrelerin “hata”larının sonuç vermemesi için millî bünyeyi dirençli kılacak tedbirleri almaktır. Gençliğimizi millî şuur sahibi olarak yetiştirmektir. Yeni kuşakların kendilerini bu istikamette yetiştirmeleri, iddialarını ortaya koymaları ve dinamizmlerini eğitimden, toplum hayatına, kültürden siyasete kadar bütün alanlara yansıtmaları için onlara yardımcı olmak, alan açmak lazımdır. Günübirlik politikalar yerine etraflıca düşünülmüş bir millî strateji oluşturmak ve faaliyetlerimizi ona göre şekillendirmek durumundayız.

 

*********

 

Türk Ocakları başta olmak üzere millî, yerli kuruluşlara bu yeni dönemde çok acil ve önemli görevler düşüyor. Türkiye’yi iç savaşa, Ortadoğu’daki vekâlet savaşlarına çekmek için uğraşanların oyununa gelmemeliyiz. Ne var ki, bu noktada Türkiye asla  pasif, çekingen ve dikkate alınmayan bir devlet konumuna da düşürülmemelidir. Yakın çevremizdeki hazin olaylara muhatap olanlar bizim tarihdaşlarımız, dindaşlarımız ve millettaşlarımızdır. Türkiye, etnikçi, mezhepçi, cemaatçi siyasetleri reddederek İslam coğrafyasını kucaklayan, Türk-İslam medeniyeti anlayışını özümsemiş bir yaklaşıma muhtaçtır.

 

Türklükten bahsetmeyi ırkçılık olarak yaftalayıp bu coğrafyadaki bütün etnik ve mezhebi yapıları kışkırtıcı bir dille birbirine düşüren medeniyet-içi çatışma projesinin müelliflerine inat, Türk milleti bin yıldır söz sahibi olduğu bu topraklarda yeniden kardeşlik esasına dayalı, adil ve dengeli bir düzeni kurmaya öncülük edecek kapasiteye sahiptir. Bununla beraber, “Yeni Türkiye” söyleminin sahiplerinin Türklüğü millî ve kapsayıcı bir kimlik olarak içselleştirememiş olmaları, Türklüğün tarihî, güncel ve geleceğe dönük mânâsını kavrayamamaları ciddi sıkıntılara yol açmaktadır.

 

Millî kimliğin çözülmesi, bu toprakların geçmişindeki fetret ve tavaif-i mülûk (beylikler) devirlerine benzer manzaralara yol açacaktır. El’an, Irak, Suriye, Libya başta olmak üzere İslam ülkelerinde cereyan eden olaylar bunun göstergeleridir. Elbette ki Türkiye, tarihî birikimi itibariyle farklıdır ama etnikçi ve mezhepçi kışkırtmaların millî birliği çözücü sonuçlar doğurması ihtimal dışı değildir. Bu bakımdan, Türk millî kimliğinin kapsayıcı ve kuşatıcı anlamını anlatmak, bunu sanat, medya, fikir mahfillerinde tartışmaya devam etmek son derecede önemlidir.

 

Türklüğü bir yana iterek İslam ümmeti kavramı etrafında birliğin sağlanacağını düşünmek ham hayaldir. Elbette ki inananlar bir ümmettir ama bunun tarihin çok az bir dönemi hariç, siyasî ve sosyal hayatta birlik şeklinde tezahür etmediği de malumdur. İslam dayanışmasını savunmak başka, bunu Türklüğü geri plana atarak, hatta neredeyse yok sayarak yapmak çok daha başka bir şeydir. Önümüzdeki seçimler sonrasında “Yeni Türkiye”nin mimarisini “100 yıllık parantez” söylemiyle yeniden inşa etmeyi tasarlayanların, Türkiye’de millî devlet yapısının hangi tarihî şartlar ve mecburiyetlerle kurulduğunu anlamaları lazımdır. Türk aydınları, fikrî zeminlerde, anayasada Türklük, resmî dil, eğitim-öğretim dili konularında saptırılmış tezlere karşı bu topraklarda yaşayan bütün insanların selameti açısından Türklük kimliğini yeni çağın idrakine söyletmeye devam etmelidirler.

 

Son söz olarak, 7 Haziran’da yapılacak seçimlerin ,Türk-İslam âlemini içine sürüklendiği/itildiği bu kaostan, kandan kurtulmasına vesile olacak akıllı, dirayetli  bir siyaseti güçlendirmesini; içeride tezgahlanan etnikçi ve mezhepçi fitneyi akamete uğratmasını temenni ediyoruz. Türk milletinin basireti, feraseti ve sağduyusu bu sonucun elde edilmesini sağlayacaktır.

 

Hamiş:

 

-Bu yazıyı tamamladıktan sonra Papa’nın 1915 olayları için soykırım tabirini kullandığı açıklaması yayınlandı. Başta hükümet yetkilileri olmak üzere çeşitli kesimlerden tepkiler yükseldi. ABD eski başkanlarından G.W. Bush’un 11 Eylül olayı üzerine sarf ettiği “haçlı seferi” sözünü hatırlayanlar için Papa’nın açıklamasında şaşılacak bir durum olmamalı. Türklerin Ortadoğu coğrafyasına gelişleri ve Hıristiyanlığın kök saldığı toprakları İslamlaştırmasından beri Haçlı seferleri, biçimi değişse de devam ediyor. Türk devletini yönetenlerin, Türk milletini asla işlemediği bir suç ile siyaseten mahkum etme kampanyasına  karşı tavizsiz hareket etmeleri elzemdir.

 

-Yine bu arada Ağrı-Diyadin’de meydana gelen olay, çözüm sürecinde, silah bırakmayan ve ülkeyi terk etmeyen PKK’ya alan hâkimiyeti bırakılmasını tenkit edenleri, “kan akmasını, anaların ağlamasını istemekle” suçlayan bazı çevrelerin bugünkü söylemlerini görünce hayret etmekten başka elden bir şey gelmiyor. Seçimlerin, dürüst, adil ve güvenlikli bir ortamda yapılmasını diliyoruz.